En son limonlu kurabiye yaptığımı hatırlıyorum ve kitabım gelecek diye dört gözle kargomu beklediğimi. Limonlu kurabiye güzel oldu, Zerka'nın bir önceki yazıya yaptığı yorumu okuyunca aklıma girmişti, eh limon kokusu söz konusu olunca da beni kimse durduramaz, üşenmedim yaptım. Tarifi değiştirdim biraz, iyi mi oldu kötü mü bilemem, belki oynamamam gerekti üzerinde, sonuçta adamlar denemiş ki koymuşlar oraya, ama işte kendi bildiğimi okudum, küçük bir hayal kırıklığı yaşadım tabii. Limon kokusu yoğundu, orada sorun yok, öyle olsun diye limon miktarını arttırmıştım ama biraz fazla beklettim fırında sanırım hafif katı oldular. Çayla güzel gidiyor da ben çok sevdiğim susamlı kurabiye gibi olsun, ağızda erisin istemiştim, olmadı. Peki, bu kadar kurabiye demişken neden kurabiyelerin fotoğrafını koyup hemen kısacık tarifini vermiyorum? Tamam, her şey düzenli olmak zorunda değil a, öyküler biraz beklesin, şimdi tatlı zamanı.
Limonlu kurabiye tarifi şöyle; (ben Zerka'nın verdiği linkteki tarifi temel aldım elbette, ufak tefek değişiklikleri yazıyorum ki siz benim gibi yapmayın) iki tane limonu soydum, rende işinden nefret ederim, onun için rondodan geçirdim kabukları. İyice parçalansınlar diye uzun süre çalıştırdım rondoyu, yine de kurabiyenin içinde limon parçaları belliydi, ben severim o tadı ama pürüzsüz bir kıvam isteyenlerin aklında olsun bu ayrıntı. Parçalanmış limon kabuklarını ve iki çay bardağı şekeri biraz elimle karıştırdım, tarifte iyice ezin diyordu, vaktim yoktu, uymadım o direktife de, sonra hemen elediğim unu ve bir paket kabartma tozunu ekledim ama tarifte iki buçuk su bardağı un yazıyordu ve ben daha ilk bardağı eklerken bir terslik olduğunun farkındaydım, iyice katı olmasın diye iki bardak katıp yoğurmaya başladım. Gözüme o hâliyle de katı göründü ve işte burada tariften tam anlamıyla saptım ve kurabiye hamuruna azıcık süt kattım. Her neyse, şekil verip önceden ısıttığım fırına koydum kurabiyeleri, yalnız benim kurabiyeler fırının alarmı çaldığında sanki pişmemişlerdi. Bir on dakika daha beklettim fırında ve sonra mutfak bezine sarıp kurabiye faslını orada bitirdim. Şimdi düşünüyorum da, ben pişmemiş sansam da pişmişti kurabiyeler belki de, sadece biraz dinlenmeleri gerekiyordu. Artık bundan sonrası muamma, kurabiye matriksi, bilemem nedir, ne değildir. Doğrusunu bilip, söyleyen olursa sevinirim tabii.
Elimde çok uzun süredir bir kitap vardı, İstanbul'a giderken başlamış, sonra bırakmış, devam etmemiştim. C. okumamı istiyordu, onun hediyesiydi zaten; Ferit Edgü'nün Hakkâri'de Bir Mevsim'i. En sonunda araya giren kitapları hızla okuyup ya da sonraya bırakıp Edgü'nün -bana göre- nesir-şiir kitabını bitirdim. Güzeldi, yine de kitabın dilindeki büyük yabancılaşma karakterle arama mesafe koydu. Ben Edgü'yü "ânı" anlatan öykülerde daha çok seviyorum sanırım. Hayran olduğum "Ecco İl Mare, Maria!", gibi. Ama şimdi anlatmak istediğim kitap o değil. Nette bir parçasını okuyup, gecenin bir yarısı hemen sipariş verdiğim ve gözüm yollarda gelmesini beklediğim Flannery O'Connor öykülerinden bahsetmek istiyorum size. Herkesin dil birliği etmişcesine "güneyli gotik/güney gotiği" yazarı dediği Flannery O'Connor'ı okumak yüz yıldır aklımdaydı, bir türlü fırsat olmamış demek. Canımın sıkkın olduğu bir gece (ki son zamanlarda hangi gün, gece iyiyim acaba?) onun bir öyküsü takıldı aklıma, nette aradım taradım pek bir şey bulamadım. Bir tek öykünün baş kısmını kısacık bulabildim, sonrası yok. Geçen gün sonunda okuyabildim İyi İnsan Bulmak Zor'u ve diğerlerini de tabii.
İyi İnsan Bulmak Zor, öyküsü bir ailenin yolculuk hazırlığı ile açılıyor; Güney Amerikalı anne, baba, babaanne ve biri bebek, üç küçük çocuk. Florida'ya gitmek üzere yola çıkacaklar ama şen şakrak ve oldukça geveze babaanne gitmek istemiyor. Evde kalsa kalır, kimse kalma diye yalvarmaz, fakat küçük çocukların da dediği gibi o hiçbir eğlenceyi kaçırmayan bir kadın, ölse yine de evde oturmaz. Hmmm, ölse dedim değil mi, o zaman öykünün (aslında sonunu çoğunuzun bildiği) tadını kaçırmadan sadece bana hissettirdiklerini anlatayım size. Yolda kaza geçiren ve hapisten kaçmış "azılı" haydutlarla karşılaşan ailenin çaresizliği ve bu çaresizliğin tam ortasındaki yaşlı kadının sadece biraz daha yaşamak için, "iyi insan" misyonerliğine soyunması ürperticiydi. Haydutların başı ile konuşmaktan hiç vazgeçmemesi, adam kendince 'enteresan' bir katharsis yaşarken, babaannenin devamlı, ama devamlı, "sen aslında iyi birisin evladım, İsa sana yardım eder, dua etsen" demesi karşısında gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Haydut nasıl hapishaneye düştüğünü hatırlamıyordu, aslında ona göre önemi de yoktu bu ayrıntının, çünkü en başta İsa her şeyin dengesini bozmuştu. "Şu dünyada ölüleri diriltebilmiş tek kişi İsa'ydı, ve de bunu yapmaması lazımdı. Her şeyin dengesini bozdu", derken adam, korkuyla ve çaresizlikle "belki ölüleri diriltmemiştir" diye titrek sesiyle yalvaran kadını dinlemiyordu bile. Çünkü bana kalırsa yazarın da söylemek istediği gibi hiçbirimiz eğriyi doğruyu bilmiyoruz, iyiyi ve kötüyü de, kendi ahlâk tanımlarımızdan ötesi bulanık, başkasını dinlesek ne değişecek? Vurucu cümle öykünün sonunda geldi; "Aslında iyi bir kadın olabilirdi", diye özet geçer arkadaşlarına "Ayarsız" adını almış haydutların başı, "tabii ömrünün her ânı yanı başında onu zımbalayacak biri olaydı." Bu dünyada gerçekten eğlenceli bir şey yok diye bitirir öyküsünü yazar. Keşke şimdi zamanım olsa ve diğer öykülerini de kısacık da olsa yazsam size, dün gece, yok hayır sabaha karşı saat altıda okuduğum bir anneyle oğlu arasında kısacık bir otobüs yolculuğu sırasında geçen öyküsünü mesela, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır'ı. Yazıya o niyetle başlamıştım ya, olmayacak, planladığım gibi kullanamadım zamanı. Bir saat sonra işe gitmeliyim ve ben daha yemeğimi bile yemedim. (bir de sanırım hiç istemesem de öykünün sonunu açık ettim, kusura bakmayın)
------------------
Çok, çok dar zamanlar bu zamanlar, hem somut olarak bir sürü iş var yapmam gereken, hem de kafam bulanık. Buraya yazmak aklımda bile yoktu bugün, onun yerine belki iktisat, matematik filan çalışsam daha faydalı olurdu. Ama burası rahatlatıyor beni, büyük bir görev gibi, bu da benim misyonum olsun hadi;) Gülmek bile yük, neyse ben bir süre daha Flannery O,Connor öyküleriyle devam ederim, farklı, korkutucu bir tarzı var, seviyorum onun dilini. Biraz rahatladığımda (sanırım on gün sonra filan) başka öykülerden de bahsetmek istiyorum burada, çok fazla Sâdık Hidâyet okudum, bana yakın bulmadım fakat bazı öyküleri ilginç. Şurada Piktobet en beğendiğim öyküsünden alıntı yapmış, aynı zamana denk gelmesi de hoştu tabii.
Bir sürelik öykülere ve derslere döneyim ben, iş hep var elbette, olsun bakalım. Sonra burada buluşuruz.
Elimde çok uzun süredir bir kitap vardı, İstanbul'a giderken başlamış, sonra bırakmış, devam etmemiştim. C. okumamı istiyordu, onun hediyesiydi zaten; Ferit Edgü'nün Hakkâri'de Bir Mevsim'i. En sonunda araya giren kitapları hızla okuyup ya da sonraya bırakıp Edgü'nün -bana göre- nesir-şiir kitabını bitirdim. Güzeldi, yine de kitabın dilindeki büyük yabancılaşma karakterle arama mesafe koydu. Ben Edgü'yü "ânı" anlatan öykülerde daha çok seviyorum sanırım. Hayran olduğum "Ecco İl Mare, Maria!", gibi. Ama şimdi anlatmak istediğim kitap o değil. Nette bir parçasını okuyup, gecenin bir yarısı hemen sipariş verdiğim ve gözüm yollarda gelmesini beklediğim Flannery O'Connor öykülerinden bahsetmek istiyorum size. Herkesin dil birliği etmişcesine "güneyli gotik/güney gotiği" yazarı dediği Flannery O'Connor'ı okumak yüz yıldır aklımdaydı, bir türlü fırsat olmamış demek. Canımın sıkkın olduğu bir gece (ki son zamanlarda hangi gün, gece iyiyim acaba?) onun bir öyküsü takıldı aklıma, nette aradım taradım pek bir şey bulamadım. Bir tek öykünün baş kısmını kısacık bulabildim, sonrası yok. Geçen gün sonunda okuyabildim İyi İnsan Bulmak Zor'u ve diğerlerini de tabii.
İyi İnsan Bulmak Zor, öyküsü bir ailenin yolculuk hazırlığı ile açılıyor; Güney Amerikalı anne, baba, babaanne ve biri bebek, üç küçük çocuk. Florida'ya gitmek üzere yola çıkacaklar ama şen şakrak ve oldukça geveze babaanne gitmek istemiyor. Evde kalsa kalır, kimse kalma diye yalvarmaz, fakat küçük çocukların da dediği gibi o hiçbir eğlenceyi kaçırmayan bir kadın, ölse yine de evde oturmaz. Hmmm, ölse dedim değil mi, o zaman öykünün (aslında sonunu çoğunuzun bildiği) tadını kaçırmadan sadece bana hissettirdiklerini anlatayım size. Yolda kaza geçiren ve hapisten kaçmış "azılı" haydutlarla karşılaşan ailenin çaresizliği ve bu çaresizliğin tam ortasındaki yaşlı kadının sadece biraz daha yaşamak için, "iyi insan" misyonerliğine soyunması ürperticiydi. Haydutların başı ile konuşmaktan hiç vazgeçmemesi, adam kendince 'enteresan' bir katharsis yaşarken, babaannenin devamlı, ama devamlı, "sen aslında iyi birisin evladım, İsa sana yardım eder, dua etsen" demesi karşısında gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Haydut nasıl hapishaneye düştüğünü hatırlamıyordu, aslında ona göre önemi de yoktu bu ayrıntının, çünkü en başta İsa her şeyin dengesini bozmuştu. "Şu dünyada ölüleri diriltebilmiş tek kişi İsa'ydı, ve de bunu yapmaması lazımdı. Her şeyin dengesini bozdu", derken adam, korkuyla ve çaresizlikle "belki ölüleri diriltmemiştir" diye titrek sesiyle yalvaran kadını dinlemiyordu bile. Çünkü bana kalırsa yazarın da söylemek istediği gibi hiçbirimiz eğriyi doğruyu bilmiyoruz, iyiyi ve kötüyü de, kendi ahlâk tanımlarımızdan ötesi bulanık, başkasını dinlesek ne değişecek? Vurucu cümle öykünün sonunda geldi; "Aslında iyi bir kadın olabilirdi", diye özet geçer arkadaşlarına "Ayarsız" adını almış haydutların başı, "tabii ömrünün her ânı yanı başında onu zımbalayacak biri olaydı." Bu dünyada gerçekten eğlenceli bir şey yok diye bitirir öyküsünü yazar. Keşke şimdi zamanım olsa ve diğer öykülerini de kısacık da olsa yazsam size, dün gece, yok hayır sabaha karşı saat altıda okuduğum bir anneyle oğlu arasında kısacık bir otobüs yolculuğu sırasında geçen öyküsünü mesela, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır'ı. Yazıya o niyetle başlamıştım ya, olmayacak, planladığım gibi kullanamadım zamanı. Bir saat sonra işe gitmeliyim ve ben daha yemeğimi bile yemedim. (bir de sanırım hiç istemesem de öykünün sonunu açık ettim, kusura bakmayın)
------------------
Çok, çok dar zamanlar bu zamanlar, hem somut olarak bir sürü iş var yapmam gereken, hem de kafam bulanık. Buraya yazmak aklımda bile yoktu bugün, onun yerine belki iktisat, matematik filan çalışsam daha faydalı olurdu. Ama burası rahatlatıyor beni, büyük bir görev gibi, bu da benim misyonum olsun hadi;) Gülmek bile yük, neyse ben bir süre daha Flannery O,Connor öyküleriyle devam ederim, farklı, korkutucu bir tarzı var, seviyorum onun dilini. Biraz rahatladığımda (sanırım on gün sonra filan) başka öykülerden de bahsetmek istiyorum burada, çok fazla Sâdık Hidâyet okudum, bana yakın bulmadım fakat bazı öyküleri ilginç. Şurada Piktobet en beğendiğim öyküsünden alıntı yapmış, aynı zamana denk gelmesi de hoştu tabii.
Bir sürelik öykülere ve derslere döneyim ben, iş hep var elbette, olsun bakalım. Sonra burada buluşuruz.