Çarşamba, Mart 30, 2011

ortaya karışık

Biraz müzik;


Biraz felsefe;
    (Elbette Yiğit Özgür)

Biraz film;
(Spoiler vermeyip filmden bu kareyi koymam gerçekten çok komik!)

"¿Quién puede matar a un niño?",  İspanya yapımı bir film. Daha çok, "Who Can Kill a Child?" adıyla biliniyor. Film, evli bir çiftin bir tatil kasabasına gelişiyle açılıyor. Kadın hamile ve filmin bütününde çiftin peşini bırakmayacak olan talihsiz olaylar daha kasabaya adım atmalarıyla başlar. Sahilde bir kadın cesedi bulunur, gitmek istedikleri adaya giden geri dönmemektedir(!) ve çift adaya ayak bastığında sakinlik kavramının "en yoğun" hâliyle karşılaşır. Filmi anlatıp seyir zevkini öldürmenin anlamı yok, sadece tüm kült filmler gibi oldukça etkileyici bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Ben 70'lerin tarzını beğenirim (Poliş bayılır:)), korku filmlerini de severim, böylelikle film benim için oldukça ilginç bir deneyimdi. Ben filmi seyrederken son zamanlarda arka arkaya çekilen ve  çocukların  kullanıldığı korku filmlerini düşündüm. Ils dışında hepsi çok kötüydü. Bu filmle hem güzel bir korku izledim hem de o yılların atmosferinin tadına vardım. Ils (Onlar) filmini daha sonra uzun uzun anlatmalıyım, çok etkileyiciydi. Burada kısa kısa geçmek olmaz. Bir de bu filmlere benzeyen The Strangers öyle kötüydü ki o filmi anlatacak kelime bulamıyorum. Dedim ve rahatladım:) 

Biraz laf;
(Yine Justine, yine sahil ve yine laflıyor!)

Çok ama çok hızlı geçti bugün. Doğru düzgün ne temizlik yapabildim ne de başka bir şey. Masterchef'i izlemiştim, ciğer yaptılar, ee akşama yemek yok ben de yapayım dedim. Çıktım markete gittim, hem hava alırım hem de ciğer hesabıyla. Hava güzel, burada sıkıntı yok fakat markette saçma sapan bir şey oldu. Bir ürünün fiyatını sormuştum (zaten doğru düzgün bir market bulsam, kapısında yatacağım, o kadar), çalışan çocuk yüzüme bakmadan, "üzerinde yazıyor arkadaşım", dedi. Hah ha, işe bak! Sonra bana yaklaşırken kibarlaşma belirtileri göstermeye de başlamıştı ama (gülümsedi, hemen bakayım dedi vs. vs.), ben "arkadaşım" lafına takılmıştım bir kere. Şimdi beni bilen bilir, hayatta başkalarına bulaşmam, kavga etmem, utanırım, yüzüm kızarır, kalbim hızlı hızlı atar, kimseye hesap filan sormam kısaca. Bu sefer merak ettim; "nerede yazıyor" ve "arkadaşım dediniz tanışıyor muyuz", dedim. Burada bir açıklama yapmalıyım; arkadaşım kelimesi çok tuhaf hisler uyandırıyor bende. Hani, canım arkadaşım,  güzel arkadaşım, kaç yıllık arkadaşımsın, filan deriz ama tek başına "arkadaşım" kelimesi beni çok rahatsız ediyor. "Güzel kardeşim" lafı da öyle fakat onun şimdi konumuzla ilgisi yok:) Aman neyse, adam kibarlaştı, hanımefendi diye geveledi, fiyatı kasadan öğrenip (gerçekten yazmıyordu, sonuç; 2-0 :)) söyledi sonuçta. Burada önemli olan, ben tanımadığım bir insanın yüzüne, ilk defa bir dakikadan fazla baktım! Vallahi, adama o cümleyi söylerken bir süre gözlerimi ayırmadım ondan. Hah ha, çok saçmaydı. Ve korkunç! Ciğer de alamadım zaten. Sanırım herkes o programı seyretmiş.
--------------
Arabayı devamlı park ettiğim bir yer var, apartmanın biraz uzağında (epey!), bir tek orası boş kalıyor (bazen orası bile doluyor ya neyse), ve her park edişte perde aralanıyor, yaşlı bir adam bana bakıyor. Göz göze geliyoruz ama ben hemen kaçırıyorum bakışlarımı. Saat gece ikide, dörtte, sabahın köründe, akşam fark etmiyor, ne zaman olursa olsun o perde aralanıyor ve amca bana bakıyor. Uyumuyor adam! Penceresi yüksekte kesinlikle önünü kapatmıyorum fakat insan yine de huylanıyor. Ne bileyim; rahatsız mı oluyor acaba, nedir, ne değildir diye. Dün akşam yine aynı şey oldu. Bu sefer arabanın aynasını kapatırken adama gülümsedim ve iyi akşamlar dedim. (Bir de ben gecenin bir vakti geliyorum eve, çok ıssız o sokak. Biber gazıyla hızlı hızlı yürüyorum, yine de bir şey olursa haber verecek biri olsun istedim. Adam uyumuyor ya:)) Elbette beklediğim cevap geldi; "biraz ileriye kaydır kızım, olur mu", dedi. "Tabii tabii", dedim hemen. Şimdi evin genişliği benim araba kadar ama ne yaparsın el mahkum, adamı rahatlatayım, arabaya zarar vermesinler filan. Sonra, "ben aslında buraya park etmek istemiyorum", diye uzun bir cümleye başladım. "Siz de, göz kulak olursunuz değil mi arabaya", diyerek bitirdim konuşmayı:) "Tabii canım tabii, bakarım ben", dedi. Hâlâ, ciddi miydi yoksa benimle kafa mı buluyordu bilmiyorum. İyi bir adama benziyordu, gülümsüyordu, kibardı ama ne bileyim bu devirde kimseye güvenilmiyor ki:p
---------------
Hastanede bir "arkadaşın" (hah ha!) benimle yaptığı konuşma daha ilginçti ama anlatacak hâlim kalmadı onu da sonra, unutmazsam yazarım. Ayrıca, akşam yemeğinde ciğer yoktu fakat biftek, patates püresi, sigara böreği ve mantar kızartmasıyla güzel bir yemekti. O kadar da tembel değiliz yani:p

Şimdi bir film seyretmeliyim. Hadi bakalım!

Cumartesi, Mart 26, 2011

sahil, deniz kıyısındaki krallık*

(Geçen yaz üç kızkardeş sahilde buluştuk ve konuştuk, konuştuk, konuştuk:) Bir şey daha var bu foto hakkında söyleyeceğim, merak eden aşağıya buyursun.)


Çok güzeldi hava bugün. Mis gibi kokuyordu, sadece kokuyla yetinsem mi yetinmesem mi diye düşünüp dururken akşam olmuştu bile. Olmaz!, dedim hemen eşofmanlarımı giydim, saçımı topladım fırladım dışarı. Aslında canım sahile gitmek istiyordu, biraz koşmak filan ama sahil birazcık uzak bu yeni eve. Eski evden sahile gitmek beş dakikalık işti, spor yapmak için çok fazla imkân vardı ama yapacak adam yoktu tabii. Hah ha, spor yapmak da çok anlamsız, yürü ya da koş gitsin işte. Düzenli spor vücudu sıkı tutar belki ama fazlası yoruyor. Ya, bu cümle böyle olmayacaktı ama üşendim yazmaya. Durun toparlayayım; kaslı vücut, bacaklar vs. vs. bence çok estetik (kadınlar için konuşuyorum), fakat fazlası, çok damarlı kollar ve o uğraşılmış görüntü beni yoruyor.  (nihilist İvan konuşuyor, sabredip bekleyin, biraz sonra çeker gider:p) Ne diyordum çok dağıldı, işte gittim, biraz koşayım dedim, sahile gitmediğim için pratik ve mantıklı bir yol, yöntem bulmalıydım. Burada sevgi yolu denilen bir yer var. (İzmir'de sevgi yolu diye bir fenomen var. siz bilmezsiniz şimdi. buralı olmayanlar bilmez daha doğrusu. burada her yol sevgi yoludur! hah ha, öyle saçma ki, arnavut kaldırımı döşenmiş kısacık bir sokak mı var, koy tabelayı oraya, al sana sevgi yolu. çok sevgi doluyuz biz, çok. yani, kimseler Cem Uzan'ı kabullenemedi onu bile kabullendi, bağrına bastı bu şehir, daha ne yapsın? tabii konumuz bu değil:))  Oraya saptım, yaya olarak şüphesiz. Şimdi, canım koşmak istiyor ama orası koşu yolu değil, millet vitrin filan bakıyor. Ben de ne yaptım; bir iki metre koşup sonra durdum, sanki birine yetişecekmişim gibi. Kimse beni izlemiyor tamam ama ben paranoyağım biraz, numara yapmak zorundayım You know?:p

Neyse, güzel yani. (araplar ve türkler çok yani kullanırmış, ben kullanmıyorum diye bizim kızlara hava atardım, yanılmışım. neden arap ve türk olmak hoş bir şey değil diye sorarsanız, cevab veremedim derim size, yaniiii ) Camlar pencereler açıldı, böylelikle evin kirliliği daha da göze batmaya başladı. Camlar silinmeli, balkonlar yıkanmalı, bu evin rüzgârıyla nasıl başa çıkılacak bir çözüm bulmalı. Of, kışın yatıyorduk battaniye altında, nereden çıktı şimdi bu yaz?:p

Şaka bunlar, yaz güzeldir. Yaz akşamları sahile çıkmak daha da güzeldir. Geçen yıl, tüm yaz boyunca, ya ağlamaya (koşarken kimse dikkat etmez), ya sadece koşmaya, ya yürümeye, ya sohbet etmeye, ya da kulağımda müzikle boş boş denizi seyretmeye sahile attım kendimi. Bakalım bu yaz ne olacak?

Geçen hafta neler olmuştu, bir de ona bakalım; (sevimli, sevecen ama yaşlı bir öğretmen edasıyla:))

Tabii ben söylesem bunları imzayı başka yerden atardım ya, neyse. Bir de sıradan bir memuruz şurada, hiç konuşmasan yeridir.

-Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan kitap avını tek kelimeyle mide bulandırıcı buluyorum. Artık, demokrasinin pusulası değil tüm ayarı kaymıştır. Truffaut'nun Fahrenheit 451 filmini seyrettiğim zaman güzel ama biraz naif bulmuştum. Yok, mantıklı geliyor şimdi. Bunun da Ergenekon davasını küçümsemek anlamına gelmediğinin farkında olunmasını istiyorum. Sap saman meselesi işte.

-Kılıçdaroğlu'nu Erdoğan kadar itici bulmuyorum. İkisi de çoğu zaman saçmalıyor ve benim düşüncelerime en ufak bir yakınlıkları yok fakat biri diğerine göre ehven-i şer. Ya, şimdi bunun da İzmirli olmakla alakası yok diyeceğim ama...:p Hah ha!

-Çocuklara yapılan zulme hâlâ şaşırıyorum, ağzım açık kalıyor. Bu konuda yazılacak bir şey yok, haber izlemeyin, o kadar.

-Buraya koyduğum yazılara sevdiğim bir müzik ve bir fotoğraf ekliyorum. Resim de güzel olur ama, bu daha kolay ve hoş. Kardeşlerimin ve yanımda kim varsa eğer onun fotosunu da koymak isterim fakat iki saat koyabilir miyim canım diye izin al, ister mi istemez mi düşün, zor yani. Lily ile benim olayım basit, yalnız hep Lily olunca da anne, çocuk siteleri gibi oluyor, olmasın derim ben. (buraya da yani yakışıyor ama hayır, demeyeceğim!) Doğum günü, özel bir an, vs. vs. yazılarında sevdiklerimle (bu ne komik bir kelimeymiş böyle, "sevdiklerim":))  beraber fotoğrafları koyuyorum tabii. Şimdilik "sadece bana" katlanacaksınız, işin özeti bu.

-Yukarıya koyduğum şarkıyı eskiden pek dinlerdim, unutmuşum. Aslında bir önceki yazının müziğiydi o, ama Ahmet Kaya'yı ve özellikle o şarkısını çok sevdiğim için "böyleyken böyle" oldu. Bu şarkıyla güzel dans ediliyor, tabii yalnızken.

-Bu arada üç film izledim, Conrad bitmişti ama dün nöbete götürüp bir bölümü tekrar okudum. Donkin ve Jimmy'nin konuşmasını. Çok iyiydi. Filmler arasında Every Day tek bahse değer olanı. Fena film değildi, ben zevkle seyrettim en azından. Enginar yazısında bahsettiğim şey tam karşımdaydı o filmde. Überkadın olmak zor demiştim, o akşam bu filmi seyrettim. Filmdeki kadın çok rahatsız ediciydi; manik, devamlı dırdır eden bir tip, tabii sebepleri vardı ama adam haklı dedirtmişti bana. Filmin sonunda biraz rahatladım. Kadına da hak verdim. Özetle; bir iki sahne dışında idare ederdi, meraklısına not olsun bu da.

Finito demiştim değil mi, o zaman bu sefer "Ciao!" diye bitirelim.

-------------------------------

* Elbette, "Annabel Lee" şiirinden mülhem.

Perşembe, Mart 24, 2011

kırk tilki!

(silik görüntüler. headerla aynı zamanda çekilmiş bir foto bu, geçen bahar. çok beğenerek aldığım yüzüğün taşı düştü, saat ilk gün soyuldu. eşya silinip, eskiyor. insan da. fotoğraf baki.)


"neden
tepeli pelikanın gagasının altındaki torbadan
darbuka yaparlar?

neden
bir insan "buralarda üzülüyorum, ağlıyorum
orada biraz daha az" der?

neden
durgun bir kalp
ot gibi çabuk biçilir?

neden
mezarlıkta esen rüzgârlar
daha soğuktur?

 neden
havaya bakıyorum
hayvanlara bakıp unutmaya çalışıyorum?

neden
insanlar gerçek bir duygusallığı
hemen anlar?

neden
bazı insanların hüznü
kendilerinden önde gider?

                                          çünkü
                                                                                               değirmen bir rüzgâr gemisidir."

s. Berfe/değirmen, bir rüzgâr gemisidir

Öyle bir heyecandı ki, ne soğuğu ne de karanlığı umursamıştım, çok iyi hatırlıyorum. Hatırlıyorum. Onlar orada içerken, biz -yok ben-, söylentilerin gölgesinde yalnızdım. Arabanın karanlığını, içimdeki şüpheyi, o şarkının, "o şekil" değiştirilmemesi gerektiğini. Sorduğu soruyu, gülüşünü; "sen nasıl biliyorsun bunu, burada üstelik?", deyişini. İyi hatırlıyorum.
Sokakta endişeli bir yürüyüş. Yaz geliyor, sıcaklar başlayacak sıkıntısı. Bir odadan diğerine taşınma. Çatı katları delirtir insanı. Hatırlıyorum. Keşke o zamanlar okusaydım Kaçkınlar'ı. Yaşarken anlardım.
Ben bazen ağlarken -sadece ağlarken-, öyle acıyorum ki kendime. Hatırlıyorum. Onu giyerken, onu giyerken, onu giyerken, ağlamamanın gizli kalmış ağlamasını hatırlıyorum. Birden katıla katıla ağlamamı, yine ben sakinleştiriyorum. Avucunun içinde sıkıp duruyorsun acını, yaranı. Bakın, şimdi.

Kalp de, gülüş de, zaman da eskir.

Delinin duyduğu tik tak'ı biliyorum.

Çarşamba, Mart 23, 2011

mutfak felsefesi; enginar dağıtır, incik toparlar

(mutfakta işler karışır!)


Enginar enginar olalı böyle zulüm görmemiştir dostlar! Hah ha, şaka tabii, yaptık bir şeyler işte, ne var yani, atla deve değil a! Bütün günüm yemek yapmakla geçti, ne tuhaf kendimi mutlu, huzurlu ama biraz salak gibi hissediyorum. Enginarı yaparken mutfakta inanılmaz derin bir sessizlik vardı (şişşşt Refik Halid'in tarzıyla yazıyorum.), ne müzik istedim ne de küçük tv'yi açmak. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki açmamışım. Gürültü olsa işler daha ne kadar karışırdı acaba? Neyse, enginarları temizledim, limonlu su, şu, bu derken baktım akşam olmuş, evde ekmek yok. Aklıma gelmişken limonlu su olayı için de bir şey söylemeliyim. Bu olay biraz abartılıyor bana kalırsa. Yani, bembeyaz bir enginarın güzel olduğunu kim söylemiş? Limon iyidir ama benim kadar telaş yapmak saçma, aman kararacak diye. Biraz düşününce komik geldi durumum, arka arkaya telefon geliyor (ben yemek yapıyorum ya, sıraya girmişler) ben hızla cevap veriyor, bir yandan da enginarın limonla buluşmasını engellememeye çalışıyorum. Tam komedi! Ne diyordum; tamam, ekmek almaya gideyim dedim fakat bu sefer ocağın altını kapatayım mı, açık mı kalsın "sorunsalı" ortaya çıktı. Hızla gidip gelirim diyorum, fakat nereden baksan ev kazaları risk haritasında kırmızı işaretli bir durum bu. Yaparım yapmam derken, yemişim tehlikeyi enginara bir şey olmasın dedim, hızla çıktım. O kadar hızlı hareket etmişim ki, elimdeki çöple markete giriyordum, sebze seçerken fark ettim. Biraz oyalandım ama eve döndüğümde enginarın keyfi yerindeydi. Biraz fazla pişmiş tabii. Olur o kadar, hem fazla pişirmenin kötü olduğunu... Hah ha, bu konuyu burada kapatacağım.

Soyunurken ani bir kararla tavuk incik yapmaya karar verdim. Bu kararı vermemde elbette enginarın tenceredeki "muhteşem" görüntüsü etkili olmuştur, fakat tek neden o değildi. Marketten pakette soslu incik almıştım ve derin dondurucuda yer olmadığını fark ettim. E, yapayım bari dedim ben de. Burayı kısa keseceğim, tavuk yemeğini fırında yaptım. Güvecin içine soğan, patates, patlıcan, domates, biber, sarmısak, tereyağı her şeyi kattım, özetle katmadığım bir ben kaldım ve sonuç harika oldu!

Bu yazının bir ana fikri olsun istiyorum nedense. Şöyle diyelim; mutfakta on çeşit yemek yapan, evini tertemiz tutan, aynı zamanda kendisine zaman ayıran, bir şeyler okuyan, izleyen, akşama da kocasını "hoş tutan" kadınlar, valla bravo! Dünyanın tüm erkekleri (Dünyanın tüm sabahları, güzel filmdi de Depardieu'nun oynadığı karakter ne uyuzdu değil mi? Birden aklıma geldi, sinir bozucu.) sizin hakkınız. Hani, senden iyi ev kadını olur, sen evde kalmazsın der ya, görmüş geçirmiş tipler, ona binaen söyledim. Yoksa bir derdim yok ve seksist değilim, hem "hak" filan ne saçmalık;p

En iyisi, şimdi çay yapayım ben. Mis gibi.

Pazar, Mart 20, 2011

dünya, gözümde "kerbela"

(Bu fotoğrafı ilk Cogito'nun "şiddet" sayısında, sonra da ben hayattayken adlı sitede görmüştüm. Kerç Çukurunda Acı, Kırım/Dimitri Baltermants)


"...
ya rab, hiddetinle beni tekdir etme,
ve öfkenle beni tedip etme
bana acı, ya rab, çünkü solgunum;
bana sağlık ver, ya rab, çünkü kemiklerim titriyor.
canım da çok titriyor;
ve sen, ya rab, ne vakte kadar?...
dön, ya rab, canımı azat et;
inayetinden ötürü beni kurtar.
çünkü senin anılman ölümde yoktur;
ölüler diyarında sana kim şükredecek?
kendi iniltimden yoruldum;
her gece ağlamaktan döşeğim ıslaktır;
gözüm kederden sönüyor;
..."
tevrat/mezmurlar-mezmur 6

---------------

Şiddet salt kötülük müdür ve ilk şiddet neden ilk günahtır?

Şii değilim, Kerbela olayını okudum, oradan biraz bilirim. Bu türküyü ilk duyduğumda canım sıkılmıştı. Sanki bir el gelmiş, kalbimin üzerinde baskı yapıyordu, Kerbela'daki şiddetin baskısı. Hüseyin'in çocuğu için biraz su istemesi, bebeğin öldürülmesi. Ölüsünü gömmesi. Bir aşkın acısı bu kadar büyük olabilir mi? Karşılaştırılır mı? Olur. Acı kalbi esir alıyorsa, evirip çevirip, bir yol bulunamıyorsa, her yer kararıyorsa; dünya gözünde Kerbela olur insanın. Savaşa şimdi hiç girmeyelim, tanrının dua işini pek ciddiye almadığını ve biraz ağırdan aldığını düşünüyorum.

Hem Kerbela neresi, Kerç neresi, Libya neresi değil mi ama? Sana acı çektiren adam, kadın nerede, kim? İnsan toprağı, kalbi işte, gerisi laf.

Yoksa bir tatlıya bu kadar anlam yüklenir miydi?

(Foto Urfa'dan. Babam orada görev yaparken teyzem gezmeye yanımıza gelmiş ve eniştem de arkasından. Aşıkmış çok. Evli değillermiş daha. Fotoğrafta ben, abim ve eniştem poz vermişiz. Eniştem öldü, biz yaşıyoruz.  Polişka Urfa'da doğdu, hiç gitmedim oralara ben. Gitsem ne güzel olur. Özellikle fotoğrafta yanında durduğumuz "Balıklı göl"ü görsem.)

Aşure var dolabımda, canım yemek istemiyor. Kazancı Bedih ne güzel, ne içten söylüyor. Görmüş, geçirmiş. Bu insanları seviyorum.

severim

(alıkça belki, ama bu 'gülen yüz' öpüşürken uyumayı sever.)


"...
Yalnızlığı da severim.
Yeter ki, bir dostum gelip arasıra bundan söz etsin
..."*


Bunuel, Son Nefesim adlı kitabında okuyucuyla sohbet eder gibi (ki aslında doğrusu da budur. Yönetmen, ithaf bölümünün altına yazın adamı olmadığını ve kitabın -çoğu filminde birlikte çalıştığı- senarist  Carriére ile söyleşilerinin sonucunda ortaya çıktığını belirtmiştir.) bize yaşamını anlatır. Çocukluğunu, gençliğini, yakın arkadaşları Lorca ve Dali'yi, filmleri, İspanya'yı, savaşı, aşklarını, ve tabii düşlerini (ah, o düşler!) film gibi gözlerimizin önüne serer.


Kitabı zevkle, büyük keyif alarak okumuştum. En sevdiğim bölümde canım Bunuel, sevdiği ve sevmediği şeyleri anlatır. Orada, coşar, aklında ne var ne yoksa söyler, handiyse eteğindeki taşları döker.

Böcekler Üzerine Anılar, kitabına hayrandır. Hatta İncil'den bile üstün görür (onun sözü). Issız bir adaya giderse yalnız bu kitabı götürmeyi düşündüğünü ama sonra hiçbir kitabı almak istemediğini söyler. Sade'ı bir zamanlar sevdiğini, hayranlığı sonra geçse bile (tüm hayranlıklar geçicidir der) üzerinde etkisinin büyük olduğunu itiraf eder. Wagner'i de bir zamanlar çok sevdiğini, yaşamının son yıllarında artık müzik dinlemiyor oluşunun onu çok üzdüğünü açıklar. (Bunuel yavaş yavaş duyma yeteneğini kaybetmiştir.) Yağmur sesini, soğuğu sever. Büyük ulusları yağmur doğurmuştur der ve gençliğinde ona "paltosuz" diye seslendiklerini keyifle hatırlar. Sıcak ülkeleri, çölü, kumu, Arap, Hint ve özellikle Japon uygarlığını sevmediğini söyler (deli Bunuel:)). Sadece Yunan, Roma ve Hıristiyan (haliyle) uygarlıklarını sevdiğini belirtir. Körleri pek sevmem der, çoğu sağır gibi diye ekler tabii:) Dünyanın tüm körleri arasında hiç sevmediği biri varsa onun da Jorge Luis Borges olduğunu, iyi bir yazar olmasının ona saygı duymasına yetmediğini söyler.  Bilgiçlikten ve bilimsel jargondan tiksinirim, der ve Cahiers du Cinéma'daki bazı yazıları okurken kahkalarla güldüğüm çok olmuştur, diye anlatır.

Devamını onun ağzından dinleyelim;

"... Kubrick'in Paths of Glory'sini, Fellini'nin Roma'sını, Ayzenştayn'ın Potemkin Zırhlısı'nı, Marco Ferreri'nin La Grande bouffe'unu çok severim. La Grande bouffe, bence hedonizmin bir anıtı, tensel isteklerin büyük bir trajedisi, bir baş yapıtıdır. Jacques Becker'in Goupi-mainsrouges ve René Clément'ın Jeux Interdits filmini de beğenirim. Daha önce de söylediğim gibi Fritz Lang'ın bütün filmlerini severim. Buster Keaton'ı ve Marx Brothers'ı da çok severim. Potocki'nin romanı ve Has'ın filmi olan La Monuscrit trouvé â Saragosse filmini üç kez görmüştüm, ki bu benim için olağandışı bir şeydir. Bu filmi Alatriste'nin Meksika için Simon del desierto filmi karşılığında satın almasını sağlamıştım.

Renoir'in savaş öncesi filmlerini, Bergman'ın Persona'sını da çok beğenirim. Fellini'den de La dolce vita'yı severim. I Vitelloni'yi hiç göremedim ve buna hala çok üzülürüm. Buna karşılık Casanova filmini seyrederken sonunu beklemeden çıkıp gitmiştim... "**

Bu kitabı okurken yakın bir arkadaşım bana Bunuel'in gençlik resmini (kara kalem gibi, çizilmiş) çerçeveletip hediye etmiş ve arkasına düz olarak yönetmenin sevdiği şeyleri, ters olarak ise sevmediklerini yazmıştı (ne iyi arkadaşımdın sen Ayhan!). O zaman düşünmüştüm şimdi de düşünüyorum, ben böyle bir liste yapsam nasıl olurdu diye. Çok zor tabii, şimdi şu var, bu var, aa, bu da var sevdiğim filan diyeceğim kesin. Sonra sevmediklerim, hep bir haksızlık yapıyor muyum acaba şüphesi. Bunuel ununu elemişti elbette bu kitap yazılırken, benim gibi çaresiz değildi. Onun işi kolaydı nereden baksan:p

Şaka bir yana, şunlar aklıma geliyor;

(Bu resme bakmayı seviyorum, nedenini bilmiyorum tabii. Bir de nereden bulup, bilgisayarıma attığımı.)

Akşam üzeri denizin karşısında (özellikle yüzdükten sonra, yorgun olmalıyım) bira içmeyi, bira içerken güzel bir kitap okumayı, bu kitabın özellikle polisiye olmasını, o sıra rüzgârın hafifçe esmesini, yüzmeyi, yağmur çiselerken yürümeyi, geç yapılan kahvaltıları, evde pişirilen ekmek kokusunu, keki yemekten çok evi mis gibi kokutmasını, Eko'da yazın bira içip sohbet etmeyi, kitaplığın önüne oturup bunlar ne zaman okunacak diye ahlanmayı, Seinfeld'i Poliş'le tekrar tekrar izleyip gülmeyi, gecenin bir vakti film izlerken birden kalkıp, kahvaltı tepsisi hazırlamayı, mantar kızartmayı, tüm peynir çeşitlerini, kırmızı şarabı, çayı, "geç saatte" demlenen çayı, çayın kaynarken çıkarttığı sesi, granül kahveyi sade ve şekerli içmeyi, şekerli türk kahvesini, kahvenin yanına koyulan küçük lokumları, fıstıklı çikolatayı, susamlı kurabiyeyi, Kızlarağası hanını, İstanbul'u turist gibi gezmeyi, Lili filminin bazı bölümlerini tekrar izlemeyi, az kişiyle yapılan sohbetleri, evde oturmayı, yalnızlığı, çok kısa ziyaretleri, nezaketi, verilen selamı almayı, gülümsemeyi, sakinliği, araştırmayı, hemen inanmamayı, hemen güvenmemeyi, Olympos'un eski halini (bu komik, ama gerçek:)), arabasız yolları, tembellik yapmayı, temiz evde dolaşmayı ve kokusunu içime çekmeyi, Blue Car filmindeki naifliği, Miyazaki'nin filmlerindeki bilgeliği, Haneke'nin Caché filmini, Der Himmel über Berlin Gölge oyunu, Jules et Jim, Mulholland Dr. , Repulsion, The Elephant Man, Mayıs Sıkıntısı filmlerini, Rosemary's Baby filminde Mia Farrow'un şirin halini, Özcan Alper'in şiir gibi Sonbahar'ını, Víctor Erice filmlerinin yumuşak görüntüsü altındaki sertliği, John Cassavetes'i, Ken Loach'un yaptığı her şeyi, özellikle Kes filmini, sosyalist olmasını, insanlığını, Bergman'ın tüm filmlerini ama en çok Kış Işığı'nı, korku filmlerini, The Shining'i, Psycho'yu, Picnic at Hanging Rock filmindeki sarı rengi,  Possession filminde Adjani'yi, Bug filmindeki paranoyayı, Groundhog Day filmini, The Talented Mr. Ripley filminin her şeyini,  The Loneliness of the Long Distance Runner  filmindeki sol tavrı, sertliği, sadeliği,  Stranger Than Paradise'daki huzuru, Tarkovski'nin özellikle Ayna'sını, Frozen filmindeki kardeşlik duygusunu, All About Eve filminde Bette Davis'i, Blowup'ı, Vertigo'yu,  Ah Müjgan ah filminde Sadri Alışık'ı, Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni filminde Şener Şen'in, çektiği filmin galasına gelen olmayınca "hani nerede sizinkiler!" diye bağırmasını ve kadının "sen çemberin dışındasın" diye cevap vermesini, Midnight Cowboy filminde bohemlerle dalga geçilmesini, Rüzgar gibi Geçti'yi bin kere izleyip yine yine yeniden Clark Gable'a aşık olmayı, Barry Lyndon filminin tablo gibi olmasını, Bunuel'in tüm filmlerini ama illaki L'âge d'or ve Tristana filmini, Tristana'nın topal bacağını, bu bacak için  Hitchcock'un Bunuel'e dönüp "ah o topal bacak!" demesini, sinema dedikodularını, edebiyat dedikodularını, okuyan ama okuduğunu büyük bir kibirle belirtmeyen insanları, tevrat'ı, Eyüp peygamberi, tanrının insanlara hitap şeklini, akıllı insanları dinlemeyi, Daniel Craig ve onun gibi erkekleri seyretmeyi (hah ha, bu en güzel kısmı), Roma'yı, Brugge şehrine kar yağarken gitme fikrini, özel olduğunu hissetmeyi, herkesin kendisi için böyle düşündüğünü bilmeyi, sevişmeyi, sevişirken "az" konuşmayı, seviştikten sonra sırtımı dönüp güzelce uyumayı, uyandıktan sonra çok konuşmayı, sevdiğim adamın elini tutmayı, o elin ne hissettiğini bilmeyi, kavgalardan sonraki barışma halini, karda yürümeyi, yatılı okulda okuyanları, ağlamayı bilenleri, her şeye ağlamayanları, akıllı kadınları, Heybeliada'yı, ananemin köyündeki büyük evi, güzelliğini lütuf gibi sunmayan insanları, soğukluğun "tarz" olmadığını bilenleri, "düz", kelimeleri eğip bükmeden konuşanları, sorulan soruya cevap verilmesini, "lütfen" cevap verilmemesini, çocuklara iyi davrananları, zayıf, kemikli elleri,  sense of humour'a sahip insanları, Noam Chomsky'yi, sehpanın üzerine kocaman meyve tabağı koyup -ilginçtir- yememeyi, Kaş'ı, denizi, duş almayı, hiç gitmesem bile Artvin'i, Mardin'i, oyun oynamayı, temiz yatağı, tül perdeleri, yazın sadece gecelikle yatmayı, geç yatmayı, geç uyanmayı, gök gürültüsünü, sağanak yağışı, "bazen" özellikle içmişsem tek başına dans etmeyi, tek başınayken ağlamayı, büyük pencereleri, şiiri, öpüşürken uyuyakalmayı, sevgilime "deli" demeyi, onun bana "deli!" demesini, mektup yazmayı, rüzgâr çanını, keman ve ney sesini, eski evleri, dar sokakları, şefkatli insanları, aptal aptal gülmemeyi, hırstan arınmış insanları, yarışmamayı, iyi geceler ve günaydın demeyi, gece lambasını, havluyla yatıp uyuyakalmayı, Haydarpaşa garını, ayın her hâlini, dolunayı, geceyi, özellikle bu geceyi, acımayı bilenleri, acınacak durumu iyice tahlil edip öyle karar vermeyi, annemin mutlu olmasını, rüyaları, heykelleri, güzel resimleri, yemek yapmayı ve çiçek vermeyi bilen erkekleri, uzaktan şehrin ışıklarının görünmesini, taşları, hep uzaktan bakmayı, uzun otobüs yolculuklarını, mezarlıkları, kulübeleri, büyük vazoları, el sıkışırken öylesine sıkmayanları, ekmeği fırından almayı, toprak kokusunu, düşleri, İskenderiye'yi, Gogh'un deliliğini, Bruegel'in kırmızıyı kullanışını, Uccello'nun resimlerindeki derinliği, Caravaggio'nun korkunç resimlerini, Bosch'un tuhaf insanlarını, İkarus'un düşüşü'nü kimsenin görmemesini, Giacometti'nin heykellerindeki yalnızlığı, derin derin nefes almayı, yumuşak koltukları, yatakta iki yastık olmasını, yatarken tek yastığı hafifçe kaydırmayı, yüzüstü yatmayı, vhs kasetleri, papatyayı, karanfili, her nöbette bahçede yürürken göğe bakıp üzülmeyi, o günü düşünmeyi, yemek pişirmeyi, salatayı, fırında pişen kestaneyi, sıcak çorbayı...

severim.

Of, ne zor işmiş! Filmlere biraz girebildim, kitaplar, yazarlar ve müzik ve hatta şairler olmasın listede, çok nafile bir çaba. Sevmediklerim de sonraya kalsın.

sahi, öpüşürken uyursan nasıl rüyalar görürsün?***


--------------------------
* Bunuel'in Son Nefesim adlı kitabının bahsettiğim bölümünden.
**Yazının devamını merak edenler varsa şuraya buyursun.
***Bunuel yaşasa filmini çekerdi, ben de "unuttum!" demez, onun filminden kopya çekerdim.

Cuma, Mart 18, 2011

hasta

Psycho, 1960 / Janet Leigh


"...
Voodoo kız biliyor ki
maalesef lanetli.
Durumu felaket zor
çünkü biri ona çok yaklaşınca

iğneler kalbine daha çok saplanıyor."

                   t. burton/voodoo kız

Hastalık, sabah acıyla uyanma, gece seyredilen film, diş fırçalarken bir yere yaslanma ihtiyacı,  bilgisayarı kenara itme, battaniye, sıcak salon, yatağı özleme, dünyada çekilmiş en aptal film, sıcak su torbası,  ağlarken yağmur sesinden nefret etmek, yarıda bırakılan bir film daha, sabahın köründe mesaj yazmak, tekrar sıcak su torbası, arka arkaya alınan ilaç, sesini kimsenin duymaması, açık kalmış tv, ses yok, tansiyon aleti, ellerini karnına bastırıp dua etmek, evde yağmur sesinden başka sesin olmaması, çığlık, iyileşmeyi istemek, ağrı, ağrı kesici, küfretmek, salona gitmeyi istemek, aydınlık, yatak odası cehennem, bütün acı orada kalacak sanki, sabah yedi, gözler ağrıdan açık, saat bir, acıya bedenin dayanamaması, uyku, kâbus, rüyada herkesin olması, korku filmi gibi gülen yüzler, vücudun artık serseme dönmesi, koltuğa iki büklüm gitmek, yağmur sesi, ağrın gibi düzenli, hazır çorba, iyileşmek için saçını tarama, derli toplu hastalık, çay, sızı, yağmur, yemek programı, hastalık.

Kısacık ömür, ne kadar ciddi olabilir?

On yıl önce -yok daha fazla-, okuduğun kitaptan 'sayıkladığın' satırlar uykuna sızar;

Yoksul ve zavallı bu zenginlik! Yoksul ve zavallı bu kâşane! Yoksul ve zavallı bu insanlar! Yoksul ve zavallı!"*
------------------------
*Schrödinger'in Kedisi (Kâbus)/a. Alatlı

Perşembe, Mart 17, 2011

çok "acıklı" yemek


(Bu siteyi Poliş keşfetmişti, çok beğeniyorum kadının yaptığı şeyleri. Hatta harika buluyorum.)


Gece, koltukta otururken bir dışarıya, şehre dalıyorum bir de tv'de akan görüntülere. Düzenli seyrettiğim hiçbir şey yok, Behzat Ç.'ye bakıyordum aylar önce, iki üç bölüm seyretmiştim. Kaldı öyle. Boş bir zamanımda bira içerek netten izlerim diyorum hep, izlemediğim o kadar çok bölüm birikti ki sanırım alkolizme doğru bir kapı açtım fark etmeden.

İki gecedir bir programa rastlıyorum, MasterChef adı. Nette oyalanırken o açık oluyor ve seyrediyorum. Çok eğlenceli bir program, ben zaten yemek yapmayı severim, hoş oluyor izlemesi. Bir de katılanların çoğu az çok biliyor bir şeyler, amatör değiller yani. Jüri de -bir kişi dışında- fena değil. Kibar ve deneyimliler.

Tek bir sorunum var bu programla ilgili; ikidir gözlerim doluyor seyrederken. Hayır, kötü bir şey söyleyen ya da acıklı hikâyeler anlatan filan da yok. Ne oluyor bana bilmiyorum. Birinin yaptığı yemek beğenilmedi mi, hop benim gözlerim sulanmaya başlıyor! Hah ha, deliriyorum:p

Çarşamba, Mart 16, 2011

cinlerin ağırlığı

(Misafirlikteyiz, dayısının evinde Luli tv izliyoruz. Lily izliyor aslında, ben ona bakıyorum.)


"je suis malade tout à fait, mais ce n'est pas trop mauvais d'être malade."*

İstanbul'a, evine gittiğinden beri Lily telefonda tek bir soru soruyor bana; "bugün ne yaptın, peki?". "Ne yapayım Liliş, uyandım, kahvaltı yaptım", diyorum, hoşuna gitmiyor. "Hasta ve yaramaz çocuklar var onlara baktım, işe gittim", diyorum. Çocukların ne yuttuğu, çekilen filmde nasıl bir şekil göründüğü filan ilgisini çekiyor, fakat tekrar soruyor; "başka ne yaptın peki, bugün ne yaptın acaba?". Allahtan sesi komik, kelimeler eciş bücüş çıkıyor ağzından da ciddiye almıyorum, yoksa beter olacak.

Yaz kokusu çok yoğundu bugün. Gelmiş artık, bundan sonra ne kadar soğuk olursa olsun fark etmez. Mont filan giymedim, hırka bile fazlaydı. Henüz, "güzel sıcak". Kokularla çok tuhaf bir ilişkim var benim. Hiçbir duyu organıma burnuma güvendiğim kadar güvenmem. Kokuları yoğun hissederim. Hem iyi hem kötü bu. Havanın yaz koktuğunu korkuyla hissettim çünkü. Yazı çok severim, baharı daha çok, sorun bu değil. Fakat bu sefer yaz kokusu yapmam gerekenleri de hatırlattı bana. Aslında hatırladığım yapılması gerekenler değil, geçtiğimiz yaz başlangıçlarında ne yaptığımdı. Koşturup duruyordum; bölümdeki koridorların kokusu, fotokopi, korku ya da saniyelik huzur, endişe, endişe. Doktorayı bırakmaya karar verdiğimde kıştı, şimdi baharda da bu kararı tekrarlamak zorundayım. Kendimi havaya uydurmalı, geçişi sert yapmamalıyım. Çünkü inanç gündüzleri biraz yitiyor.** Ne arkeoloji ne de kariyer umrumda, sorulardan bıktım ve belki bazı geceler evimde yatmamaktan.

Bu gece bir bira içip, Cinler'den parçalar okudum. Çok fazla yeri çizmişim. Çizdiğim yerleri on yıl sonra tekrar anladım. Pyotr Stepanoviç'in kayıtsız, ve küstah tırnaklarını kestiği bölümde yine ürperdim. Ve şu cümlelerin kokusunu biliyorum;

"Beş, altısı birden gelen saniyelerim oluyor, içimi sonsuz bir huzurun doldurduğunu sezinliyorum. Yeryüzündeki hayatla ilgisi yok bunun; öteki dünyayla ilgili olduğunu söylemek istemiyorum, ama yeryüzü insanının kaldırabileceği, dayanabileceği bir şey de değildir."***

Kitabın ilk sayfasına Brecht'ten bir şiir karalanmış;

"...
Marie Sanders, sevgilinin saçları kapkara
İyi olur gitmesen bugün
Dün gittiğin gibi ona
'Ten ürperiyor kenar semtlerde
Trampetler katıyor yeri göğe
Tanrım bir şey yapacaklarsa eğer
Yapacaklar bu gece'
..."

Siz, bazı şeylerin, bazı anlarda, bazı kişilere ne kadar ağır geldiğini bilir misiniz? Yarın yataktan çıkmak istememeyi, tırnaklarını kayıtsızca kesmeyi, bir kez olsun -sadece bir kez- gökyüzüne ürpermeden bakmayı?

---------------------------------------
*"Çok hastayım, ama hasta olmak çok kötü bir şey değil." cinler/dostoyevski
**Cinler'den.
***Kirillov'un "hazırlıklı" konuşması. Cinler'den.

Pazar, Mart 13, 2011

ışığı kırdın ve bulanıklaştın; şimdi benimsin sen

Marc Chagall/Lovers in the Lilacs

"...
oysa kalbim işte şuracıkta çarpıyordu
şurda senin gözlerindeki bakımsız mavi, güzel laflı istanbullar
şurda da etin çoğalıyordu dokundukça lafların dünyaların
öyle düzeltici öyle yerine getiriciydi sevmek
ki karaköy köprüsüne yağmur yağarken

bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
çünkü iki kişiydik

..."
C. Süreya/aşk


"Birbirimizi kollayalım, sesimizi, duruşumuzu, bakışımızı, sevgimizi, bizi diğer herkesten ayıran “o şeyi” koruyalım."

"... 'o şey'; bir yağmur kaçaklığı, bakışsız bir kedi kara, sarı bir oda, zırhından soyunmuş delilik, vakitsiz uzayan bacaklar, senin camına konan bir kuş, Giacometti, uykusuzluk, öpülen bir saç, yanmış bir gar, ‘ancak o zaman söylenen ve o zaman gelince söylenmeden anlaşılan hikaye’, huysuzluk, kıskançlık, sakinlik, kelime, bir çok kelime, bir çok söz, önce var olan söz, bildiğimiz söz, ve söze sığmayan şey, 'o şey'. ..."
-----------
Doğum günleri önemlidir, öğreteceğim:) İyi ki doğdun canım, kutlu olsun.

ay-y büyüdüm!*


"sahi senden mi doğdum anne
yollar nehirler kuşluk vakitleri dururken
bir insandan mı doğar bir çocuk

Anne senin yüreğin taş olsa dayanır mı
Kuş olsa çiçek olsa gündüz olsa
Kırılmaz mı acıdan bir sap menekşenin boynu

Bu kez dağlar doğursun beni anne
Sen de ılık bir yağmur ol
Durmadan yağ kanayan yerlerime
"
                                                    h. Ergülen


Annem gitti, Onu yolcu ettim sabah, sonra çay demleyip kahvaltı yaptım ve şimdi de elma yiyorum. Hayır, ağlak olmayacağım. Gidiş, geliş hiç fark etmez, sadece devinim (aslında yolculuk hazırlığı)  rahatsız eder beni. Hep etmiştir, bunun için yüzyıllarca oturabilirim yerimde, sorun olmasın diye. Annemin gidişiyle evde ses kesildi. Boş teneke gibi, tın tın! Annem neşeli biridir, onun olduğu yerde mutluluk kendisine geniş geniş yer bulur. Bu kadar çok acı çekip, yüzünü yine de aydınlık tutması çok tuhaf. Yok yahu, tuhaf demeyecektim, çok güzel çok:) Ben ona benzerim biraz, biz ikimiz evin üstündeki bulutlar dağılsın diye, akla hayale gelmeyen bahaneler buluruz bir araya gelince. Hatta son yaşadığımız sorun hakkında annemle konuşmamız biraz saflığa doğru kayınca, "anne duymasınlar, aman", diye uyardım. Hele Poliş'le Serap!:p (hah ha böyle yani, bir blog da siz açın, rahatsız olursanız sevgili kardeşlerim. 'karamazovlar'ım benim:))

Otuz beşime basacağım bu yıl, sanırım yani. Hesap kitabı bıraktım bir süre önce, ondan bu sanı. Eee az yaşamamışım, yine de anlamadığım bir şey var, şairin sorduğu şey;  "bir insandan mı doğar bir çocuk?"  Zor bir soru bu, onlarca doğuma girdim durumu gördüm kısaca, yine de anlamıyorum. Gerede'de çalışırken arkadaşım ebeydi, benden büyüktü ve (benim gibi:)) narin bir kızdı. Hiç doğum yaptırmamış, hemşire olarak çalışmıştı hep. İlk doğumunda ben de girdim doğumhaneye. Öyle komiktik ki! Şimdi düşünüyorum da, Bunuel bizi görse güzel bir film çekerdi, yok yok Kubrick diyelim. Filmin adı da "Justine, korkmayı bırakıp doğum yaptırmayı nasıl öğrendim!", olurdu. Manzara şöyle; ben bir yandan kadının karnına hafif baskı yaparken, kız bebeğin başını bulup tutmaya çalışıyor. Kadın çığlık çığlığa, litotomi masasında kan gövdeyi götürüyor tabii (hah ha, doğum yapacak olan varsa, yapmaz artık), bir yandan bebeğin göbeğini kesiyor diğer yandan da dikiş atıyoruz. Ayrıca hiç öyle filmlerdeki gibi olmuyordu Gerede'deki doğum hâlleri. Anneye, "kızın -ya da oğlun- oldu, gözün aydın" gibi bir şey dediğinde arkadaşım, "aman ne olursa olsun, kurtarın beni bu acıdan" filan diyorlardı. Kutsallık, uhrevi durumlar filan hak getire:p Sonra bu olayı kadın doğumcu doktor arkadaşla konuşmuştum (o da Gerede'de çalışıyordu), mucizevi bir olay diye edebi bir dille anlatıyorum elbette. Dinlemiş dinlemiş sonra; "valla kimse senin gibi bunun şiirsel bir şey olduğunu düşünmüyor, inan bana. hele buradaki kadınlar, asla!", diye cevap vermişti. Tuhaf bir adamdı kabul ediyorum ama biraz haklıydı galiba. Nedir yani, benim halleşememe sorunum sadece, ötesi milyonlarca kadının doğurması.

Tamam, anlamaya çalışıyorum. Yavaş yavaş. Bakın bir de ne geldi aklıma, siz de duydunuz mu acaba; kızlar kardeş sayılırlarmış annelerine**?
(Üç dört yıl öncesinin fotosu bu, kordon'a o gün bir çıktım, sonra da çıkmadım valla! Ne bileyim sanırım mevki ters:p Ve bu şehrin güneşi gözünüzü böyle alır işte, bakamazsınız etrafa. Yakar, yakar, yakar.)


Biz bu konuya nereden geldik yahu? Unuttum iyi mi!?

Geçelim. İzmir sıcak bugün! Sıcacık. Millet sahilde geziyordur ne güzel. Beni de çağırdılar, gitmedim. Bin türlü bahane, sonra bahanelere kendim de inandım sanırım, kalktım bir,  üstüme başıma baktım. O kadar da değil yani, çıksam çıkarmışım:) Yaz geliyor millet, bana bakmayın siz, çıkın evden ötelere. Hava iyidir.

"...
yolda bir kadın görürseniz
önce geçip gitmesini bekleyin
ve ikiye ayrılır ayrılmaz
kendinize yollardan yol beğenin!
...***
-------------------------------------------
*hafız/hafıza - (ve biz biliyoruz ki bu mahlâs Haydar Ergülen'in.)
**hafız'a/küçük kız
***hafız/kadın yoldadır!