Cumartesi, Ekim 29, 2011

biraz hava


Dışarı çıktım, biraz hava aldım, iyi geldi. Ev-hastane ve belki market dışında hiçbir yere gitmiyordum, Ayhan geldi onunla buluştuk. İstanbul'a uğrayıp tekrar gidecekmiş New York'a, o anlatırken ben yoruldum. Otursam otururum bin yıl, hiç gidesim yok uzaklara. A, ama bir dakika, yakında İstanbul planım var, iyileşme belirtisi sayılır mı acaba? Ben de gidebiliyorum işte bir yerlere, yaşadığımın delili olmalı bu:) Lily bana benzemiş, evden çıkmak istemiyor, yapıştı mı yapışıyoruz bulunduğumuz yere, gitmek ölüm sanki. Neyse.

Kızlar şimdi The Killing'i seyrediyorlar. Ben seyredeli oldu biraz, unutmuşum. Güzel dizi ama o bile klişe, çok çok doğal ne olabilir ki? Hayat? Belki, uykum geldi şimdi. Uyusam her şeyin cevabını bulurum ben, buna inanıyorum sanki. Belki, sanki! Hey ki hey sana Justine, bu saatlerde ne güzel saçmalıyorsun böyle.

(Ayhan'la Eko bar'da. Dışarıda görüştüğüm iki üç arkadaşımdan biriydi Ayhan ve o da gitti tam oldu. Bu arada İzmir'de, ayda yılda bir kere çıktığımda gittiğim yer ise Eko, orası kapanırsa ne olur acaba? Şaşkın ben, otururum evde mis gibi, ne olacak;p)

Çarşamba, Ekim 26, 2011

yardım

Çoğu duyarlı insan biliyordur zaten, bilmeyenler için rehber olsun.

http://www.adresvan.com/

Pazar, Ekim 23, 2011

kalbi besleyen iki şey; ekmek kokusu ve gerilimli öyküler



"...
Then she drew the curtains down
And said, "When will you ever learn
That what happens there beyond the glass
Is simply none of your concern?
God has given you but one heart
You are not a home for the hearts of your brothers

And God does not care for your benevolence
Anymore than he cares for the lack of it in others
Nor does he care for you to sit
At windows in judgement of the world He created
While sorrows pile up around you
Ugly, useless and over-inflated
..."
Bu şarkıyı çok dinlerdim eskiden, üniversitenin son yılları filandı sanırım. Nick Cave'i çok severdim, hâlâ severim. İyi oldu hatırlamam. Her şeyi unutuyorum ben, hemen hemen her şey silinip gidiyor hafızamdan. Bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum.

Ev daha kalabalık şimdi, annem, ablam ve Lilişka geldi, sonra da Poliş. Poliş zeytinli ekmek yapmış bu sabah, ekmek makinesinde. Mis gibi kokusu geldi önce, o zaman gerçekten uyandım. Tadı da harikaydı. Küçük şeyler büyük mutluluk veriyor, öyleyse tanrıyı her işe karıştırmamalı. Zeytin ve ekmek, kokusu yeter, kocaman imgesi. Bunu unutmamak gerek, notlar almalı, belleğime asmalıyım. Post-it dolusu mesaj, küçük küçük, unutma sakın unutma, tanrının kalbine ihtiyacı yok, aklını çalıştır. Sorunları öyle çözüyorsun. Ekmek ve zeytin kokusu, unutma.

Stephen King'i severim ben. Çok fazla kitabını okumadım, kendisini de tanımam ama severim. Bunun nedeni ortaokul yıllarındaki korku düşkünlüğüm sanırım. Deli gibi korku filmi izlerdim, gece korkudan ölür, uyuyamaz, sözler verir bir daha izlemeyeceğim, asla(!) derdim. Yarın olurdu ve yine izlerdim. Ne çocukluk. Kütüphaneye gider ve korku-gerilim kitaplarına dalardım, hastasıydım o türün. Şimdi geçmişi düşününce komik bir görüntü var aklımda; korku kitaplarının arasında dolaşıyorum, kütüphane görevlisi iki kişi, yaşlı bir kadın ve adam. Aman tanrım, ikisi de ne korkunçlar! Stephen'ın hayal gücüne filan ihtiyaç yok, onlar yetiyor geceleri cehenneme çevirmeye. Kadının topuzu ve kırmızı bir ruju vardı, ikisi de çok çok sinirliydiler. Kitap alacaktım ben, diyorum titreyerek, küçücük bir çocuğum. Sessiz ol, kitapları yerine koy, karıştırma diyor, King'in romanlarındaki tiplerden daha korkunç iki kişi. Adamın suratı hiç gülmüyor, onun öyküsündeki dondurulmuş maymunlar gibi, tek bir kası bile oynamıyor. Cesaretli, yürekli Justine! İkisini de alt edip kitabına ulaşıyor. Biraz kafadan hasta elbette, ama o kitapları çok seviyor. Lisede iyileştim, korku filmlerini hâlâ seyrediyorum tabii, King macerası bitti sadece. Geçenlerde onun bir öyküsünü yeniden okudum. Yüksek lisans tezimi teslim ettiğim gibi çocukluğuma dönme isteği belirmişti bende. Hafif kitaplar okumalıyım, küçükken okuduğum bir şeyler demiştim. Büyük bir rahatlama vardı üzerimde, savunmadan geçmiştim ve rahatlamak istiyordum. Evet, King öyle gelip bulmuştu tekrar beni. Onun Karanlık Öyküler kitabını almıştım. Bir roman olmamasını özellikle istemiş, kısa öyküler olsun, eğleneyim, hemen bitsin diye düşünmüştüm. Orada okuduğum birkaç öyküyü unutmadım, etkileyiciydiler, biri film oldu zaten; 1408.

Şimdi bahsedeceğim diğer öykü ise kısa film olarak çekilmiş, fakat ben seyretmedim. Geçen gün tekrar okudum zevkle. Gotham Cafe'de Öğle Yemeği, kısa ama etkileyici bir hikâye. Baş karakter bir adam ve öykünün başında karısından onu terk ettiğini söyleyen bir not alıyor. Çok şaşırıyor, eli ayağına dolaşıyor ve hemen bir karar veriyor; yıllardır içtiği ve karısının devamlı bırakmasını istediği sigarayı bırakacak. Komik elbette, böyle zor bir anda kendisini deniyor. Karısının avukatı onu arıyor ve bir buluşma öneriyor. Karısıyla buluşacağı için heyecanlanan adamın gözü hiçbir şeyi görmüyor. Tek isteği barışmak. Randevuya erken gidip, hevesli olduğu belli olmasın diye öylesine bir mağazaya girip hiç gerek ve ihtiyaç yokken şemsiye satın alıyor. Kısa keseceğim, böyle öyküler anlatılmaz. O gerilim okuyarak verilir sadece. Neyse, adam restorana gidiyor ve onu hikâyenin asıl kahramanı olacak şef garson karşılıyor. Garson, zayıf, boynundaki yamuk papyonu, başında dimdik duran bir iki saç teli ve gömleğindeki tuhaf leke ile karikatür bir tip. Adam garsona bakıyor ve gülmemek için kendisini zor tutuyor. Daha önce sigarayı bırakmanın iki aşamasını düşünen adam, ilk aşamanın fiziksel etkilerinden çok ikinci aşamanın gerçekdışılık hissini yaşıyor. Beynin bilgi otobanı genişlediği için bütün dünya bir hayal alemi gibi ona göre, garson mu deli, yoksa o mu bilmiyor. (Bunu ben böyle düşünüyorum tabii, öyküde böyle bir şey yok.) Garson ilk karşılaşmalarında adamın elindeki şemsiyenin köpek olduğunu düşünüp içeri sokmamasını söylüyor.  Boşanmamayı ve sürekli delice sevdiği karısını düşünen adam bu saçmalığı takmıyor elbette. Adam, kadın ve avukat çıkışsız bir sohbetin ortasındayken garson geliyor yanlarına. Adamı daha önce elindeki şemsiyesi ile içeri girmemesi için uyaran şef garson, uyarıyı yineliyor; "o köpeği içeriye sokmamanı kaç kere söyledim sana,  iiiiii! beni dinlemiyor musun!? iiiii, hiç uyumadım! iiiiiii!" diye haykırıyor. Buradan sonrası ciddi bir spoiler olur, sadece şu kadarını söylemeliyim; öykünün gerisi kan ve vahşet dolu.

Bu öyküde beni en çok etkileyen, baş karakterin olayların sonunda garsonun yaşamını hayal etmeye çalışması. Onun nasıl bir evde yaşadığını, nasıl bir yemek masası olduğunu, onun hiç kıpırdamadan tavana bakarak uykuyu nasıl beklediğini düşünüyor. Dolabında smokinlerinin idam edilmiş mahkumlar gibi asılı durduğunu, bir karısı olup olmadığını düşünüyor. O uykusuz geceler boyunca yatağında dönüp dururken garsonun da şehrin sirenlerini ve kamyon seslerini dinlediğini hayal ediyor. Hiç durmayan köpek havlamaları. O çığlığın "iiiiiiiiiii!!!", zehirli bir gaz gibi odayı sardığını. 

Adam hikâyenin sonunda sigaraya tekrar başlıyor, beyninde garsonun çığlığını duyuyor ve şöyle düşünüyor; "neden olmasın? her şey kadar bunun da bir anlamı var. iiiiiiiiii. iiiiiiiiii. iiiiiiiiiiiii."
--------------------------

Bomonti bira içiyorum şimdi. Neo sağolsun, bir zamanlar söylemiş aklımda kalmıştı. Tadı çok güzel. Yazıyı yazmaya başladığım zaman açmıştım, yavaş yavaş içiyorum. Birayı kışın içmem ben kolay kolay. Farenjit olmaktan korkarım, şu bu. Bugün sıcaktı hava, klima da ısıtıyor salonu. Bira ve sıcak hava çok yakışıyor. Tanrının bendeki iyilikle filan ilgilenmediğini biliyorum ya da başkalarında bunun olmamasıyla, kalbimin kardeşlerimin yuvası olmadığını da biliyorum, olsun sadece kimse üşümesin diyorum, üşümekten nefret ediyorum. Bir "iiiiiiiii" desem mi acaba?

Pazartesi, Ekim 17, 2011

hamurun kıvamı, insanın özü

The Wounded Angel/Hugo Gerhard Simberg
"Hayatında terk edemeyeceği hiçbir şey yok... Yüzünden bile vazgeçebilir. Varlığını besleyen, ona böylesine kesin, ama tanımsız, keşfedemediğim bir kimlik veren giz ne? Bilmiyorum, ama beni yavaş yavaş yok eden bu giz. Bunu biliyorum, giz kimliğinde gizli ve bulaşıcı. Emin olduğum tek şey bu."
                                                                      Yüz: 1981/m. Eroğlu

Böyle bir resme bakıp geçemezsiniz. Bazı seslere yüzünüzü dönemezsiniz. Gelir sizi başka bir zaman, dar bir zaman, bulur. Poğaça yaptım, browni, herkesin beş dakikada oluyor dediğinden, mikrodalgada, oldu gerçekten, patates salatası sonra. Tüm bunları unutmak için yaptım, kendimi, kafamdaki her şeyi, hiç işe yaramadı. Hamur yoğururken, unutmazsan tadına geçiyor mu acaba yaptığın yemeğin? Güzel olmuş, yumuşak.  Tadını bilmiyorum.
Bir kitaba başlayayım dedim geçen gün, elime Yourcenar'ın Zenon'unu ve Fowles'ın Büyücü'sünü aldım. İkisi de heyecanlandırıyordu beni, iki yazarı da çok severim. Fowles'ı iyi tanıyorum zaten, Büyücü kalmıştı okunmadık. Düşündüm, bekledim, göz attım, sonuçta ne oldu dersiniz? Başka, hiç ilgisiz bir kitap geldi beni buldu. Günaha Son Çağrı romanını gördüm ve okumaya başladım. 98 yılında almışım sanırım o romanı, öyle yazıyor üstünde. Daha önsözde başlıyor insan sevgisi, şu bu diye. Yani nasıl bir komedi bu anlamadım; ben bu kadar kötüyken şu sıralar, insanlardan ciddi ciddi kaçarken, kimseyi yanımda istemez, kötülük üzerine düşünürken üstelik. Bir kitap İsa gibi kurtarıcı olmak istiyor. İsa'nın özünü, içindeki çatışmayı, kötülüğü, karanlık güçleri yenmeyi anlatıyor. Cuma günü mesaideydim, uykulu uykulu okudum; İsa mesih olmak istemiyor, ben uyumak istiyorum. 
Resimdeki çocuğun bakışı melek için üzülmeyi çoktan geçmiş, başka bir yerde o. Bir şeyi tanımaya çalışıyor, o şey güçlü ve belirsiz. Dostoyevski okumamış biri, kötülüğü tanımamış biri, beynine bir endişenin (hep aynı) gölgesi hiç ama hiç düşmemiş biri  bakabilir mi bu çocuğun gözlerine? Ne çok sıkıntı.

Pazartesi, Ekim 10, 2011

sabah oldu!

Hayır, bilemediniz. Burada bir yanlışlık var, düzeltelim; sabah oldu. Kalkıp kendimizi o günün havasına uydurmalıyız. Ünlemsiz, heyecansız, eski şarkıların sakin sesiyle çay içelim. Eskiden çok dinlerdim aşağıdaki şarkıyı, on sekiz-on dokuz yaşlarında. Şimdi dinlemiyorum. Bu yaşın, duyduğun sesten bir şey çıkarmama durumunu seviyorum en çok. Şarkı en fazla şarkıdır, biliyorum artık.

Uzun Hikâye adlı siteyi daha önce görmediyseniz bir göz atın bence. Güzel yazılar var, konular da ilgi çekici. Ben bazen takılıp kalıyorum orada. Unutmazsam tabii.

Şarkı hemen aşağıda, keyifli dinlemeler, aman ha anlam aramadan;)

Pazar, Ekim 09, 2011

olanakların sonuncusu


" — Anlatmazsan kötü olur senin için. Söyle! Neden öldürdün?
'Kim bilir belki de iyi olur yalnız uzatılmasın böyle…' "

Anayurt Oteli/y. Atılgan


Sabah ne çok yağıyordu, yine kötüydü nöbet. İyi nöbet var mıdır acaba? Kesik kesik hasta geldi, gece yağmurda koşturuyordum. Aklımda hep Zebercet. Bazı kitaplar bazı zamanlarda okunmamalı belki de, nöbette Anayurt Oteli'ni okumak yasaklanmalı mesela. İyi gelmiyor, kafanda bir şizofrenin gölgesi, elinde hastanın kağıdı, insanlarla senin aranda kirli bir cam var, biraz daha dikkatsiz olsan kırılacak. En çok sen zarar göreceksin. Bildiğim için dikkatliyim, kendimi hatırlayıp duruyorum; bahçedesin şimdi, şimdi makineyi itiyorsun, hastanın altına kaset koyulacak, serumuna dikkat etmelisin, bağırıyor mu acaba, annesini uyar, biraz dalgınsın ama işini yapıyorsun. İşte film göründü ekranda, sağ işareti doğru yerde mi, tamam, Zebercet'in iç sesini dinlemeye devam edebilirsin. 

Ben otelde yaşadım uzun bir süre, hep söylüyorum bunu. Fena etkilemiştir beni o dönem, kendi kendime konuşmalarım, saatlerce balkondan caddeyi seyredişim, oda, banyo, banyo, oda, koridor, balkon, dönüp dönüp bu on-on beş metrekarelik yerde dolaşmam, hep aklımda. O zamanlar okumamıştım Anayurt Oteli'ni ama her şeyini biliyordum, filmini seyretmiş çok sevmiştim. Biraz önce filmine tekrar baktım da, olmamış. Çok içten bir çaba olduğuna eminim, Macit Koper her zamanki gibi yine olağanüstü fakat olmamış işte. O iç sesler, bilinç akışı, hayaller, gerçekle düşün karmakarışık olması, oturmamış bir şeyler filmde. Yalnız Zebercet elbette Macit Koper'in suretinde, diğeri benim için mümkün değil. Hiçbir zaman beynime kazınmış görüntüyü değiştiremedim, bu da böyle kalacak. 
Filmde bazı önemli ayrıntılar yok; Zebercet'in don gömlek intihar etmeye kalkışması, takım elbise giydirilerek değiştirilmiş, 10 Kasım'da ölmesi, ölmeyi seçmesi (bilmeyerek tabii?), sirenlerin tam o ilmeği boynuna geçirdiğinde çalmaya başlaması, filmde işlenmemiş. "İyi kitaplarda öyle olur tabii." Benim aklımda başka bir şey var oysa; bu çok tuhaf,  sağdı o, daha her şey elindeydi, intihardan vazgeçebilir, konağı yakabilir veya kaçabilirdi; "Dayanılacak gibi degildi bu özgürlük.".


Zebercet, bir taşra otelinin katibi, ailesinden bir tek o kalmış orada, hepsi ölü. Geçmiş devamlı kafasında, ölenler, katiller, eski konak. Cinselliğini bela gibi taşıyor, beyninde. Organını bastırıp duruyor eliyle, yolu olsa beynine bastırıp elini, yatıştıracak; gelmeyecek beklediklerin, bekleme! Neden, neyi bekliyorsun, bekleme! Gecikmeli Ankara treniyle gelip bir gün kalan kadın, çok farklı. Temizlikçi kadına benzemiyor, "ahh, nasıl da seninim" diye inleyen kadınlardan ihtimal. Tüm kadınlar karışıyor sonra, bir kadın Zebercet'i iyi eder miydi acaba? Hiç sanmıyorum, o vücudunun ağırlığına dayanamayanlardan, bıyığı sarkıyor, burnu, ağzı sarkıyor, yüzü sarkıyor aşağıya. Bıyığını kesecek! 

Yusuf Atılgan'ı Aylak Adam ile tanımış, tedirgin olmuştum. Tuhaf, hastalıklı bir bakışı vardı kadınlara, dilini sevmiştim ama bekliyordum. Anayurt Oteli'ymiş beklediğim. Bu akşam, balkona çıkıp geriye dönerek tekrar tekrar okudum kitabı, çok sevdim. Aslında sevdim demek bile gelmiyor içimden, böyle can sıkıcı, iç acıtıcı bir roman nasıl sevilir? Böyle bir karakter? Kestaneciden laf işittiği zaman söylemek istedikleri, söyleyemedikleri; mangalına bir tekme atılır, suratına bir tokat. İç sesi hiç susmuyor, görüntüler rahat bırakmıyor Zebercet'i; kestanelere bir avuç kum atılır, o sırada öldürdüğün kedi üzerine atlar, yüzünü çizer, temizlikçi kadının cesedini testereyle kesebilirsin, bir o kaldı konakta, arkasından yaklaşıp kasketini düşürüverse mangala adamın..., ben inandım, Zebercet çok hasta. Kendi ağırlığını taşıyamayan herkes gibi. Kendilerini bilmeseler her şeyi yapabilir bu insanlar.

Yolunuz düşer belki, öyle olsa da kalmayın bir taşra otelinde. Sağlam iz bırakır. Tüm taşra otelleri birbirine benzer, bunu da unutmayın; hepsinin girişinde bir desk, masanın arkasında uyuşmuş yüzü ve oda sayısı kadar karışmış belleğiyle bir kâtip (resepsiyonist büyük şehirde olur. benim oteldeki görevlinin adı Mihri'ydi sanki, ne iyi çocuktu.) bulunur. Bırakın o deneyimi de yaşamamış olun. Zebercet açmıyor hem kapıları, zillere cevap vermiyor. "Çok tuhaf, olur saçmalık değil."*
----
*Zebercet sinemada bir kovboy filmini seyrederken içinden devamlı böyle konuşur; olur şey değil. çok tuhaf.
------------------------
p.s.: Kitabı tekrar okumaya başlamadan önce, çay demledim, balkona çıktım. Her yer ıslanmıştı, ama ne güzeldi hava. Kuru bir minder buldum sandalyenin üstüne koymak için, saatlerce oturdum dışarıda. Mis gibi gökyüzü, yağacak tekrar sanırım, yağsın. Fotoğraf o andan. 
Çok güzel bir rüya gördüm bugün, Orhan Pamuk'la karşılaşmışız, gerçekte asla yapmayacağım bir şeyi yapmış ve "Kara Kitap inanılmazdı" demişim. Oturup saatlerce konuşmuşuz. Eski bir İstanbul yapısında, bir kafe(?) belki. Ne konuşmaları ne de gerisini hatırlıyorum, sadece geriye dönüp; çok güzeldi Kara Kitap, dediğimi biliyorum. Bazı kitaplar ne güzel, rüyayı renklendiriyor. 

Cuma, Ekim 07, 2011

bir renk değildir mavi*

(sınavdan çıkmıştım burada, doktora için dil sınavı. ya üds ya da kpds'dir bilemedim şimdi, üç-dört yıl olmuştur. pozdan da anlaşılamıyor tabii sınavın içeriği;p yok dişim ağrımıyordu, fotoğraf çekilirken elini kolunu nereye koyacağını bilememe durumları. klasik.)

Eskiden çok fazla blues dinlerdim. İstanbul Blues Kumpanyası'nı bilir misiniz? Onların "god put the rainbow in the sky" şarkılarına bayılırdım. Efes Pilsen'in blues festivali vardı, vardır belki hâlâ, kaçırmazdım onu. Nöbet sonrası trenle (aktarmalı) İstanbul'a gittiğimi ve bir gün sonra döndüğümü hatırlıyorum da, çok gençmişim sanırım;) Bir de deli gibi blues cdleri alırdım, tüm paramı onlara verirdim valla, nerede o zamanlar mp3 filan. Çok oldu ara vereli, blues'u geçtim, müzik dinlemek bile zor geliyor bazen. Dün akşam C. bir şarkı gönderdi bana, çok güzel, bayıldım. Türkler de blues yapıyor, çok iyi yapıyormuş hem de. İstanbul Blues Kumpanyası'nı filan bilirdim de Yavuz Çetin'i duyduğum, bildiğim hâlde çok dinlememiştim. Siz de dinleyin istedim.

(Yavuz Çetin/Seni Çok İstiyorum)
--------------------------------
*E. Cansever, Günlerden şiirinden.

romantik kafada, inatçı bir sancı

Her zaman bir şeyleri ötelerim ben. Böyle yaşamaya alıştım. Bunun yüz çeşit adı var, hoşuma gideni yerleştiriyorum boşluğa. Dün gece nöbete kötü gittim, fiziksel olarak değil, kafam bozuktu. Özellikle fiziksel değil diyorum, çünkü sorun sonra o oldu. Nöbet başladıktan sonra can sıkıcı bir telefon konuşması yaptım sonra başladı başımdaki aptal şey. Ağrı değil, şey. Ağrı can sıkıcıdır ama bir çözümü, çaresi vardır. Ağrı kesici alırsın, ve geçmesini beklersin. Benimkisi söz dinler nöbetten sonraki gün uyanınca başlar ve bir majezik, artı kahveyle geçer. Yirmi, bilemedin otuz dakika. Sonrası cennet. Dün gece başımın sağ arka tarafına inatçı bir şey gelip yerleşti. On dakika arayla -sonra beş dakika oldu- haber veriyordu bana, buradayım! Ciddi bir sancı, sanki bir şey batıyor ve saniyelik bir acı. Ama bu, o kadar çok uzun sürdü ki, sabah artık başım uyuşmuştu. Saat beşte uzanmaktan vazgeçtim, üzerine yatınca geçmediğini de anlamıştım zaten, oturdum bir şeyler okudum netten. Kitabımı okudum biraz, orada da Zebercet zor zamanlar geçiriyordu, bıraktım. Sabah grip aşısı vurulmak için biraz geç çıktım hastaneden, beklememi söylemişlerdi aşının tepkisi için, beklemedim. Duştan sonra, bir süredir (yarım saat belki) kendisini unutturan sancı yine hey! dedi. Çok, çok çok sinirlendim. Ağlamaya başladım ki hastalıkları umursayan biri değilimdir, geçer gider diye bakarım hep. Yaptığım şey beni ağlattı sanırım. Tekrar birden sancı saplanınca başıma vurdum sinirle, babam da öyle yapardı, gizlice tabii. Televizyon bozulduğunda da yan tarafına iki üç kere vurma huyu vardı ama kafasına vurduğunu görmek biz çocukların hoşuna gitmez diye, hasta olduktan sonra devamlı uyuduğu için yatarken vururdu. Görmüşüm işte, küçükken. O görüntü sinirlerimi bozdu sanırım, ağladım. Dışarıya temizlikçi gelmiş, işlerini biraz sessiz yapmalarını söyledim. İki kişi olmuşlar görmeyeli, hangisine bakacağımı şaşırdım, ortada bir yere bakıp, biraz sessiz lütfen dedim. Sonra biraz kelimesi öyle aptalca geldi ki kulağıma, yani sessiz, gürültü yapmadan dedim. Of, çok anlamsızdı, ama işe yaradı, hiç ses duymadım. Majezik alıp yattım, uyandığımda uyuşturulmuş gibiydim. Hiç uyuşturucu kullanmadım fakat kullansam böyle olurdum sanırım. Kafamın içinde bir parti yapılmış sanki ve parti henüz bitmiş; tüm kir, pas, çöp ve partinin gürültüsünün hayaleti başımın içinde asılı kalmıştı. 

Gargantua ilerlemiyor. Anayurt Oteli'ne başlamıştım bir iki gün önce. Zaten iyi biliyorum bu romanı, filmini seyretmiştim epey oldu. Çok şaşkınım şimdi, nasıl güzel bir oyuncu seçimi yapmışlar. Macit Koper'i Zebercet diye tarif etmiş zaten Yusuf Atılgan kitapta. Bu kadar mı uyar, bir karakter bir oyuncuya? Ben Macit Koper'i çok severim, Aaahh Belinda'da hayran kalmıştım. Çok sade, abartısız oynar. Genco Erkal'la karşılaştırırım bir de, nedense. Biri fazla seçkin, çok fena aydın ve entelektüel(!) gelirken diğeri öyle olduğu hâlde, hiç göstermeyendir. Genco Erkal'a orta hâlli vatandaş, memur rolleri hiç yakışmazken, Macit Koper bu rollerin adamıdır, filan falan.

Hep uzatıyorum. Yatağıma gideyim, biraz okuyayım ben. Hiç okuyamıyorum evde, hiç. Yüz tane iş oluyor ve hiçbirisini yapmıyor, aynı zamanda okuyamıyorum da. Mentalist iyi gidiyor ama. İkinci sezonun, sanırım on dördüncü bölümüne geldim. Keyifli, kafa yormayan, tatlı bir dizi. Tatlı mı? Evet evet, bu diziyi seyrederken gülümsediğimi fark ediyorum ben;) Tüm yüzüme yayılan, kocaman ve aptal bir gülüş. İnsan yaşadıkça kendisine şaşırmalara da doymuyor, tanıdıkça büyük bir şaşkınlık önce, sonra belki muhteşem bir katharsis(!) Kim kaybetmiş, diye bir şey duydum sanki;) Öyle işte, ben iki huyumu daha keşfettim son günlerde; bir, çok romantik ve safım (bu iki özelliği bir sayıyorum), iki, grip aşısından mutlu olacak kadar zavallı durumdayım. 

Nasıl biter bu yazı, amin desem?

Salı, Ekim 04, 2011

sağlam bir hikâyen ve gidecek bir yerin yoksa...

 (filmin diğer afişini -türkçe- beğenmedim ben, oysa yukarıdaki çok güzel.)

“Ah, bir leş benim suçum, gökleri tutuyor kokusu;
En eski lânet, ilk kardeş kanı var içinde.
Dua edemiyorum, ne kadar istesem de,
Günahım ağır basıyor dua isteğimden.”

Hamlet/Shakespeare

Bugün boş günümdü, kahvaltıdan sonra koltukla bağımı asgari düzeyde tutmak için kendime söz verdim, hatta daha geceden başlamıştım telkine; oturmayacaksın, oturmayacaksın, oturmayacaksın (biraz şiirsel bir okuma yapmak istiyorsanız siz bu sayıklamaları öldürmeyeceksin olarak alabilirsiniz.). Aklımda bir süredir Nuri Bilge'nin "Bir Zamanlar Anadolu’da" filmine gitmek vardı, gittim rahatladım. Gidişim elbette(!) macera doluydu (justine nerede, saçmalıklar orada), 17.30 seansına gidecektim, bir saat önce çıktım evden. Yol uzun değil İzmir sonuçta, ama ne olur ne olmaz dedim, erken gittim. Yolda yine daldım ben, sahil yolundan güzel güzel giderken ilk sola sapmadım, biraz sonra sapayım şehir trafiğine girmeyeyim dedim, gidiş o gidiş. Çeşme otobanına girmişim mis gibi, çevre yolunda ilerliyorum, yanımdan da sinema binaları (alışveriş merkezleri) akıyor. Ne ara daldım, ne düşündüm bilmiyorum, o sıra Karma Police çalıyordu ve gerisini hatırlamıyorum;p Hah ha, bu günlerde "The Mentalist" seyrediyorum ya ondandır bu ifade verirmiş gibi hâllerim. Neyse, buradan bir çıkış olmalı dedim, zaten yol yön bilmem, bir de son aylarda (günlerde yazamadım çok uzun bir süre çünkü, yıllarda, yüz yıllarda bile olabilir hatta) ev, hastane ve benzin istasyonu şeytan üçgeninde dolanıp durduğum için unutmuşum iyice yolları. Narlıdere sapağı varmış, oradan döndüm allahtan, yoksa Bir zamanlar Çeşme’de! olacaktı size anlatacağım hikâyenin adı;) Uzatmayayım, buraya yazdıktan sonra yine The Mentalist seyredeyim diyorum, çok geride kalmışım ben, adamlar dördüncü sezona geçmiş ben biri bitirmiş kalmışım. Of, dizileri de seyret seyret bitmiyor ne çok sağlam dizi var öyle. (yabancı diziler elbette!) Uzatmıyordum değil mi; evet gittim sinemaya, aldım kahvemi ve çok çok güzel bir film seyrettim.

Ben Nuri Bilge sinemasına alışığım, hâliyle; yok çok uzundu, sıkıcıydı, filmde hiçbir şey olmuyordu lafları pek bir anlam ifade etmiyor benim için.  Uzun demişken; yine kısaltsa kısaltırmış ya, ben hiç sıkılmadım izlerken, eline sağlık iyi ki böyle bir film çekmiş dedim sadece. Yalnız önemsiz bir düşüncem var, onu kısacık paylaşayım sizinle. Bizim yönetmenlerimiz çektikleri sahnelere kıyamıyorlar, öyle seviyorlar ki bakışlarını; çerçeveledikleri her şeyi ama her şeyi bizimle paylaşmak istiyorlar. Montaj odasına boşuna giriyorlar aslında (tamam tamam abartıyorum, komiklik işte) orada attıkları bir sahne yok çünkü. Bir düzenleme yapıp, sahnelerin zaman kurgusunu halledip bitiriveriyorlar işi. Elbette bahsettiğim yönetmenin her sahnesi mükemmel, harika ve anlam dolu ama kendi bakışlarına kıyamadıkları da bir gerçek. Bak oysa Bunuel'e, Bergman'a bir iki örnek dışında 90 dakikada işi bitiriyor adamlar. Uzaklardan bir de Tarkovski var böyle uzun seven, fakat onu ayırıyorum, hem benim ilk göz ağrım, çok severim hem de Rus. Rusları karşıma almam dostlar, bir de mistik filan, hiç uğraşamam elin dindar Rus'uyla ;p

A, bu kadar geyik yeter,  filme geçeyim;

herhangi bir kasabada, bir içki sofrası muhabbetiyle açılıyor film, sonra bir cesedin peşine düşüyoruz.  Savcı, doktor, komiser ve yardımcıları dağ-tepe bir ölüyü arıyorlar. Taşrada zaman kolay akmaz, yine öyle oluyor; yavaş yavaş ilerliyor, bin çeşit insan doğası seyrediyoruz. Ortada bir ölü var, kafada ise farklı farklı ölüler. Savcının intihar eden karısı, kadının "sert" acımasızlığının altını çiziyor. Doktor "boşluğu" düşünüyor, şoför arabadaki ölünün yanına kavunu yerleştiriyor, muhtar köye mezarlık duvarı yapmak istiyor, savcı bir cezayı (kendisine verilen) sorguluyor, katil acıyı öteliyor; biz hepimiz biraz içkiliydik aslında. Düşünceler hepsinin karanlık kuyusunda, isteyen istediğini çekiyor oradan.  Kuvvetli esen rüzgâr, dalından düşüp amaçsızca diğer çürük elmaların arasına sürüklenen "sağlam" elma, kesilen elektrik, güzel bir yüz (melek mi acaba?), içi boşaltılan vücut, hepsi bir coğrafyanın yol işaretleri. İçine toprak dolmuş, kafasına türlü ıvır zıvırlar, ama her biri tanrının ilgisine muhtaç. Benim delirdiğim mesele budur; tanrı neden çocuklarını ayırır.*


Hiç sevmem filmleri anlatmayı ve hatta üzerinde konuşmayı da. Aynı şeyleri hissettiğimi düşündüğüm birisi yanımdaysa rahatımdır, susarım. Gerisi sayıklama zaten.

Çok güzel bir film Bir Zamanlar Anadolu'da. Ben sıkı bir roman okuyormuşum gibi izledim filmi. İzlemeyen varsa izlesin bana kalırsa, belki bir kentin, kasabanın, köyün neden bırakılamadığını daha iyi anlarız, içine toprak dolmuş bir ülkeyi düşünürken içimiz titrer, üzerimize sıçrayan bir damla kanla kalakalırız olduğumuz yerde. Üstelik gidecek hiçbir yerimiz yok ve hikâyemiz çok silik. 

-------------------------------------
* Tanrının çocuklarını ayırma hikâyesini biliyorsunuz zaten, Habil'in hediyesini beğenirken Kabil'in gönlünü de alsaydı belki… Yok, yok olmuyor öyle, kan hep akıyor. Akar.

--------------------------------------
p.s.: 
-Filmde tüm oyunculuklar harika. Özellikle muhtar rolündeki Ercan Kesal'ın oyunu unutulmaz. Nasıl gerçek bir tip yaratmış, gözlerime inanamadım izlerken. Bir de benim dedeme (ananemin üçüncü kocası, üvey sayılır ama ben öz sayar, çok severdim.) çok çok benziyordu karakter. Zevkle izledim. Muhteşem bir performans.

-Nuri Bilge'nin Mayıs Sıkıntısı'na bayılırım ben. Bu film de neredeyse onun kadar güzel. Yine de Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmine biraz daha bağlıyım sanırım. İklimler ve Üç Maymun bana göre daha gerideler. 

-Biraz önce güzel bir espri yaptım ama sildim. İkinci biradayım, her an saçmalayabilirim. Kontrol manyağı Justine!

- Durrell, Justine romanında; Neden bu kenti bırakıp gitmiyoruz, Justine, neden kendimize böylesine kökünden kopmuşluk ve başarısızlık duygusuyla dolu olmayan başka bir yer aramıyoruz?” diye sorar. Bu filmi seyrederken bu soru kafamda dolanıp durdu, cevap; bilmiyorum.

-The Mentalist dizisinde, ajan Cho'yu oynayan aktör nasıl hoş, nasıl hoş anlatamam. Tamam Simon Baker (bir tanecik Patrick Jane’imiz) harika ama Cho boyunun kısalığı dışında harikulade. Laf aramızda ergen tipler gibi biraz bakındım nette, okumuş etmiş adam, akıllı üstelik;)

-Konu son anda, birdenbire, böyle dağıtılır işte; Anadolu'nun gerçek bir otopsisi yapılsa içinden sağlam deliler çıkar. Örneğe gerek var mı?;p

------------------------

son son son, gerçekten son not(!); Bakın ne geldi birden aklıma. Başlayamadım diziye, zaten biram bitsin yatacağım. Unuttuğum bir şey var, onu söylemeliyim. Ben felsefe sevmem, özellikle "sevmem". Yine de bu filmi seyrederken sevgilimin bana söyleyip durduğu (burada ister gülün, ister ağlayın) Heidegger'in varoluşçu felsefesi, "bırakılmışlık" ya da "fırlatılmışlık" fikri kurcaladı kafamı. Bu filme bir de öyle bakın isterseniz. Hepimiz dünyaya atıverilmiş varlıklarız belki de, tek sorun "kendimizi" düzgünce (evet, lego gibi) kuramamamız. Ne yapalım; olmuyor olamıyor bir türlü, sir! (ma'am mı demeliydim;p)