Cuma, Kasım 28, 2014

kahveye eşlikçi


Her şey planladığım gibi oldu, İstanbul'a gittim ve ışık hızıyla döndüm. Döndüğüm gibi o kısacık aranın acısını çıkartırcasına gün aşırı nöbet tuttum ve yarın 24 saat çalışacağım. Dün, gitmeden önce yapayım dediğim ve buraya da not aldığım likörü yaptım. Dedim ya, yarın yorucu bir gün olacak, onun için gevezelik yapmadan likörün tarifini verip yatağa gideyim. Birkaç saat oyalanmadan uyuyamıyorum ben, kendimi bildim bileli böyledir bu, şimdi bir de harika bir kitaba takıldım, yatakta onu saatlerce karıştırmadan uyuyamıyorum. (döndüğümden beri elimde C.'nin hediye ettiği kolaj kitap var, görsel rehber tarzında hazırlanan kitapları böyle isimlendiririm ben, yüzlerce ressamın eserlerinin kolajı gibi kitap, ayrıca heykel ve birkaç enstalasyon da var. neyse işte, nöbet sonrası sabahın körü, geç saat filan demeyip ona takılıyorum. Tipik ben, oyalanmanın insan hâli.) Onun için gevezelik yok, gevezelik yok!

Portakal likörü en çabuk olan likörlerdenmiş, daha önce yapmadım, bilmiyorum. Tek bildiğim, hemen olmasını istediğim. Kahvemin yanına nefis bir eşlikçi gerek, eh, kendi ellerimle yaptığım mis gibi bir likörden daha güzel eşlikçi de olamaz diye düşündüm. Benim yaptığım likörün tarifi kısaca şöyle; iki buçuk kilodan biraz fazla sıkmalık portakalı yıkayıp süzülmesi için bir kenara koydum. Beş litrelik cam kavanozum vardı (ki iyi ki daha küçük bir kaba yapmamışım, ancak aldı. diğerlerine sığmazmış.) portakalları enlemesine ikiye keserek içine yerleştirdim ve votkayı ekledim (bu tarifte 70 cl)  votkayla aynı miktarda su ve 500 gr toz şekeri de ekleyip ağzını kapattım. A yok, iki üç tane tarçın çubuğu ve bir avuç kadar da karanfil attım. Sonra da ışık görmeyen bir yer ister diye dolaba kaldırdım. Bir ay kadar sonra olur diyorlar, göreceğiz bakalım. 



Keyfim yok, bu kısa tatil pek yaramadı bana. Büyük bir sorun yok huzurumu bozacak ama küçük küçük sorunlar yetiyor. Kafamı toparlayıp bir şey üzerinde etraflıca düşünemiyorum. Müzik uzun zamandır yoruyor beni, sadece C'nin gönderdiği bir iki parçayı ya da yukarıya koyduğum sonatları dinliyorum. Hoş, bazen onlar bile fazla geliyor, sessizlik en güzel müzik. Bu sabah daha eve girerken dışarı çıkmayacağım demiştim, sözümde durdum. (peh, söze bak!) Havalı havalı, dışarı çıkmayacağım, markete bile gitmem, diyordum ama içten içe akşam yemeğinde ne yaparım diye de düşünüyordum tabii. Sipariş, ı ıh, ne birisiyle konuşacak halim ne de dışarıdan bir şey yemek için isteğim vardı. Patates haşladım börek yaparım diye fakat -masal bu ya-, hazır yufkam filan da yoktu. Heh he, iyice tozutmadan hamur yoğurdum ve puf böreği yaptım diyeyim de hem siz kurtulun hem de ben. Puf böreğini hep peynirli yapardım, bu sefer patatesli denemiş oldum. Çok güzel oldu, tavsiye ederim. Ayrıca hamurla uğraşmak, hamur kokusu ve demlenen çay sesi tüm ilaçlardan ve müziklerden daha sakinleştirici, bilen bilir. 

Pazartesi, Kasım 17, 2014

aroma, gusto ve yemek kültürü

 hepsinden önemlisi; kendime notlar




Kolay yapılan, uğraştırmayan -ve elbette basitliğiyle ters orantılı lezzette- yemekleri severim. Bu akşam da bu fikirden ilhamla yola çıktım, yola çıktım çıkmasına da mutfaktan iki saatte çıkamadım. Biftek yapıp geçecektim güya, pratik ya, ı ıh olmadı, yanına patates püresi, yeşil salata, mantar kızartması derken zaman aktı gitti. Müzik filan da dinlemediğim için zamanın nasıl geçtiğini anlamadım (müzik dinlerken aynı şarkılar başa sararsa ya da kafam şişerse saati anlayabiliyorum, tahmin işi oradan). Bloğa yazmaya uzun bir ara verip konuya yemekten girmemin sebebi ise çok keyifli bir kitap. Geçenlerde planlamadığım bir idefix alışverişi yaptım, sadece birkaç kitap aldım, onları alırken de kendime hediye olsun diye (azıcık moral gerek, bunun için de kitap, film vs.) Murat Belge'nin -tarih boyunca- Yemek Kültürü kitabını attım sepete. Çok keyifli bir kitap. Bu tür -roman kurgusuyla yazılmamış- kitapları bölüm bölüm okurum ben, hem nerede kalmışım derdi olmaz hem de dar zamanlar güzel geçer, bu kitapta ilk okuduğum bölüm elbette çay başlığı oldu. İngiliz şair Cowper "neşelendiren ama sarhoş etmeyen" diye tanımlarmış çayı, bayıldım bu tarife, hikâyesi de şu; şair içkiye düşkün ve bu düşkünlük sıkıntı yaratıyor, o da içkiyi bırakıp (muadili olmasa da o da içecek bu da içecek dedi sanırım) çay içmeye başlıyor. Sonra da bir şiirinde çaya minnet dolu dizelerle yer veriyor. Beni güldüren (kitabı okurken devamlı gülümsüyorum zaten) diğer hikâye bir yazarın kitabından; Macar yazar Mikeş, ironik bir dille yazdığı "Nasıl Yabancı Olunur?" kitabında İngiliz kültürüyle dalga geçerken çay alışkanlıklarını da diline dolamış; başlangıçta çay güzel bir içecekti, sonra bu güzel içeceği nasıl berbat ederiz diye düşünen İngilizler çaya süt kattılar. Bu yoruma Belge gibi ben de bayıldım, çünkü bırakın çayı hiçbir içeceği sütle karıştırmayı sevmem. Sanki içeceğin doğallığı bozuluyor, güzelim seremoni çocukluğumun kötü kabusu süte ve onun kötü anılarına kurban gidiyor gibi gelir bana. (çocukken süt içerken kusardım, hele ağzıma kaymak gelirse, bırrrr! şimdi daha iyiyim, her şeye alıştığım gibi süte de alıştım) Hah tamam, şimdi biraz bakınınca Belge'nin bahsettiği kitabı buldum, meraklısı için link de vereyim, şurada. Baktığım bölümlerden birinde Belge şu ünlü safsatayı da anıyor; "yemek için mi yaşamalı, yaşamak için mi yemeli?". Bu sorunun zevk almaktan korkan, yaradılıştan sofu adamın sorusu olduğunu düşünüyor. Şunu sevdim; haz insanı yalnız insan yapmakla kalmıyor, insan yaptığı için 'tarih'i de var kılıyor. (roma hedonizminden nefret eden ben bile katıldıysam bu görüşe diğer okuyucuları tavlaması işten bile değil.;p)  Bu kitap elimden düşmeden daha çok bahsederim size, kısacık alıntıları merak etmeniz için lezzetli starter'lar(!) yerine koyun ve eğer almadıysanız hemen listenize atın kitabı, eminim pişman olmazsınız.  

Sarı Kent'le aram eskisi gibi değil, çok seviyorum ama anlaşamıyorum zatıalileriyle. Okuduğum, izlediğim şeyler biriktikçe aklıma geliyor, fakat kafamı toparlayıp yazamıyorum. Bir de hep yazmamam için bir sebep, engel çıkıyor karşıma, elbette hepsi faso fiso, oyalanıp duruyorum. Madem öyle, aşağıya notlar alayım, "şunlar şunlar yapılacak, yapıldı, kaytarmak yok matmazel!" notları;

- Tatile giderken (temmuz ayında) başladığım Büyücü uzun bir maratonun sonunda bitti, okuduğum her kitap hakkında konuşma derdim yok burayı okuyanlara milyon kere söylemişimdir fakat Büyücü'yü yazmak istiyorum. Aşk-nefret ilişkisi yaşadığım enteresan bir roman oldu kendisi, sevdim mi sevmedim mi, iyi mi kötü mü karar veremedim. Şu örnekle daha iyi anlatırım aslında, geçen zamanda -çok oldu tabii- Anna'nın Yedi Günahı romanını okumuştum, öyle hevesle başlamıştım ki romana haliyle hayal kırıklığım da aynı derecede şiddetli olmuştu. Çok kötü bir kitaptı ve bırakın burada anlatmayı, eşe dosta bahsetmekten bile kaçındım. Hevesim Helikopter yayınlarına çok güvenmemden kaynaklanıyordu tabii. Sonra Svevo'nun Kötü Bir Şaka'sı var. O da benim için oldukça sıradan bir romandı (novella demeliyim aslında), unuttum gitti. İşte, Büyücü anlatılmazsa aklımda kalacaklardan, ancak onun hakkında konuşursam tamamlanacak sanki. (büyü tabii, siz ne sandınız?)

-Büyücü'den epey önce -belki yıl geçti üzerinden- okuduğum Karanlığın Yüreği var. Müthiş bir roman, anlatı. Bakın bu kitap hakkında netim mesela, çok çok sıkı, nefis. Onu da yazmalıyım, yukarıda ne söylediysem aynısı. (notlar gittikçe gerçekten not halini alıyor, az sonra vs. vs. deyip yatacağım ihtimal.;))

-Erhan Bey'in bloğu/sitesi (hatta siteleri) hakkında neler düşündüğümü yakınlarım bilir, çok seviyorum. Uzun süredir hiçbir bloğu ziyaret etmiyordum, orayı da unutmuşum. Son günlerde bakmaya çalışıyorum. Çizimlerine bayılıyorum, her biri çok şey anlatıyor benim için. Milan'la muhabbetleri, her sabah uyanmaktaki ısrarı ve bu ısrardaki ironi, cümlelerinde saklı naiflik olağanüstü. Şuna bugün kaç kere baktım bilseniz, son cümle benim diyen aşk şiirleriyle yarışır, o kadar güzel. Burayı okuyan herkese tavsiye ederim bahsettiğim sayfaları, tavsiyeyi de boş verelim yahu, o çizimler hakkında bir şeyler yazmalıyım ben, ya da çıktı alıp evimde bir yere asmalıyım, böyle işte.  

-Bu sözünü ettiğim kitapların filmleri de listemde. Büyücü filmi için berbat demiş herkes. Hatta Woody Allen film için, eğer dünyaya bir daha gelseydim, onu izlemek dışında her şeyi aynı yapardım, filan demiş sanırım. Peki ben bu sözlere, eleştirilere kandım mı; nein! Kedi meraktan ölmüş dostlar, izleyip göreceğiz. Karanlığın Yüreği daha şanslı, onun uyarlaması en az kitap kadar beğeniliyor. Hoş, bahsedilen uyarlama -Coppola'nın meşhur Apocalypse Now'ı- çok çok serbest bir yorum (izlemedim ama biliyorum^^) ama kötü olsa kimsenin gözünün yaşına bakacağını sanmam. Onu izlemek için sabırsızlanıyorum. Yakında umarım.

-Yaz gelmeden, çok uzun süredir istediğim bir şeyi gerçekleştirmiştim, onu da yazamadım buraya. Etamin yapmak istiyordum, yaptım. O kadar çok sorunlar vardı ki başımda ne kitap ne de film beni kurtarırdı, elimde oyalanacak iş olsun aynı zamanda sevdiğim birisine de hatıra olarak hediye ederim diyordum. En son ortaokul sıralarında ev ekonomisi dersinde (dersin ismine bakın, şimdi dikkat ediyorum saçmalığına) ödev olarak yapmıştım,  ne örgü ne de dantel filan severim ama etamin başka, çok keyifliydi deliklerden şekil oluşturmak. Her neyse, Polişka için baykuşlu bir desen işledim, çerçeveletti mi bilmiyorum ama onu düşünerek yaptığım bir objenin evinde olması bile yeter bana. Bir ara fotoğrafını çekip koyayım buraya, kendime söz. (yaparken çektiğim fotolar var fakat poliş'in evinde çekersem daha güzel olacak sanki, bakalım.)

----------------

Üç dört gün sonra İstanbul'a gidiyorum, kısacık bir seyahat olacak. Lilişka'nın doğum günü yakında, öpüp geleceğim bebeğimi. Geldikten sonra da ilk işim portakal likörü yapmak olacak, onu yapayım yemek yazılarım daha da keyiflenir belki, buraya da yazarım elbette.

Bloğumla ilgili gelen mailler inanılmaz değerli benim için, onlar sayesinde yazıyorum bu yazıyı. İki ismi özellikle söylemeliyim, çünkü maille cevap yazamadım ikisine de. Olmadı bir türlü, elim tutuldu kaldı. Onlar beni anlar, eminim. Çello Çalan Kedi ve Atze bana yazmanız tahmin edemeyeceğiniz kadar sevindirdi beni, öyle eskiyiz ki, şaşırdım duygulandım. İkinize de sarılıyorum, teşekkürler. (Çello... twitter'dan yollamış mesajını, benim gmailime düştü. Uzun süredir blog dışında hiçbir sosyal medya sitesini kullanmıyorum -arada ekşi'ye bakıyorum, berbat şeyler var ama alışkanlık-, onun için iyi ki mailime bağlıymış, gördüm.)

-------------------

Artık yatmam gerek, sabah oldu ve uyandım repliği beni bekler, üstelik kuzgun da henüz görünmemişken uykuya sığınmalı. 

Çarşamba, Eylül 24, 2014

acı reçel, acı cümleler


(acı domates reçeli yapımının dört aşaması, benim reçele kavanoz büyük geldi, netteki çoğu tarifte ters çevrilecek yazıyordu, ters çevirdim ama görüntü daha da komik oldu. hem ters çevirmek sanırım kavanozun havası için yapılıyor, eh benim kavanozun yarısı boş zaten, almış havasını alacağı kadar haliyle ters görüntü hayatımın reçel kavanozuyla sembolize edilmesi dışında pek bir işe yaramadı. onunçün fotoyu kendime sakladım, arada bakıp bakıp ağlarım ihtimal.;p)

Geçen kıştan beri aklımdaydı, yaz gelsin mis kokan, lezzetli, domates gibi domatesler çıkınca yaparım diyordum -her zaman olduğu gibi- unuttum gitti. Bu akşamüstü hava almak için şöyle bir dolaşırken kendime verdiğim sözü de hatırladım (beyne oksijen gitmesinin faydaları vol i); "o reçel artık yapılmalı, yap!". Leylak Dalı, -sağolsun- mevzubahis reçelin tarifini çok önceden vermişti bana, o tarifi aradım buldum, manavdan sert, etli ve küçük domatesleri itinayla seçtim, biraz acı biber aldım, limon ve sarmısak zaten vardı, eve gelip hemen yapmaya başladım. Bu reçelin diğer reçellerden farkı içine acı biber katılması ve bildiğimiz meyvelerle değil domatesle yapılması -imiş- (domates de meyve demeyin, üzülürüm;/). Böyle ilginç tatları merak ederim ben ve yeni lezzetlere burun kıvırmam onun için denemek istedim. (yalnız ben tarifteki üç sivri biber yerine bir tane kattım. leylak dalı zaten uyarmıştı biber miktarını azaltabilirsin diye, acıdan da çekinince elim korkak gitti ölçüye) Bakalım nasıl olacak, tadayım yazarım buraya. 

Reçeli yaparken radyoz'nin bugün çok isteyip bir türlü dinleyemediğim "yağmur şarkılarını" dinledim, fakat bir sorun var o sitede (zelda duy sesimi) şarkıların hepsi görünmüyor sayfada, sadece bir ya da iki tanesi çalınabiliyor. Ben de radyosuna tıkladım, harikaydı şarkılar, çok güzel eşlik ettiler reçelin kaynama sesine. Buraya onlardan birini koyacaktım ama dün gece defalarca dinlediğim şu şarkı takıldı dilime, onu koyayım burada da dursun. Üstelik anlamlı da olur. Anlam aşağıda, buyrun;


Bu cumartesi, bir terslik olmazsa eğer uzun süredir yapamadığım bir şeyi yapacağım; Bostanlı Açıkhava'da Birsen Tezer ve Hüsnü Arkan'ın dinletisi varmış, biletleri aldım oraya gideceğim. Bostanlı taraflarını hiç bilmem ben, vapurla gidip (istanbul dışında vapuru hiç kullanmıyorum) sevdiğim birini dinlemek (arkan'ı çok severim ben, tezer'in sesi de harika, eh bir taşla iki kuş) bu kadar cazip gelmese belki bin yıl geçse de gitmezdim ama işte müzik baştan çıkarttı. Eskiden çok giderdim konserlere, nöbetten çıkıp caz festivali için İstanbul'a gittiğimi bilirim, hem de berbat bir tren yolculuğuyla! Sanırım artık heyecanlar da azaldı, her şey dinlendi, izlendi, sevildi, bitti.

Daha fazla dramatikleşip ananemin ruhu beni ele geçirmeden gideyim. Şu cümlelerle kalın siz de;  

"Hep bir izlendiğim, yalnız olmadığım hissi vardı, sanki bunu sırf birine göstermelik olsun diye yapıyordum ve bu eylem yalnızca kendiliğinden, saf ve ahlâklı bir şekilde olursa gerçekleştirilebilirdi. 

Bir de o ses, ışık ve gökyüzü..

Kaderimin gidişatı ortadaydı: Aşağı, aşağı, hep aşağı."*

----------------------------
*Fowles'ın Büyücü'sünü okuyorum, ondan bu cümleler. Yazın başlamıştım kitaba aylardır elimde. Uzun süredir zaten elime alamıyordum  da, onun da ötesinde -sanırım- Fowles'ı yavaş yavaş okumak daha iyi geliyor bana. (dün gece yaşadım bu aydınlanmayı ve hemen sizinle paylaştım;p) Cümleleri sert, alaycı, umursamaz, onu hızla okumak zeki birinin işine gelir belki, daha az yaralanır ama ben onun cümleleriyle canımı acıtmayı seviyorum. Böyle devam. 

Cumartesi, Eylül 13, 2014

yavaş


(her şeye gücümüz yeter, kutsandık filan ama işareti pek beceremedik.)




"Derken piyano başladı, bir valsin hüzünlü nağmeleri açık pencerelerden etrafa yayıldı, ve herkes bir sebepten mevsimin bahar olduğunu anımsadı, bir Mayıs akşamıydı, herkes güllerin, leylakların ve taze kavak yapraklarının kokusunu duyuyordu. Riyaboviç içtiği brandinin ve müziğin tesiriye, pencereye doğru baktı, genç adama göre, çiçeklerin, yaprakların kokuları bahçeden değil, hanımların yüzlerinden ve elbiselerinden geliyordu."*


Gözlerimi onunla açıyor, gün boyu onunla dolaşıp yine onunla yatıyorum. İyi mi kötü mü olduğuna bir türlü karar veremediğim, ama etkisi kesin olan eski bir şaka gibi aklıma geliyor bu öykü. Hem üzüyor hem mutluluk veriyor, evet, iyi mi kötü mü bilmiyorum, bahar gibi belki, öyle diyelim. Çehov'un Öpücük öyküsünden bahsediyorum, o kadar çok oldu ki okuyalı hâlâ beni peşinden sürüklemesi tuhaf, öyküdeki öpüş gibi kalbi tam on ikiden vuruyor başka açıklaması yok. Bahsettiğim öykü kısacık, mayıs ayında (elbette!) geçiyor ve topçu birliğinden bir askerin yaşadığı kısacık bir anı anlatıyor. Riyaboviç, hikâyenin kahramanı ama hikâye herhangi bir kahramana ihtiyaç duymayacak kadar naif, kırılgan. Tamam, eklemeliyim; elbette yalnız. Riyaboviç, öylesine gittiği davette tüm sıradanlığını, zavallılığını (bizim büyük çaresizliğimiz, hepimizin?), kimsesizliğini unutturan -yanlış- bir öpücükle tanışır ve olanlar olur. Artık mayıs daha mayıs, kuşlar daha şarkılı, uykular daha rüyalıdır. Aslında öpücük onun bile değildir, olsun, bir ışık, bir ürperti, sana tüm çirkinliğini unutturan tanrısal kutsama, ötesini boş verelim. 

Öyle yapmadık mı, boş vermedik mi?

Tatil fotoğrafları var elimde, çok uzun süre önce seçip klasörlemişim. Buraya koyup daha önce yaptığım gibi uzun bir yazıyla anlatacaktım, keyifsizim. Hani çok şaşırtıcı, güzel bir şey olur da onu kalbinizde taşıyamazsınız ya, sonra onun sarhoşluğuyla anlatsam mı anlatmasam mı diye şaşkınca dolanırsınız etrafta, ve bir zaman gelir o anlar dağılır, gerçek daha gerçek, ayna daha nettir, onun gibi işte. Askerin yaşadığı gibi bir şey yaşamadım -yakın zamanda en azından!- hayat aynı ezberle akıyor, bir yorgunluk çayıyla mutlu olup, okuduğum kitabın bir cümlesiyle heyecanlanıyorum hâlâ, keyifsizliğim de anlatılacak somut bir şeyden değil, ama kalbin o; "tamam, artık biliyorum, yavaşlayacağım" sesini kulağımın dibinde duyuyorum. 

Ses uzaklaşsın, tatili, geçen günleri, okuduğumu, izlediğimi anlatırım, konuşuruz.

-------------------
*Anton Çehov, Öpücük / Bütün Öyküler 4 (1887) Cem Yayınevi (çev. Mehmet Özgül)

p.s.: -Hah, şuna da bakın lütfen; kitabın kapaklarından biri, bayılmıştım ben gördüğümde.  Öyküyü tek bir çizimle anlatıyor, olağanüstü, nefis. Müziği dinlemeyi de unutmayın, bu öykünün, öpücüğün bir müziği olsaydı bu olurdu, eminim.
-Header'ı değiştirip sayfayı da havalandırayım tamamdır. Ve kaçtım.

Salı, Haziran 24, 2014

makarios!*

(elbette bu yazdan değil, geçmiş yıllardan bir foto bu, ablamla mahalle barına gitmiştik. fotoyu da ablam çekmişti, çok keyifli bir akşamdı, iyi hatırlıyorum. hmmm, ayrıca o zamanlar daha sağlıklı, daha neşeli, daha bira içebilen bir tiptim, şimdi ise mızmızın tekiyim. dolapta da yıllanmış biralar öyle zavallı zavallı duruyor.;/)



Çok olmuş. Buraya da yazmışımdır kesin ben her şeyi parmaklarımla sayarım ya, işte öyle sayılmayacak kadar çok olmuş. Bu çok olan zamanda bir sürü şey yaptım, ya da hiçbir şey yapmadım da, bir sürü şey esti geçti etrafımdan, ben rüzgârından hasta oldum.;) Kafam karışıkken, bir şey düşünürken bırakın yazmayı, kaldırımda bile yürüyemiyorum, hâl böyleyken oturup bulanıklığın geçmesini bekliyorum ben de. Geçti mi peki, ı ıh. Ama burayı ve burada sohbet ettiğim herkesi özledim. Bana mesaj atıp, ya da uzun uzun mektuplar yazıp halimi hatrımı soran herkese  teşekkür edip kaçayım şimdi. Sonra ise uzuuun uzuuuun izlediğimiz filmlerden, okuduğumuz kitaplardan, tanıştığımız insanlardan, gezdiğimiz yerlerden bahsedelim. Birikti birikti birikti, çok şey birikti, öteye beriye taşırmadan buraya taşıyalım şeyleri, öyle yapalım da biraz gülümsesin yüzüm, ya da yüzümüz. Bu kısacık yazı da diğer yazının (ara vermeden yazacağım!) açılış paragrafı olsun. 

---------
*ben çocukken, sokaklarda "başpiskopos makarios, başpiskopos makarios!" diye tekerleme söylerdik, belki de ben söylerdim de, arkadaşlar katılırdı, bilemedim şimdi. bir zamanların "en ciddi olayının kahramanını!" kendimize tekerleme yapmıştık, çocuk kafası işte, akıl sır ermez. Peki niye yazdım bunu şimdi? Çünkü kaç gündür aklımda bu tekerleme var! Durup durup bunu söylüyorum, bir ara geçti sanmıştım, yine başladı. Bunun içündür ki, basbayağı deliyim ben, Eh elbette, neden olmasın, hem delilik çok güzel bi şey! Bilen bilir, haydi geçmiş olsun!;p

-------

p.s.: Zelda'ya, Alkım'a, Zerka'ya ve sadece mektuplarından tanıdığım Nejat ve Jewel'e özellikle teşekkür etmek istiyorum, onlar seslenmese ben bu "caanım" bloğuma, biraz zor döner, gamlı baykuş gibi daha çok otururdum koltuğumda. Şahanesiniz, sarılıyorum hepinize.

Perşembe, Şubat 13, 2014

tekrar

 


Hey!
Uzun süredir böyle ünlemli başlangıçlardan korkuyorum, daha sakin, daha sessiz, mümkünse fısıl fısıl konuşmak, ruh halime, hastalığıma ve soğuk algınlığı ilaçlarıyla uyuşan kafama iyi geliyor. Öyleyse bu ünlem sadece ve sadece uzun ayrılığın işareti olsun, burayı özledim, bir de bunun.  Ötesi, anlamsız baş ağrısı.  
Hemen üstte fotoğrafını gördüğünüz, yumuşaklığını, sıcaklığını  ve lezzetini -maalesef- sadece tahmin edebileceğiniz (kendim yaptım diye demiyorum, bana inanın, nefis olmuşlardı) şu güzelim poğaçalar yukarıdaki iki tatlı bebek yesin diye yapıldı. Sabahın köründe -saat on benim için çok erken bir saat- kalkıldı ve hamur yoğrulup, sızlayan bir boğaz ve ağrıyan bir baş eşliğinde mayalanması için beklendi. Sonuç güzel oldu ama, Liliş ve Rüya poğaçaları sevdiler, eh benim için onların yüzlerinin gülmesi yeterdi, yetti mutlu oldum. Hastalığı filan unuttum, poğaçalar da servis edildiği gibi bitti. (çocuklarla zaman geçirince insanın dili işte böyle masal anlatır gibi oluyor) 

Size bir sır vereyim mi -hayatın anlamı değil, heyecan yok- hamur yoğurmak çoğu sorunu unutmak için (dikkat; "çoğu") harika bir yöntem. Hamur ellerinizin arasında ezilip şekilden şekle girerken siz de aklınızdakileri bir hâle yola koymaya çalışıyorsunuz. Eliniz ve enerjiniz hamurda ama aklınız bir türlü çözülemeyen sorunlarda, sonra hamur yuvarlaklaşıyor, yapışkanlığı azalıp o dillere pelesenk (kulak memesi!) kıvama ulaşırken sözünüzü dinlediğini de kanıtlıyor. Bravo bana, bunu başardıysam pekâlâ ona da derdimi anlatabilirim. Beni dinler, hamur kadar inatçı değil a, sonunda yumuşar ve bir şeye benzer. Hmmm... Acaba? Burada durmalı.

Az su içiyormuşum, bir yudum su içip içtiğim sudan daha kocaman güldüm. Hamur, sadece hamurdur, pişerken çıkardığı mis koku ve yoğurmanın sağaltıcı 'lokal' etkisi dışında başka hiçbir şeye derman olmaz. Fazlasının bel çevresinde yaptığı ciddi etki ise diyetisyenlerin derdi olsun. Ben, az önce yaptığım komik, kişisel sorun benzetmesini temizleyeyim yeter. Arkamda iz bırakmam hanımlar beyler, bazı sorunları çözemiyorsam çözülmüyordur, bunu bilirim. That's it.;p Allende, yıllar önce burada da bahsettiğim afrodizyak yemeklerle ilgili kitabındahamur yoğurmanın maharet istediğini, fakat bundan da önemli olanın niyet olduğunu yazmıştı, aklımda öyle kalmış. Ağır, hantal, hafif, ürkek, nazik, güçlü çeşit çeşit ellerin olduğunu ve aşk yaparken olduğu gibi hamuru şekillendirirken de bu ellere yol gösterenin niyet olduğunu söylüyordu. Çok haklı, ben o sabah yataktan sevimli yeğenlerimi mutlu etmek için kalktım, dua tuttu, maya gibi. 

Bu yazıyı yazarken yazı için seçtiğim bin değil milyon yıllık müzikleri dinliyorum. İçlerinden bir tanesi beni çok eskiye götürdü; Schubert'in mi bemol piyano üçlüsü (piano trio in e flat) Kubrick'in Barry Lyndon'ının neredeyse karakterleri kadar önemli parçasıdır. O filmi, şimdi ancak antikacılarda bulunabilecek bir bilgisayarda izlemiştim. Devletin üzerine kocaman ve çirkin bir boyayla numarasını yazdığı, estetikten yoksun demirbaş ekranında akan "inanılmaz estetik" görüntülere bakarken ben, bir hayat bundan daha hüzünlü olamaz demiştim. Tuhaftır, Barry Lyndon bana Voltaire'in eğlenceli Candide'ini hatırlatır ama filme kitaba güldüğüm gibi gülmem. Filmi neredeyse unuttum gitti, müzik ise tablo kıvamında filmin hafızama asılmış parça parça görüntüleri gibi kulağımda asılı kalmış, silinmiyor. Tekrar izlemeli. 

Belki hiçbir sorunu çözemem, planlar kurulduğu yerde tozlanmış durur, her gün bir önceki günün reprodüksiyonu gibi benimle dalga geçer, zamana ve insana asla ayak uyduramam ama hangi filmler tekrar izlenmeli, hangi kitaplar tekrar okunmalı ve hangi müzikler sonsuza kadar dinlenmeli bunu iyi bilirim, bu da bana yeter. Unutmadan; gecenin üçünde hangi şiir iyi gelir, yatağa usulca girmeye yardımcı olur bunu da iyi bilirim, bakın sağlaması hemen aşağıda;

"Kendini bir örnek olarak mı sunuyorsun?
 Bir gül gibi açabilir mi insan
 kendi hassas özünü çoğaltarak?
 Yoksa işini yapmak yeterli mi?
 Çünkü iş denmez
 bir gül olmak için yapılana.
 Tanrı, pencereden dışarı bakarken
eve çekidüzen veriyor."*

------------------

* Rilke, güle böyle sormuş, ben Ursula K. Le Guin'in Gülün Günlüğü/Rüzgârgülü kitabında okudum bu şiiri. Geceleri yatakta bu kitaptan bir öykü okuyup uyuyorum, istisnasız tüm öyküler şaşırtıyor. Bir şair güle delirtici sorular soruyor, bir yazar tüm karakterleriyle düzene meydan okuyor, sonra bunları okuyup huzurla uyumanın duasını eden bir kadın -yok hayır, bir şaşkın- hep ama hep yanılıyor, kabuslarla sabah ezanında uyanıyor. Hiç şaşmaz.