Çarşamba, Eylül 24, 2014

acı reçel, acı cümleler


(acı domates reçeli yapımının dört aşaması, benim reçele kavanoz büyük geldi, netteki çoğu tarifte ters çevrilecek yazıyordu, ters çevirdim ama görüntü daha da komik oldu. hem ters çevirmek sanırım kavanozun havası için yapılıyor, eh benim kavanozun yarısı boş zaten, almış havasını alacağı kadar haliyle ters görüntü hayatımın reçel kavanozuyla sembolize edilmesi dışında pek bir işe yaramadı. onunçün fotoyu kendime sakladım, arada bakıp bakıp ağlarım ihtimal.;p)

Geçen kıştan beri aklımdaydı, yaz gelsin mis kokan, lezzetli, domates gibi domatesler çıkınca yaparım diyordum -her zaman olduğu gibi- unuttum gitti. Bu akşamüstü hava almak için şöyle bir dolaşırken kendime verdiğim sözü de hatırladım (beyne oksijen gitmesinin faydaları vol i); "o reçel artık yapılmalı, yap!". Leylak Dalı, -sağolsun- mevzubahis reçelin tarifini çok önceden vermişti bana, o tarifi aradım buldum, manavdan sert, etli ve küçük domatesleri itinayla seçtim, biraz acı biber aldım, limon ve sarmısak zaten vardı, eve gelip hemen yapmaya başladım. Bu reçelin diğer reçellerden farkı içine acı biber katılması ve bildiğimiz meyvelerle değil domatesle yapılması -imiş- (domates de meyve demeyin, üzülürüm;/). Böyle ilginç tatları merak ederim ben ve yeni lezzetlere burun kıvırmam onun için denemek istedim. (yalnız ben tarifteki üç sivri biber yerine bir tane kattım. leylak dalı zaten uyarmıştı biber miktarını azaltabilirsin diye, acıdan da çekinince elim korkak gitti ölçüye) Bakalım nasıl olacak, tadayım yazarım buraya. 

Reçeli yaparken radyoz'nin bugün çok isteyip bir türlü dinleyemediğim "yağmur şarkılarını" dinledim, fakat bir sorun var o sitede (zelda duy sesimi) şarkıların hepsi görünmüyor sayfada, sadece bir ya da iki tanesi çalınabiliyor. Ben de radyosuna tıkladım, harikaydı şarkılar, çok güzel eşlik ettiler reçelin kaynama sesine. Buraya onlardan birini koyacaktım ama dün gece defalarca dinlediğim şu şarkı takıldı dilime, onu koyayım burada da dursun. Üstelik anlamlı da olur. Anlam aşağıda, buyrun;


Bu cumartesi, bir terslik olmazsa eğer uzun süredir yapamadığım bir şeyi yapacağım; Bostanlı Açıkhava'da Birsen Tezer ve Hüsnü Arkan'ın dinletisi varmış, biletleri aldım oraya gideceğim. Bostanlı taraflarını hiç bilmem ben, vapurla gidip (istanbul dışında vapuru hiç kullanmıyorum) sevdiğim birini dinlemek (arkan'ı çok severim ben, tezer'in sesi de harika, eh bir taşla iki kuş) bu kadar cazip gelmese belki bin yıl geçse de gitmezdim ama işte müzik baştan çıkarttı. Eskiden çok giderdim konserlere, nöbetten çıkıp caz festivali için İstanbul'a gittiğimi bilirim, hem de berbat bir tren yolculuğuyla! Sanırım artık heyecanlar da azaldı, her şey dinlendi, izlendi, sevildi, bitti.

Daha fazla dramatikleşip ananemin ruhu beni ele geçirmeden gideyim. Şu cümlelerle kalın siz de;  

"Hep bir izlendiğim, yalnız olmadığım hissi vardı, sanki bunu sırf birine göstermelik olsun diye yapıyordum ve bu eylem yalnızca kendiliğinden, saf ve ahlâklı bir şekilde olursa gerçekleştirilebilirdi. 

Bir de o ses, ışık ve gökyüzü..

Kaderimin gidişatı ortadaydı: Aşağı, aşağı, hep aşağı."*

----------------------------
*Fowles'ın Büyücü'sünü okuyorum, ondan bu cümleler. Yazın başlamıştım kitaba aylardır elimde. Uzun süredir zaten elime alamıyordum  da, onun da ötesinde -sanırım- Fowles'ı yavaş yavaş okumak daha iyi geliyor bana. (dün gece yaşadım bu aydınlanmayı ve hemen sizinle paylaştım;p) Cümleleri sert, alaycı, umursamaz, onu hızla okumak zeki birinin işine gelir belki, daha az yaralanır ama ben onun cümleleriyle canımı acıtmayı seviyorum. Böyle devam. 

Cumartesi, Eylül 13, 2014

yavaş


(her şeye gücümüz yeter, kutsandık filan ama işareti pek beceremedik.)




"Derken piyano başladı, bir valsin hüzünlü nağmeleri açık pencerelerden etrafa yayıldı, ve herkes bir sebepten mevsimin bahar olduğunu anımsadı, bir Mayıs akşamıydı, herkes güllerin, leylakların ve taze kavak yapraklarının kokusunu duyuyordu. Riyaboviç içtiği brandinin ve müziğin tesiriye, pencereye doğru baktı, genç adama göre, çiçeklerin, yaprakların kokuları bahçeden değil, hanımların yüzlerinden ve elbiselerinden geliyordu."*


Gözlerimi onunla açıyor, gün boyu onunla dolaşıp yine onunla yatıyorum. İyi mi kötü mü olduğuna bir türlü karar veremediğim, ama etkisi kesin olan eski bir şaka gibi aklıma geliyor bu öykü. Hem üzüyor hem mutluluk veriyor, evet, iyi mi kötü mü bilmiyorum, bahar gibi belki, öyle diyelim. Çehov'un Öpücük öyküsünden bahsediyorum, o kadar çok oldu ki okuyalı hâlâ beni peşinden sürüklemesi tuhaf, öyküdeki öpüş gibi kalbi tam on ikiden vuruyor başka açıklaması yok. Bahsettiğim öykü kısacık, mayıs ayında (elbette!) geçiyor ve topçu birliğinden bir askerin yaşadığı kısacık bir anı anlatıyor. Riyaboviç, hikâyenin kahramanı ama hikâye herhangi bir kahramana ihtiyaç duymayacak kadar naif, kırılgan. Tamam, eklemeliyim; elbette yalnız. Riyaboviç, öylesine gittiği davette tüm sıradanlığını, zavallılığını (bizim büyük çaresizliğimiz, hepimizin?), kimsesizliğini unutturan -yanlış- bir öpücükle tanışır ve olanlar olur. Artık mayıs daha mayıs, kuşlar daha şarkılı, uykular daha rüyalıdır. Aslında öpücük onun bile değildir, olsun, bir ışık, bir ürperti, sana tüm çirkinliğini unutturan tanrısal kutsama, ötesini boş verelim. 

Öyle yapmadık mı, boş vermedik mi?

Tatil fotoğrafları var elimde, çok uzun süre önce seçip klasörlemişim. Buraya koyup daha önce yaptığım gibi uzun bir yazıyla anlatacaktım, keyifsizim. Hani çok şaşırtıcı, güzel bir şey olur da onu kalbinizde taşıyamazsınız ya, sonra onun sarhoşluğuyla anlatsam mı anlatmasam mı diye şaşkınca dolanırsınız etrafta, ve bir zaman gelir o anlar dağılır, gerçek daha gerçek, ayna daha nettir, onun gibi işte. Askerin yaşadığı gibi bir şey yaşamadım -yakın zamanda en azından!- hayat aynı ezberle akıyor, bir yorgunluk çayıyla mutlu olup, okuduğum kitabın bir cümlesiyle heyecanlanıyorum hâlâ, keyifsizliğim de anlatılacak somut bir şeyden değil, ama kalbin o; "tamam, artık biliyorum, yavaşlayacağım" sesini kulağımın dibinde duyuyorum. 

Ses uzaklaşsın, tatili, geçen günleri, okuduğumu, izlediğimi anlatırım, konuşuruz.

-------------------
*Anton Çehov, Öpücük / Bütün Öyküler 4 (1887) Cem Yayınevi (çev. Mehmet Özgül)

p.s.: -Hah, şuna da bakın lütfen; kitabın kapaklarından biri, bayılmıştım ben gördüğümde.  Öyküyü tek bir çizimle anlatıyor, olağanüstü, nefis. Müziği dinlemeyi de unutmayın, bu öykünün, öpücüğün bir müziği olsaydı bu olurdu, eminim.
-Header'ı değiştirip sayfayı da havalandırayım tamamdır. Ve kaçtım.