Bazen öyle olur. Bir şeyi planlarsınız, saatler sonra hâlâ yapılmamış olur o şey, bir yere gitmek istersiniz, yıllar geçer iki adım atmamışsınızdır daha. Yazılacaklar, çizilecekler, görülecek yerler, konuşulacak insanlar, bir şeyler sizi tutar ki, işte bazen öyle olur. Elimdeki kitapta idam mahkûmu bir damla güneşi özlüyor, idam cezasını aldığını öğreneceği gün güneşe uyanıyor, onu almaya gelen görevliye; hava güzel, diyor, güneşi severim. Böyle güzel bir günde, güneş insanların kalbine zarif duygular yerleştirmişken, ölüm kararı verilemez diye düşünüyor, ama hava gerçekten de güzeldi, diyor şaşkınlıkla.
Üç gündür yağmur yağacak diye bekliyorum İzmir'de. Hava durumuna bakıp bakıp, yağmuru bekliyorum, ya sabahın köründe, tam ben uyumuşken yağmış oluyor (bu sabah altıda, şiddetli, ama kısa bir süre yağmış) ya da başka başka yerlere (İstanbul yağışlıymış kaç gündür) yağıyor. Dün boş verdim, yağar yağmaz bana ne dedim, dışarı çıktım. Rüzgârlı, ama bol güneşli bir gündü. Biraz yürüdük, sonra bowling oynamaya gittik. Ben hiç anlamam bu tür oyunlardan, bu yaşa kadar da oynamışlığım yoktu. Beceremem diye düşünüyordum, toplar da ağır, elime almamışım fakat duymuşum bir yerlerden, rezil olurum hiç eğlenemem diyordum. Düşündüğüm gibi çıkmadı, çok keyifliydi. İkinci atışta tüm zamazingoları devirdim. Aaa, ama durun, o devrilen şeylere lobut, hepsini devirmeye de strike deniyormuş, ben de yeni öğrendim;) Dönüşte İnkılâp Kitabevi'ne uğradım. Şimdi, şu durumda kitap almak anlamsız benim için, biliyorum, kitaplıkta yüzlerce kitap okunmayı bekliyor, İdefix'ten ve C.'den gelenlere yer yok, ortadaki sehpanın üzerinde duruyorlar lobut gibi (bakın, cümle içinde kullandım, iyi ilkokul eğitimi almışız zamanında; 5+ bilmem kaç;p), eh para durumları da "en bi la la la" değil, durmam gerekti kısaca. Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım, havalarında girdim içeri. Elim raflara gitti geldi, en sonunda bir yerde durdu, tamam, bir kitap alma hakkı veriyorum kendime, dedim ve şimdi size bahsedeceğim güzel kitabı aldım. Dün akşam eve girdiğim gibi, çay koyup, bowling yorgunu bedenimi koltuğa attım, kitabı da elime aldım, kesik kesik okudum, güzeldi, bu arada çayım da mis gibiydi, söylemeden olmaz;)

"Bach, Son Füg", Can Yayınları'nın Kırkmerak dizisinden çıkmış bir kitap. Bestecinin hayatını, eserlerini yazarken kullandığı yöntemleri, ailesini elinden geldiğince anlatmaya çalışıyor, elinden geldiği kadar diyorum, çünkü ünlü besteci hakkında bilinenler pek fazla değil. Derinliğine olmasa da keyifli bir portre denemesi bu kitap, ben elimdeki romana ara verip, kesik kesik okuyorum ve beğendim.
"Evrenin düzeni basittir. Su akar, ağaçlar büyür, çiçekler açar, taşlar öylece durur, zaman geçer, ot biter, deniz yükselir ve çekilir, mevsimler değişir ve geri gelir, Dünya döner, güneş parlar, ölüm canlıları ele geçirir, yaşam doğar, Tanrı susar, hayvanlar hareket eder; elma ağaçları elma verir, ayakkabı tamircisi ayakkabı tamir eder, besteciler beste yapar. Evrenin düzeni karmaşıktır. Su akar, ağaçlar büyür, taşlar öylece durur, zaman geçer, deniz yükselir, Tanrı susar..."
Yukarıdaki alıntı, kitabın arkasına aldıkları metin, aslında yazmak istediğim başka yerler vardı kitaptan, fakat öyle güzel ki bu cümleler, bir de burada olsun istedim. Kitapta, Bach'ın -bana göre tanrısal olan- müziğini (eminim çoğu kişi aynı fikirdedir) yaratırken ellerine baktığı ve düşündüğü sahneler çok güzeldi, o paragrafı tekrar tekrar okudum. Yazması, durmadan yazması, sonra birden durup ellerine bakması, daha önce orada görmediği lekeleri fark etmesi, etkileyici. Aynı lekelerin benzerlerini çok küçükken büyük amcasının ellerinde de görmüş besteci, bunu hatırlıyor, avucunun içine büyüleyici bir doğa manzarasına bakar gibi bakıyor. (evet, ben öyle olduğunu düşünüyorum) Baktığı kırışıklık ağı heyecanlandırmıyor onu, dışarıdan kargaların çığlıkları duyuluyor, bir çığlık si bemole, başka biri la bemole, yağmur damlaları fa'ya, re'ye neden işaret etmiyor, o buna üzülüyor daha çok. Neden doğa, notalarla uyumlu bir bütüne indirgenemiyor da, dünya müzik olacak yerde, sadece gürültü çıkarıyor, buna kederleniyor Bach. Bunun çaresi yine kendisi, çok çalışmalı, yeniden yazmalı. Ellerindeki yaşlılık izleri ve çiller önemli değil, önemli olan tanrının ona verdiği yetenek ve bu yetenekle dünyaya derman olmak. Tanrının müziğini yaratmak. Bach doğaya bakmıyor, seyretmiyor, ama duyuyor, duyduğu tanrının sesi, ve bunu bize iletecek aracı kendisi. O'na minnettarım.
--------------
("Once" filminden/Fallen From the Sky)
p.s.: Dün gece Once filmini izledim. Alkım söylemişti, haklıymış güzel bir filmdi, yüzümde gülümseme ile seyrettim, şarkıları beğendim. Biraz, Before Sunrise ve Before Sunset filmlerine benzettim tarzını. Onları çok çok severim ben, bunu sadece beğendim;) Ne bileyim, bazı sahneleri bağımsız film yaptığımızın çok "farkındayız" der gibi çekilmişti sanki, kadının süpürgeyi sokak boyunca arkasında gezdirmesi, kayıttan sonra sabaha kadar uyanık kaldıkları ve sahilde eğlendikleri sahne, vs. vs. Yine de hoş filmdi, teşekkürler Alkım. Başlıktaki yazlık elbise bahsi ise filmdeki bir şarkıda geçiyor; "Üzerinde yazlık kıyafetlerini görmek istiyorum artık, evet." diyor şarkıda, eh bence de evet yani;p