Cuma, Mayıs 18, 2012

cumartesi yoldayım!

(geçen yaz olympos tatilinden; ablamla kâh kitap okuyor, kâh sohbet ediyor, kâh içiyorduk, eh arada da fotoğraf çekiyorduk tabii;) kâh ne komik kelime yahu ve ben tatili gerçekten özledim:/)



Çok çok az kaldı, yarın geçsin ertesi gün izin başlıyor, hmmm yarın akşam nöbetçiyim, sabah eve geleceğim, ve akşam İstanbul. Ben böyle komik komik hesaplar yaparım, mesela parmak hesabım ünlüdür. Matematiğim fena değildir aslında, hesap kitap işlerinden anlarım ama iş böyle basit işlemlere gelince orada kimseye çaktırmadan parmaklarımla saymaya başlarım. Gece karanlıkta, yatakta kolay olur, benim elim yatağın altına doğru gider ve parmaklar tek tek sayılır, bir iki üç... tam komedi! Bir de fark edenler oluyor hâliyle, Poliş iyi bilir, hastanedeki arkadaşlardan görenler oldu, ve C. tabii. Bir zaman telefonla konuşurken beni görmeden anlamıştı; "sen yine ne yapıyorsun öyle, parmağınla mı sayıyorsun?", daha önce görmüştü evet ;p

Geçenlerde bir gün, arkadaşın biriyle konuşuyorduk hastanede, bana yekten sordu; "sen neden kimsenin düğününe derneğine gitmiyorsun", diye. İlginçtir, bu yeni evde düğün gürültüsünden dolayı delirdiğimi de biliyor kendisi. Yani ben bir düğüne gitsem -kazara elbette- ancak seri katil olarak milleti taramaya filan giderim sanırım. Neyse, bunu geçelim, devam etti arkadaş, senin düğününe gelen olmazsa ne yapacaksın? A ha, işte zurnanın zırt dediği yer (zurna deyince bile aklıma sokak düğünü gürültüsü geldi, çirkin, dayanılmaz. neler çektiğimi bir bilseniz, acırsınız bana), daha önce de böyle pragmatik bir anlayışla karşılaşmıştım. Evlilik iyi bir şey, sen gecenin bir yarısı sakatlandığında nasıl hastaneye gideceksin, demişti arkadaşım ve şimdi kendisi hastaneye beraber gitmek için üçüncü eşini buldu, eh yol arkadaşı bulmak zor iş tabii, deneme yanılma yöntemi gerekiyor;p Ne diyordum, evet işte, evlilikle değil ama bu faydacı anlayışla ilgili bir sorunum var. Küçük parmak hesaplarıyla, o gitti ben de gideyim, o gelmedi, öyleyse buradan evimde oynayıp eşlik edeyim demeyin, bir zahmet düğünüme de gelmeyin lütfen;p Hah ha, bu ne yahu, böyle bitmeyecekti bu bahis, iyice saçmaladım. Uykum geldi sanırım, ya da hastanedekilere (okuyan olduğunu sanmam ya) buradan laf atıyorum. Yoksa evlilik filan yok gündemde, evlilik sosyal insanlar içindir hem, benim gibi net sosyalleri için değil;) (twitter, daha dün bir bugün iki, eee face adresim de yok, varsa yoksa canım bloğum var, nasıl net sosyali oluyorsam, o da başka bir muamma? kendi kendisini yalanlayan, saf justine)

Rüyamda uçak kazası oluyormuş ve ben kazayı önceden hissediyormuşum, böyle saçma şeyler gördüm. Bildiniz, Final Destination  serisi. Hayır, etkilenmedim o saçma ve muhteşem(!)  seriden, sadece aynı oradaki tipler gibi binmesem mi acaba deyip durdum rüyamda. Annem de kahvaltıda fırtına varmış, uçuşlar erteleniyormuş filan falan deyince gülmeye başladım. Acaba? Yok canım, alt tarafı İzmir-İstanbul, 45 dakikalık yolculuk. Ama, yoksa?  E heh, şaşkın ben.

Şimdi alakasız olacak, fakat söylemeliyim; hep var olan bir şeydi, baharda coştu iyice, şu pazarı, pazarcıları, enginar ve taze sebzeleri öven yazıları görünce çok gülüyorum ben. Tamam, dozunda ve içtenlikle yapılınca güzel de diğer türlü çok sakil duruyor inanın. Eğreti, komik, özenti. Baklayı aldım, neredeyse pişirmeden yedim, bademle kahvaltı yaptım, sütü mayaladım, ineği bağladım kaçmasın, evet evet çok pastoraliz hepimiz. Bir de böyle ballandırarak anlatanlardan birini gördüm tesadüfen, şok oldum, pazarcıyı da yemişti valla. Acıdım zavallı pazarcıya. Bu konuyu da yeşil erik candır diye bitirelim hadi;)

Bu geçen zamanda yeni bir kitaba başladım, Kurt Vonnegut okuyorum, Mezbaha No. 5. Çok mutluyum Vonnegut okuduğum için, kaç zamandır bekliyordu kitaplığımda, sonunda kavuştum kendisine. Akıcı, komik ve sarkastik bir dili var yazarın, komedi ve sarkazmı özellikle ayırdım, çünkü ironi yapıp lafı orada bırakmıyor Vonnegut, basbayağı güldürüyor, hani Aslan Asker Şvayk gibi, saf komedi. Çok hoş. 

Hmmm, hastanede yarım bıraktığım mevzuyu tamamlayıp, bakla seven millete de hiç yoktan laf attığıma göre artık sizinle vedalaşabilirim. Tatilde belki sık yazamam -ki yazmayı düşünüyorum-, bir önceki ısınma yazısı olmuştu, bu yazı da bloğu tazeleme ve sizlerle merhabalaşma yazısı olsun madem. 

Herkese sevgi ve öpücüklerimi gönderirken, etrafı rahatsız eden düğünleri yapmak yerine sadece nikâh yapsanız ya, böylesi daha sakin ve dingin olmaz mı dostlar, diye de soruyorum;p Aaa pardon, etrafı rahatsız etmeden eğlenenleri tenzih edelim hemen, sonra başımıza iş almayalım giderayak, zaten enginarcılara bile sataştım. Ciao!;p

------------
p.s.: -Müzikleri dinlemeden geçmeyin lütfen, yine(!) çok güzel şarkılar seçtim sizin için. 
-Yazıya koyduğum fotoğrafın bir benzerini daha önce koymuşum bloğa, yedi farkı bulun gibi olmuş.
-Son olarak, biraz önce yağmur başladı, ya fırtına?;)

Çarşamba, Mayıs 09, 2012

ölümü, savaşları, suçu, cezayı... peki, geceyi ne yapmalı?

 (foto şuradan)

 (Gods And Monsters-Avenue of Hope)

Böyle güzel bir havada savaşlardan, kibri boyundan büyük krallardan, idama birkaç saati kalmış kederli mahkumlardan  bahsetmeme kızmazsınız değil mi? Hiç sanmıyorum, kızmazsınız sanki, çünkü siz de tanrılar ve canavarların gazabından korkup, sinirlenerek, gündüz boş verseniz bile (gündüz dua edilmezmiş) gece böyle şeyleri düşünüyor, kendi canınızı bile isteye yakıyorsunuz bana kalırsa. Nereden mi biliyorum; sizi tanıyorum ben, hmmm, elbette kendimden;p

Koştura koştura yaşıyorum son günlerde, yaptığım bir şey de yok, hatta kelimenin gerçek manasıyla koşmuyorum bile, gayet yavaşım. İş, ev ve arada canım çok sıkıldığında, kafam attığında mahalle barı (komiklik olsun diye yazdım, evet), bunlar arasında dönüp duruyorum. Ama nasıl yorgunum, nasıl yorulmuşum düşünmekten, bilseniz. Bir sorun vardı başımda, bir süredir onunla meşgulüm, davalık, mahkemelik bir şey, e heh karşımda da devlet var, ne güzel değil mi?;p Her neyse, davamı açtım, oturdum yerime, bakalım neler olacak? Bu arada ablam ve Liliş gittiler, doğa boşluk kabul etmez hemen ertesi gün Polişka geldi, okeye dördü bekliyoruz artık;)  

Bugün komiğim sanırım, yol yakınken kaçın bence;p 




İki kitap çok oyalanmıştı elimde, bittiler bu geçen zamanda. Biri kaçan mahkumum; "Bir İdam Mahkumunun Son Günü", kaçamadı tabii, kitap bulundu o da idam edildi. Keyifsiz, üzücü bir konu bu, konuşuruz. Diğer roman,  elimdeki kitap kaybolunca arada başladığım; Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara. İki roman da güzeldi, çok fazla etkilenmedim, yalan yok, uzun bir süre aklımda gezdirmeyeceğim onları ama biri keyifli bir okumaydı diğeri ise hem beni lise yıllarıma götürdü hem de ölüm cezası üzerine tekrar düşünmemi sağladı. Lise yıllarında hümanist bir kızcağızdım, şimdi değilim diyorum hep, fakat ölüm cezası ve onun devlet eliyle verilmesi -devlet şiddeti- konusunda hâlâ  aynı görüşteyim, onu anladım bu tekrar okumada. 

"Elleri yıkamak iyidir, ama kanın akmasını önlemek daha iyi olacaktır."

Hugo'nun bir idam mahkumunun son saatlerini anlattığı roman, modern edebiyatta iç sesin kullanıldığı ilk romanmış. İç ses, roman kahramanına okuyucuyu yakınlaştırırken, onun ne hissettiğini birebir yaşamamızı da sağlıyor. Kısa bir özet geçeyim; kitap, "bir trajedi hakkında bir komedi" bölümüyle açılıyor. Bu bölümde farklı mesleklerden, farklı farklı kişilerin idam, ölüm cezası ve bizzat elimizdeki kitap hakkındaki görüşlerini öğreniyoruz. Kimi filozof, kimi şair, kimi uşak, kimi soylu hatta kimi soysuz(!) olan bu bir avuç kişi (9-10 karakter var diye hatırlıyorum), aynı fikirdeler; ellerindeki idama karşı olan mevzubahis kitap, beter bir kitaptır, korkunç ve anlamsızdır. Yazarına hakaret eder (ve hatta yazarın ismini kimse hatırlamaz, o kadar önemsizdir), canlarını sıkmaya kimsenin hakkı olmadığını söyler, kafalarının karışmasını istemezler. O dönemde (kitap Fransız İhtilali'ni izleyen yıllarda, 1800'lerin başında kaleme alınmış) idam cezası bir tür şenlik gibi görülüyor, halk idamı izlemek için Greve meydanında (giyotin cezasının uygulandığı ünlü meydanmış) yer tutuyor, çığlık çığlığa alkış ve sloganlarla devletin cezasını uygulayış şekline destek veriyor. Bu iş, medeniyetten nasibini almamış bu coşku gösterisi, Hugo'nun canını sıkar, yazarın sorunu (bana göre), suçun cezasız kalması, cezanın fazlalığı ya da eksikliği değildir, böyle ilkel bir gösteri, uygarlık için en büyük engeldir, tanrıların ve ceza vermeye teşne kralların yerini devletin alması onu üzer. Suçu işleyen insanlıktan çıkmış görülüyorsa da (ki mahkûm, romanın bir yerinde bunu itiraf eder) ona cezayı veren devlet bu hareketiyle suçluyla aynı seviyeye gelmektedir. Ölüm cezası, suç ne olursa olsun "fazladır", ölümü beklemek, bin kez ölmekle eş değerdir. Tekrar romana dönelim; piyes şeklindeki ilk bölümden sonra gerçek roman başlar ve biz idam mahkûmuyla başbaşa kalırız. Suçunu bize söylemez (yazarın bunu özellikle yaptığını biliyorum, okuyucunun yargıç konumunda olmasından dikkatle kaçınıyor Hugo, ve bana kalırsa bunun için çok çok büyük bir yazar), pişman olup olmadığını da bilmeyiz, hatta jandarmanın sorduğu "suçlu, iyi biri misin?", sorusuna "hayır" diye net bir cevap verir, tek bildiğimiz çok korktuğu ve artık içeriye giren adamla aynı kişi olmadığıdır. Bu kitabı okuduğum lise yıllarımda Aziz Nesin'in Surnâme'sini de okumuştum. Nesin, Hugo'nun bu önemli kitabından çok etkilendiğini itiraf ediyordu. Ben de Nesin'in romanından çok etkilendiğimi hatırlıyorum şimdi, silik, çok silik hatırlıyorum kitabı, ama etkisi gerçekten güçlüydü. (keşke tekrar okuyabilsem onu da) 


  (ve bu foto da şuradan)

Suçunu bilmediğimiz, özdeşleşecek doğru düzgün bir hareketini bile görmediğimiz adama yine de acırız biz, onun ölüm düşüncesini kafasından atamaması kabusumuz olur, romanın başında kürek mahkûmu olmayı redderken zaman ilerledikçe bu düşüncesinin değişmesi bile biraz önce dediğim şeye kanıttır aslında, ölüm cezası verilen kişi, ölüm cezasının uygulanacağı kişi değildir. Biraz daha yaşamak ister, kötü şartlar, güneşi görmemek filan fark etmez, güneşin hemen duvarın arkasından doğma fikri ve bunu bilmek yeter ona. 
Böyle kitaplar elimi kolumu bağlıyor benim. Zaten ne zaman biri, suçtan ve cezadan bahsetse orada dururum ben. Bu kitap Dostoyevski'nin Sibirya'ya yollandığı ve affedildiği zaman çar'a nasıl bir minnet duyduğunu da hatırlattı bana. Dosto, ceza fikriyle geceler boyu yalnız kalan suçlunun büyük bir değişim geçirdiğini söylüyordu. Buna katılıyorum; ağır bir düşünceyi, yargıyı (veren kim?  neden? nasıl?) kafasında bir yük gibi taşıyan insan, boynunda bir kılıcın soğukluğuyla yaşayan biri kendisini de sorgulamak zorundadır çünkü. Ve kişinin kendi kendisiyle muhasebesi -belki- cennet için küçük bir umuttur. Bilmiyorum tabii, belki demek lazım, bir de hayatın griliğini unutmamak.
--------------------

Biraz sonra son çayımı içip nöbete gitmeliyim. Polişka'yı bırakıp gitmek zor geliyor, neyse en azından 24 değil. Yazı bölük pörçük oldu, kusura bakmayın, uzun süredir yazamıyordum, bir ısınma yazısı olsun bu. Diğer kitaba sıra gelmedi, üstelik çok ara verdim bu kısacık yazıya. Yarın olsun bakarız, temize geçilecekse geçeriz ölüm yok ya sonunda;)
---------------------
p.s.: İdama elbette karşıyım, yazıda kaynadıysa burada sapasağlam dursun.