Pazar, Ekim 31, 2010

"bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar."


Ben Edip'i çok severim. Öyle böyle değil, çok çok severim. Her yerimde izi vardır. Bütün anlarımda, tüm yaşımda, gittiğim her yerde, ömrümde kalıcı izi vardır.

"Tanrım
  Ona bir salıncak!",

diye bağırdığı Salıncak şiirini bilir misiniz? Ben iyi bilirim. O şiirle ilk karşılaştığımda on altı, on yedi yaşlarındaydım. Yatılı okuldaydım, çocuktum. Nasıl vurulduğumu anlatmak zor, sözlerin kalbimi delip geçmesini, yaralanmamı. Büyük bir odayı gösteriyordu bana, bahçeye açılan bir penceresi olan. "Gün tanrıları" diye bilmediğim şeylerden bahsediyordu. Öğrendim çok sonra, bir otel odasında, günün her saniyesinin ayrı bir tanrıya ihtiyacı olduğu, tuhaf zamanlarda.

"Kadın
 Sessizlik." 

böyle fısıldıyordu adam, nasıl öğrenmişti bir kadının yokluğu sağmasını, nereden duymuştu?

"Çok çabuk geçmek için şu olup bitenleri
 Bir daha, bir daha, bir daha
 Unutmak unutmak unutmak
 Tanrım!
 Taş kesilmemek için taş
 Bunu evrenin sonsuzluğu diye yorumlar varlığı olmayan bir söz"

Bir kadın, yokluğun orta yerinde, en gürültülü zamanında, bir hiçe yaslanırken taş kesilir elbette, o biliyordu. Sadece çıkmak istemiştim, gidilecek yer yoktu üstelik, görülecek bir şey, konuşulacak kimse, ama o otel odasından çıkmak, kurtulmak istemiştim. Telefonun çalmasını, kapının açılmasını, bir bağırtıyı, kazayı, fırtınayı duymayı beklemiştim. Çok uzakta küçücük, sanki yokmuş gibi, ama yine de görünen bir dükkân hatırlıyorum. Bir gazete bayi, dergi filan da satılıyordu, kasabanın dünyaya açılan kapısı, herkes için ayrı bir kurtarıcıydı. Poşet dergiler, siyasi gazeteler, sinema, çizgi roman hepsi orada satılırdı. Benim odam, bir saat kulesine bir de çok ötelerden o dükkana bakardı. Saat kulesine baktım, altında toplaşan çocuklara, gülüşmelerine, poşette satılan bir derginin onları keyiflendirmesine, ötesine daha ötesine baktım. O kasabada on sekiz yaşındaydım.

"Kadınsa kımıldamak ister, olmaz
 Yer değiştirmek ister, olmaz
 Solumak birdenbire
 Gene olmaz
 Olacak bir şey boşuna aranır, boşuna boşuna boşuna
 Bir kaya daha çatlar
 Başlar ufacık taşlar yuvarlanmaya"

Taşlar orada, o bakışımda yuvarlandı, biliyorum. Duymadan önce, karlı bir günde, o tepeye yürümeden önce, orada yuvarlanmaya başladı. Oturup bir çay içerken, -ama oturup bir çay içilmezdi orada- beynimin içinde karşımdaki konuştukça yuvarlanıyordu taşlar. Bir dursa, dinleyecektim. Her söyleşiden sadece bir cümle, bir kelime kalır aslında, bazen işe yarar bazen o da unutulur. Taşların sesini unutmadığım gibi, o sesi de unutmadım. Bir cümlelik ses. Beni düşünen, iyiliğimi isteyen.

"Tepeden tırnağa beyazlar giyinmiştir kadın
 Ne var ki bir kadın gibi değil, bir aşk, bir umut gibi değil
 Bir aralık gibi durur dünyada"

Bu dünyada bir aralık gibi durmak nedir, artık daha iyi biliyorum. Otuzlu yaşlarımdan bakarken geriye, eski zamanıma, silik silik görüntülerden yorulduğumu ama sıkılmanın her şeye rağmen iyi olduğunu biliyorum.

"Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar."

Edip Cansever'i çok seviyorum. Şiirlerini, deli gibi seviyorum orası tamam, fakat ben Edip Cansever'in kendisini, bu dünyadan geçmesini, her şeyini, varlığını çok seviyorum.

"Sonra ne? Sabah! İyi bir gün başlar ne de olsa"

Bunu bana söyleyen adam, -sabah sabah- sana sesleniyorum, seni seviyorum.

* Bu yazıyı yazarken hep, "beni hoyrat bir makasla, ah eski bir fotoğraftan oydular. orda kaldı yanağımın yarısı, kendini boşlukla tamamlar. ah omuzumda bir kesik el, ki hâlâ, hâlâ durmadan kanar." sözleri döndü durdu beynimde. "kavaklar" çaldı işte, sessizce bir köşede. Ben yine de Nazan'ın çok sevdiğim aşağıdaki şarkısını (ağlama gönlüm) koydum buraya, neden bilmiyorum.

Cumartesi, Ekim 30, 2010

bu çocukları sarımsaklasak da mı saklasak...


Kynodontas filmini seyrettiniz mi? Eğer hayır ise cevabınız çok şey kaçırdınız, uyarayım. Uzun süredir, farklı sinema yapılmıyor derken, neden artık Bunuel, Bergman, Jodorowsky, Saura, Tarkovski, Godard, Trier (bilerek apayrı tarzı olan yönetmenleri sayıyorum, auteur sinema işte) vs. vs. gibi yönetmenler yok diye üzülürken, Haneke tarzı filmleri hep Haneke mi çekecek (bu komik oldu, evet) geyiğini yaparken, hemen yanı başımızdan, "komşumuzdan" bir film geldi. Ama ne film! Yunan yönetmen, Giorgos Lanthimos bir avuç oyuncuyla ilginç, şaşırtıcı, hadi bunları boş verin, tam anlamıyla nevi şahsına münhasır bir film yapmış. Sıradan filmlerin arasından sıyrılan, tarz bir film "köpek dişi". Filmin İngilizce adı Dogtooth, köpek dişinin filmdeki yeri çok önemli, çocuklar için dışarıya açılan anahtar ve bir simge. Bunu geçelim.

Filmde bir aile var ve bu ailenin ebeveynleri kesinlikle sıradan değil! Biri erkek, ikisi kız, üç çocuk yapmışlar, yapıp bırakmamışlar tabii ortalık yere, onları kendileri eğitiyorlar (We don't need no education, diyeyim mi burada:)). Ailenin akşam eğlencesi kendi çektikleri aile filmlerini izlemek ve kendi uydurdukları oyunları oynamak. Çocuklara bazı kelimelerin anlamlarını da farklı öğretiyorlar. Burada neyin deneyini yaptıklarını vermiyor yönetmen ama biz izleyenler, eğitimin farklı ellerde nelere yol açabileceğini düşünmek zorunda kalıyoruz. Sınırları çizilmiş eğitim, müfredat "bilinen" şekillerde mi devam etmelidir? Ben film boyunca bunu düşündüm, otoyol; çok güçlü bir rüzgar türü olsa, zeminlerimiz seyahat ile kaplansa, tüfek kelimesini, güzel beyaz bir kuş diye bilsek ne olurdu?

Burada filmi sahnesi sahnesine anlatmayacağım,  sonunda beni nefessiz bırakmasını, onca deneyime rağmen yine aynı hataya düşmemi (klasik Hollywood filmi beklentisi, Haneke, Funny Games filminde bir bıçakla o numarayı yapmıştı.), filmin yavaşlığının izleyene ne kadar iyi geldiğini sadece filmi seyredince anlarsınız. Şu söylenmeli ama, bütün oyuncular harika oynuyor da, kızlardan büyük olanı canlandıran Aggeliki Papoulia o müthiş dans sahnesinde, olağanüstü oynamış. Hatta şöyle söyleyeyim, kopmuş! Ben seyrederken güleyim mi ağlayayım mı bilemedim, bayıldım! İzleyin anlarsınız. 


Filmde erkek çocuk için bir fahişe hazırda bekletiliyor. (Neden erkek için?) İşte o gelmeyince ensest devreye giriyor. 

Sınırların ötesinde bir şey yok yavrum. Sadece kardeşin bekliyor, kediler tarafından tehdit edilen.


Yönetmen sembolizmin canına okumuş; eğitim sert olmalı, köpek gibi. Fakat bir yerlerde bir şeyler hep ters gider ve ipler kopar.


Kyno; cyno ve cynic'den geliyor. Grekçede (eski) köpek anlamında, ben böyle biliyorum en azından. Bir de üzerine sonsuz yazı yazılıp, "alt metin" aranabilecek, "cynicism, cynic, cynical, cynically vs. vs. filan var ama hiç bulaşmayayım ben. Ah Diyojen!

Perşembe, Ekim 28, 2010

nasıl bir yağmur!


"...Yabancı bir yere ilk defa inip, hiç lüzumsuz, manasız bir his duymadan, toğrağa -varsa bir battaniye atıp- yıldız seyretmeden, memleket, sevgili ıvır zıvır düşünmeden uyumak...

Belki böyle şey, iyi insanlara nasip oluyor. Belki biz; zayıf ,karışık, kötü insanlar, yabancı bir yerde ağlamaklı oluyoruz..."
                                                                                    Sait Faik - Birtakım İnsanlar

Nasıl bir yağmur gelecek, ama nasıl! diyordum, geldi işte. İzmir'in yağmurunu bilen bilir, hem birden gelir, kandırır hem de deli gibi yağar. Sabah şehir öyle çıplaktı ki, öyle net. Gözlerim kamaştı, gece çok yağdı ondandır, dedim. Tertemiz olmuştu sanki, yıkanmış. Hava mis gibiydi, tekrar yağacağını düşünemedim. Sonra işaretini verdi, sesi ve ışığı önceden geldi ve ben yağmuru bekledim.
Eski mektupları okuyorum bugün, yukarıdaki alıntı da o mektuplardan. Zayıf, karışık ve kötü insan!, diye seslenmiş bana kardeşim. Öyle ya, biz her şey karşısında ağlamaklı oluruz. Yağmur eskisi gibi yağıyor, binlerce yıl yağdığı gibi, biraz hızlı biraz yavaş ama yağıyor işte. Yağar. Peki, neden manasız bir his duyuyorum?

Gece yatarken; ona neden kötü davrandılar, niye hasta, onun niye yatacak yeri yok, sevgilim niçin uzakta, köpekler nasıl böyle yorulmadan havlıyor, o filmdeki siyah, mutlak karanlık mı, dışarıdan yatağıma vuran ışık, bir meleğin işareti mi (bkz; berlin üzerinde gökyüzü:)), aynada duran aydınlık, onun bıraktığı mı, bu bütün ıvır zıvırlar, kötü olduğum için mi beni takip ediyor? Kalbim nasıl şiddetli atıyor, o şiiri okurken, o şiiri tekrar okurken, tekrar okurken. Herkes anlasa diyorum, belki şarabı içmeden.

Paul Klee'nin aşağıdaki resminin adı, "Siyah, Hâlâ Yerinde". Ah, nasıl seviyorum, bu zayıf ve kötü insanları, bilmeden sorunlu bir klan oluşturduğumuz:) Felaket, asıl felaket bu; yağmur ve siyahın suyu bulandırması. İlhan Berk'i anıyorum;

"küçük bir suydu kadın"

zaten yağmur durdu.

Paul Klee - Black, still in place (1940)


tanrım, tanrım, beni neden terkettin?*


"...tantalos'u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: duruyordu bir gölün içinde, ayakta,
yüksele yüksele çıkıyordu su çenesine kadar,
ama içmek için davrandı mıydı, damlasını alamıyordu suyun,
ihtiyar adam eğiliyor, eğiliyor eğiliyordu,
su da çekiliyor, çekiliyor, yok oluyordu emen toprakta..."
                                                                          Homeros-Odysseia XI


My Son, My Son, What Have Ye Done, filminin tek derdi "insan". Sınırlı insan, yapamayan, bir türlü muktedir olmayan, olamayan insan. Bu dert öyle herkesin derdine de benzemiyor, kesif bir varoluş duygusuyla, gerçeküstü gerçeküstü salınıyor:) Kısaca şöyle filmin konusu; bir adam, ona çok düşkün annesiyle yaşar ve annesini öldürür. Bu kadar. Biraz açalım; filmin başında iki dedektifi cinayet mahalline ilerlerken görüyoruz (biri güzelim Willem Dafoe:)), onlar bir rehin olayına gittiklerini sanıyorlar, cinayet hemen sonra ortaya çıkıyor. Arabada tecrübeli olan polis, çaylak olana başından geçen "komik" bir olayı anlatıyor ve şöyle diyor; "gerçekte biz polislerin mi, yoksa suçluların mı daha kötü olduğundan emin olamıyorum." Öylesine bir film olsaydı takılmazdım bu cümleye, ama burada duruyorum, böyle ötelerden ötelerden nihilist-varoluşçu Beckett geliyor aklıma; eylemlerimiz boşuna, hayat anlamsız, beklenecek bir şey yok, zaten gelecek olan da yok, diyor. Filmin derdi bu. Her şey gri, soluk ve muğlak.

Dedektif olay yerini incelerken filmin kahramanı, annesini öldüren çocuk (çok çok güzel oynamış Michael Shannon, ama biz onu Bug filminden biliyoruz, insan üstü, über oyuncu:)) , kalabalığın arasından, elinde kahvesiyle, "zevk onlara, sefa onlara" diye geçiveriyor. Daha sonra defalarca duyacağımız bu kafiyeli kelimeler (razzle them, dazzle them, razzle dazzle them) Tantalos'un ziyafet sofrasıyla da ilgili (bence tabii), ona daha sonra geleceğim. Dedektifler rehineleri (bunların insan değil iki flamingo olduğunu sonra anlıyoruz!) kurtarmak için katilin nişanlısı ve oynadığı tiyatronun yönetmeniyle konuşuyor, bilgi almaya çalışıyorlar. Burada devreye katilin "delirmeden" önce oynayacağı tiyatro oyunu giriyor; Orestes. Orestes, mitolojide Agamemnon'la Klytaimestra'nın oğlu ve ünlü kompleksin sahibi. Babasını aldatıp, sevgilisiyle birlikte öldüren annesinden intikam alıyor, ablasıyla birlikte plan yapıp, annesini öldürüyor. Şimdi bana kalsa sabaha kadar anlatırım bu olayı, işim arkeoloji fakat biz filme dönelim. Kahramanımız bu tiyatro oyununda Orestes'i canlandırıyor ve ünlü kılıçla provalarda gerçek anlamda esip geçiyor:) Cinayet, Kabil'le başladı diye biliyoruz ama mitolojide Tantalos bize el sallıyor; tanrıları kandırıp öz oğlunu onlara yemek diye sunan, lanetli Tantalos! İşte bu zincirin bir halkası da Orestes oldu, bizim filmimizdeki çocuk annesini öldürmüş çok mu diye soruyorum ben de herkese? Orestes bütün insanlığın üzerindeki belayı kaldırmak için annesini öldürmek istiyor, adalet için. Fakat bir sorun var; annesini öldürürse lanetlenecek, öldürmezse yine lanetlenecek ve hatta tereddüt ederse iki kez lanetlenecektir! Kahramanımız da aynen bu durumda; yoga yapmak, dağ bayır dolaşmak, bütün bu çabalar boşuna, anlam diye bir şey yok. Dünyadaki herkes bir an dursa, aynı anda, tüm sesler kaybolsa, anlamın belki o zaman kulağına fısıldanacağını düşünüyor. Basket topunun atılma ya da durma anında değil, havadaki halinde.

Bence herkes İsa olabilir, tanrı hepimizin kulağına bir tehlikeyi fısıldayabilir, sorun orada değil. Sorun, bu fısıltıyı, sesi nasıl karşılıyoruz, ne yapıyoruz orada. Durabiliyor muyuz Beckett'ın kahramanları gibi öylesine? Lanete son vermek için eylemsizliği seçebiliyor muyuz?

Çok karmakarışık bir yazı oldu bu, çok düzensiz. Öyleyse, filmin sonunda, modern Orestes'in, bizim kahramanımızın dediği gibi şöyle yazalım; "Dedektif, senden bir ricam olacak. Raporuna iki şeyi dâhil etmeni istiyorum. Birincisi, flamingoları unut gitsin. Ben devekuşu görüyorum. Koşan devekuşları görüyorum. İkincisiyse...basket topumun başına ne geldiyse onu ekle."

İşte hayat bu kadar basit.       

Bu filmi izleyin, Herzog'un varoluş ve gerçeküstü sinemaya kafayı taktığını göreceksiniz. Hem bu takış sıkıcı da değil, komik, absürt ve eğlenceli. Oyuncular harika (Udo Kier bile var!), filmi sunan David Lynch (David efendi bu güzel filmin yapımcısı olmuş, ve belli etmiş rengini:)), görüntüler nefis, diyaloglar  zekice , e insan daha ne ister bir filmden? Belasını mı? Onu da zaten filmi seyredince buluyorsunuz, bir yerlerden bir ses gelip kulaklarınıza yerleşiyor; "oğlum, oğlum, ne yaptın sen!?" Ve hiç gitmiyor.

*Bendeki İncil'de bu ünlü yakarış, "Eli, Eli, lama sabaktani?" diye geçiyor. Çok bilinen hali ise, "eli, eli, lema şevaktani". İsa'nın çarmıha gerilmeden önce son sözleri Matta inciline göre bunlar. Ben filmin isminin de bir şekilde incil'de geçtiğini düşünüyordum, ama sanırım diğer haliyle karıştırmışım. Filmin İsa'nın bu sözlerinden ilham aldığı ortada. Ayrıca, filmin konusu tamamen özgün değil,  Mark Yavorsky diye bir master öğrencisinin (iyi ki bırakıyorum şu doktorayı, ne belaymış böyle!) annesini öldürmesinden yola çıkmış Herzog.

Werner Herzog, Lynch ile arkadaş olursa ne olur?

Ve gözlüklerimizi çıkarırsak cenneti görür müyüz?

Çarşamba, Ekim 27, 2010

gözümüz görüyor, kulağımız duyuyor mu?



Şimdi bir program tekrarında rastladım Türkan Albayrak'ın haberine. Şaşırdım, kaç gün olmuş derdini anlatmaya çalışalı, ben duymamışım bile. Duyması gerekenler hiç duymamış. Temizlik işçilerinin nasıl zor şartlarda çalıştıklarını biliyor musunuz? Ben hastanede çalışan temizlik personelinin durumunu çok iyi biliyorum; nasıl deli gibi çalıştırıldıklarını, oturmalarına bile doğru dürüst izin verilmediğini, hor görüldüklerini. Albayrak'ın, olayın nasıl olduğunu anlatan ilk metninde geçen cümle (kendisine söylendiğini iddia ettiği), aynen söylenmiştir, ben inanıyorum. Siz de inanın, "siz kimsiniz çöpçüler, temizlikçiler, kapıya atsam sizi bir sürü işsiz var, sizi işten atarım" , bu ve benzeri cümleler hep söyleniyor, söylenecek. Hatta çoğu kişiye doğal bile geliyor. Sendikalar siyasete (ve iktidara) bağımlı olmaya devam ettikçe, sendikaya kayıtlı olmak, korkulacak (özellikle sol) bir eylem gibi görüldükçe bu cümleler daha da çok duyulacak. Lütfen seslerini duyalım. Duyalım ki, bizim sesimizi de zamanı gelince duyacak birileri olsun.

Nuray Mert bu konuda yazacakmış gündem izin vermemiş;


Ece Temelkuran, uzun uzun bahsetmiş, ellerine sağlık;

Pazartesi, Ekim 25, 2010

sese, yüze, görüntüye... geçmişe alışmak


"Bir roman kadar uzun bu tümce,
- Sonra işte yaşlandım."
                       Gülten Akın/Kısa Şiir-Bir

En kötüsü alışmak. Ben bunu hep söylüyorum, çocukluğumdan beri. Başımıza gelen en kötü şey alışmak. Kırar sizi, yalnız bırakır, incitir, anlamaz. Alışmak, kör bırakır, duymaz olursunuz sesleri, sesiniz çıkmaz. Büyü en güzeli, alışmak için, ama ona karşı yapılan. Ben büyücüyüm sevgilim, evet.

Pazar, Ekim 24, 2010

zor bir okuma: Odun Kesmek


Okuduğum en zor kitaptı!

Belki, her sevgili (e, göreli tabii:)) unutulur, yaşanılan olaylar, görülen yerler, yüzler, şu bu hepsi unutulur ama okunan en zor kitap unutulmaz! Onu okurken, dalıp dalıp gitmeler, beyni zorlamalar, ne anlatıyor bu adam (yazar mı deseydim, evet yine seksist oldu!) şimdi demeler, kaç sayfa kaldı bıraksam mı, diye düşünmeler unutulmaz. Odun Kesmek, romanını idefix listeme atmış, bekletip duruyordum. Thomas'ı Avusturya yıllarımdan bilirim, kapı komşumdu, hah ha, burası dalga tabii, kahve içtim, bugün keyfim yerinde:))  Bernhard'ı (daha resmi olsun), Bitik Adam kitabını çok çok çok merak edip, okuyamadığım (yine!) zamanlardan beri biliyordum. Odun Kesmek'le başlayıp, sonra devam ederim diye düşünmüştüm ve listeye atılmıştı öylece. Sonra aldım ve -sanırım- üç yıl önce onu okuma deneyimini yaşadım. Ama ne deneyim!

Kitaba Voltaire (canım Candide yazarı!) alıntısıyla başlıyor yazar; "İnsanları daha akıllı kılmayı beceremediğimden, onların uzağında kalarak mutlu oldum.", ki bunun anlamı var: Bernhard, insan sevmiyor, öfkeli bir yazar.  Kitabın özgün adı da, "Holzfällen. Eine Erregung - Odun Kesmek: Bir Öfke, zaten. Berjer bir koltukta ("berjer!", bu önemli çünkü devamlı tekrarlıyor; "düşünüyordum berjer koltukta, diye düşündüm berjer koltukta, berjer koltukta!"), Avusturya sanat camiasını topa tutar anlatıcı. Burjuvaziyi küçümser, iğrenir, Viyana sanat çevresiyle dalga geçer ve tabii en başta kendisini eleştirir. Şimdi düşündüğümde kitabın bu kadar zor okunmasının nedeninin, Bernhard'ın yazım tarzı olduğunu sanıyorum. Bernhard, paragraflarını uzattıkça uzatıyor ve o keskin cümleler bitmek bilmiyor. Devamlı bir bilinç akışı! Sonsuzca düşünen, sinirli ve dağınık bir adam. O berjer koltukta rahat, düşünüyor ve anlatıyor oysa okuyucu kasılıyor, çünkü ne onun bilinç akışı takip edilmeye müsait ne de anlatım düzenli.

Güçlü bir karakter olmadığını kitap boyunca yineleyen anlatıcı, akşam yemeği davetini neden reddedemediğini de buna bağlıyor. O kadar içten ve tanıdık ki anlattıkları, aynı çevre, aynı burjuvazi, biraz önce söylediğim yazım tarzı da olmasa senden biri oluverecek koltuktaki. "Güçlü bir insan ve de aynı derecede güçlü bir karakter onların davetini reddederdi, ama ben ne güçlü bir insanım ne de güçlü bir karakter, ben hemen hemen bütün insanların eline kalmışım.", derken eğilip öpüvermek istiyorsunuz berjer koltukta deliren güçsüz adamı. "Ben de öyleyim Thomas, dert etme, burası başka bir ülke ama sanat camiası ve burjuva (var mı sahi?) aynı, çıkmayalım oturalım evimizde, bir de çay demlerim güzelce, sıcak sıcak içeriz", diyesiniz geliyor. Ben dedim valla:) 

Tek başına kalmayı çok seviyor koltuktaki anlatıcımız; "Bende, yalnız bana bahşedilmiş gibi davranabilme yeteneği var, ne zaman istersem, berjer koltukta oturarak bu sanatı icra etmişimdir, tek başına kalmayı yani, nefis bir şey..." derken öyle sahici ki. İnanıyorsunuz.

Odun Kesmek, romanında Bernhard, toplumsal hayatı acımasızca eleştiriyor, düşünsel camiayı kanatıyor, aynı zamanda kendisi de kanıyor, genç yazarları komik buluyor, onların her şeyi komik bulmasını da komik buluyor! (buralarda öyle haklı ki), Wittgenstein okumaktan bahsediyor, güldürüyor, moda okumalara saydırıyor ve sonunda "...keşke gitmeseydim şu sanatsal akşam yemeği davetine, Gogol'ümü ya da Pascal'imi ya da Montaigne'imi okusaydım." diye düşünerek bitiriyor kitabı.

Ben, zorlu okuma tecrübeme, sarmal anlatım yapısının keyifsizliğine rağmen yine de sevdim, seviyorum Bernhard'ı. Derdimiz hep aynı çünkü; kalabalıkta ve dahi yalnızlıkta "huzursuz" olmak, hep huzursuz ve meseleli olmak. Şimdi, Bitik Adam okunmalı, sıraya alınmalı ve onlarca kitabın arasında sırasının gelmesini beklemeli. Bakalım.

Çok güzel gülüyor bence Bernhard, birileri ona bunu söylemeli:)

Cumartesi, Ekim 23, 2010

kendi sesimi duyamıyorum!

Hiç bitmeyen bir gürültü var oturduğum mahallede. Daha önce oturduğum semtte de vardı, satıcı bağırtıları, bozuk egzoz sesleri, lüzumlu lüzumsuz çalan korno gürültüsü. Burada da aynı ritüel devam ediyor; sonsuz bir gürültü cehennemi. İki gündür çok uzaktan müzik sesleri geliyor, ama devamlı, devamlı! Neden eğlenirken sesimizin ayarını kaçırırız? Neden biz eğlenirken diğer herkes de eğlensin isteriz? Bu ülkenin ses ayarlarını anlayamıyorum? Sevmiyorum. Baş ağrıtıyor ve can sıkıyor. Lütfen bir susun, kendi sesinizi duyun. Duyalım.


kardeşliğin büyülü dünyası ve bir rüzgar çanı


Bu yazıyı çoook önce ekşi'ye yazmıştım. Daha öncesinde Polişka'ya* tabii. Şimdi burada dursun bakalım bir şiir ilavesiyle ve alva nicki, poliş ile yer değiştirerek.

"...
sonra gecelerden bir gece
çocuk yatıp yetişkin kalktığımız
X-bilinmeyenli bir gece

uzun beyaz geceliklerimizle
koyu yeşil bir ivme boyunca bir bataklığın üzerinden geçtik
...

aklımızdan bir konkord hızıyla geçen sonbahar
ormanların kesip attığı Dürer saçların
yüzünde kalan tırnak izlerim
                 "biz, ikimiz"

içinde birbirine denk iki
yüreğin uyuduğu cam-kutuyu
sessiz saydam bir tören gibi
                      sulara bıraktığımızda
...

"başka yok... öteki yok...
 başka yok... öteki yok..."

..."
                       Lale Müldür-M ONA L İZ


Polişka; uzun saçlı, uzun gözlü, dargın peri. biyolojisi sıfır (tabii ece!), hep tehlikeye yaslanan ve saçlarını uzatan tek kadın.

çok uzun zamanlar çok kısa anlara sığmazlar, yazılara da. onun için şimdi yazmak yetersiz geliyor. anlatamazmış gibi, bütün yaşanılanları. çok uzun iki ömrü. ama şimdi burada duruyoruz ikimiz de değil mi? uzun mu, diye! nasıl uzun iki ömür. iki kız çocuğunun sarıyla siyah arasına, beyazla mavi arasına sıkışmış ömrü. sarı temmuz, beyaz temmuz, beyaz aralık, siyah aralık, senin aralığın benim sarım. ilk günlere dönemiyorum, orada tuhaf bir şeyler var.

her hatıranın alakasızca arasına giriveren, beynin defekt'i... onun beyninin bize oynadığı oyun. hiç eğlenemediğimiz... acıya çocukluktan kalma bir sisle alışmamız. benim bir pazar günü, bir kıyafete sarılıp küçük bir çocuk ağlamam, senin iki katlı evin merdiveninden anlamadan inmen. her şeyi anlayarak, ve hatırlayarak aslında... benim pazarları sevmemem, senin kalabalıkları... dediğim gibi polişka, ilk günlere dönemiyorum.

izmir'de... sıcağın ne olduğunu bilmediğim, soğuğun bildiğime benzeyip benzemediğini. orada, izmir'de ilk oturuşum değildi. ama ilkmiş gibi şimdi. orada o serin barda oturuşumuz. çok gülüşümüz. orada, sadece rüzgâr çanını düşünmemiz. eve gitmiştik, eve koşarak sıcak bir yağmurun arasından gitmiştik. üstümüzde yazlıklar, yüzümüzde yazlık ifademiz, eve koşmuştuk. hatırladığım sadece biz'dik. kardeşliğin büyülü dünyasında. yalınayak büyümelerin ve bunu beraber anlamanın. rüzgâr çanını asmaya çalıştığımız köşeyi hatırlıyor musun? neşemizi asılı bıraktığımız. arkasından deprem olmuştu tabii, biz sahile inerken rüzgâr çanı sallanıyordu.

deniz kenarında eski bir bar, oturmalık, köpekli. orada buz gibi bira içip anlamamız. konuşmadan. akşam, eski tiyatrolardan geçerek yeni müzikler dinlememiz. yanmamız. yine de mutlu olmamız. ne mutluluk! mutluluk ne?

filmler... seninle defalarca “lili”yi seyredişimiz. şarabımızı, yiyeceğimizi ve keyfimizi hazırlayıp yine de bir filmin karşısına oturamayışımız. filmden daha keyifli ama hep pişmanlıkla andığımız zamanlar. pişmanlığı en rahat birbirimize söyleriz biz. en kolay biz evet'leriz. Ece Ayhan
şöyle anlatıyor: "insanın hallerini ismin halleri gibi birkaç tane sanıyorlar. yanılmıyorsam masalın korsika varyantına göre kırk haramiler kardeş kıldıkları bir kızın ölüsünü, altın bir tabut içinde gittikleri her yere taşırlarmış. herkesin olumsuz bildiği zehir zemberek haramilerin bile iyi bir yanı vardır. nasıl saf iyilik yoksa saf kötülük de yoktur." burada "yakınlaşmak" üzerine (olgu?, hadi canım!) düşündüm. altın tabutta kardeş taşıyan haramiler. anlayışın ılık sokağında yaşıyorum. orada yürüyor, orada duruyorum. bu masal tüm masallar gibi gizlice ürperten bir şey. güzel...

bazen aklıma gelen bir şey var. ara ara. iki şey arasındayız diyorum. iki farklı şey; biri fiziksel diğeri soyut. fiziksel acılar üzüyor. mutsuzluk yaratıyor. bir de bizim devamlı acımamız. bunun hiçbir temmuz'da ve hiçbir aralık'ta değişmeyeceğini biliyorum. belirsiz umutlar, küçük mutluluklar beynimizdeki o kitlenin içine giremiyor işte. bahçeli evden bize kalan.

bu kantocu'lar, bu afife'ler, bu kınar'lar çok masal geliyor. bunlar sahiden yaşadı mı poliş? ölmeseydi patrona sorardık!

"peki nasıl oldu da hatırladı denizde boğulduğunu
nasıl oldu da peki anlatamıyorum biliyorsun

öyle ölüme düşkündü ki biyoloji sıfır
bir şarkı yiyor şimdi şapkalarını orospular eksiliyor

ama yok ne olur ağlama böyle ama yok
şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak

kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron?"


                                                                   Ece Ayhan

*Polişka, canım kardeşim benim.


Cuma, Ekim 22, 2010

ısıtmayan güneş: Winter Light


"...
Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir.
Sevgi kıskanmaz,
Övünmez, böbürlenmez.
Çirkin muamele etmez, kaba davranmaz.
Kendi çıkarını aramaz, hiddetlenmez.
Kötülüğü anmaz, haksızlığa sevinmez,
fakat hakikat ile beraber sevinir.
Sevgi her şeye katlanır,
her şeye inanır, her şeyi ümit eder,
her şeye dayanır
..."

I. Korintliler, Bap 13


Bergman, İmgeler kitabında Kış Işığı'nın yaratılma sürecinden bahsediyor; "Kış Işığı dinsel bir çatışma gibi görünür, ama bunun da ötesine geçer. Papaz duygu yönünden ölmekte. Varlığını sevginin dışında, aslında tüm insan ilişkilerinin dışında sürdürmekte. Onun cehennemi, -çünkü gerçekten cehennemin içinde yaşamakta- durumunun farkında olması. Karısıyla birlikte bir tür öykü benimsemişler: Bu öykü: "Tanrı sevgidir. Sevgi Tanrı'dır."

Filmde, bir papaz var, karısı kansere yakalanmış, bu hastalık onları daha çok birbirlerine yakınlaştırmış ve kadının çektiği acılar yoluyla papaz şefkati ve insanlığı tanımış. Biz karısının öldüğü ve papazın kafa karışıklığının yoğun olduğu bir dönemde başlıyoruz filme. Kadın öleli birkaç yıl olmuş ve papaz "tek başına" kalmış. Aldatılmış ve yalnız hissediyor. Şiirsel konuşmalar, beraber söylenen ilahiler, tatlı sohbetler ve sonsuz doyum bitmiş. Bir kadın hayatına girmiş sonra; Marta. Kadın, öğretmen ve papaza evli olduğu zamanlardan beri aşık. Bergman şöyle diyor; " Kış, sessizlik, yalnızlık ve ortak açlıkları onları birbirlerinin kollarına atıyor." Filmde unutmadığım bir an var, papazdan yardım istemeye gelen bir adam ve papazın elinde hiçbir şey olmaması. Tek bir söz bile söyleyemiyor, çünkü inanmıyor. Karısı öldüğünden beri kendisini aldatılmış hissediyor. Tanrı ellerinden kayıp gitmiş, onu terk etmiş. Bir yerlerden Dimitri Karamazov bağırıyor; "Gerçekçilik ne kötü bir şaka!"

Adam intihar eder, papaz bu haberi sessizce karşılar. Yaşamının talihsizliğini, kadersizliğini, başarısızlığını bir yerlerden bir şeyden çıkarmak ister. Marta oradadır. Her zaman bizi sevenden mi alırız acımızı? Sinir ve kızgınlığımızı, yaşam fiyaskomuzu? Marta papazı neden sevdiğini, ona nasıl bağlandığını uzun bir monologla anlatıyor. "Aramızdaki sevgi yoksunluğunu, beceriksizce aşk denemelerimizle kapatmaya çalıştık", diyor. Marta'nın hastalığı, egzama, derisi yaralarla kaplı. Yavaş yavaş ilerliyor ve bu hastalığın sevdiği adamı kendisinden uzaklaştırdığını biliyor; "Kızarıklıklar alnıma ve kafa derime yayıldıkça benden nasıl uzaklaştığını fark ettim. Beni tiksindirici buldun" Marta için sevdiği adamın imanı, belirsiz ve nevrotik. Adama inanmıyor, kendi sevgisine inanıyor. Hep tanrıya dua ediyor, ritüeliyle değil, diz çökmeden, kalbinden. "Tanrım neden beni ebedi hoşnutsuzluk içinde yarattın? Acılarımın bir nedeni varsa bana söyle!", sorusuna cevabı sevgisinde buluyor. Vazifem sensin, diyor, artık zihnim berrak ve seni seviyorum! Neden tüm kadınlar severken, sağaltır? Annesi olur erkeğinin ve sevme işini "vazife" edinir? Marta papaza yazdığı mektupta bağırır; "Seni seviyorum. Ve senin için yaşıyorum. Beni al ve kullan."

Papaz, tanrıyı örümcek tanrı diye betimler. Kendisini intihardan caydırmasını isteyen bir adama yardım etmez, edemez. Hatta intihara yönlendirir. Kendisini seven kadına hakaret eder, canını acıtır. Filmi seyredeli neredeyse on küsur yıl olsa da, o konuşurken kadının ağlamasını hiç unutmadım. Kadına seslenişini; 

"Önemli olan sebep seni istemiyor olmam. Bunu duydun mu? Müşfik ilginden bıktım. Gereksiz telaşlarından. İyi öğütlerinden. Şamdanlarından ve masa örtülerinden. Miyopluğundan bıkkınlık geldi. Hantal ellerinden. Huzursuzluklarından. Yataktaki sıkılgan tavırlarından. Beni fiziksel durumunla meşgul olmaya zorladın. Yetersiz sindirimin, kızarıklıkların... adetlerin, soğuk ısırıklı yanağın. İlk kez ve tamamen bu döküntü çevreden kaçmam gerekiyordu. Hepsinden yoruldum ve bıktım, seninle ilgili her şeyden."

Böylesine bir nefret, böyle bir soğukluk. Daha kötü sözler söylemeden daha da kabalaşmadan gitmek istiyordu adam, kadın acıyla; "Daha da kötüleşebilir mi?" diye soruyordu. Bana göre en doğru sözler şunlardı, kadın tarafından söylenen; "Evet, her şeyi başından beri yanlış yaptığımı görüyorum. Ta başından beri. Ne zaman senden nefret etsem, bunu şefkate dönüştürmeye çalıştım. Sana acıdım. Sana acımaya o kadar çok alıştım ki artık senden nefret edemiyorum... Bensiz ne yapacaksın?"


Kış Işığı, çok sevdiğim ve içimi en çok acıtan Bergman filmi. Bu filmden sonra şunu biliyordum; kendi durumunun farkında olmak, cehennemdir. Tek başına kaldığın bir cehennem.


Kama Sutra, peki mahrem mi?




"Camın arkasında,
çerçevenin ve paspartunun
ortasında
şimdilik tutuklu,
her hükmü dinlemeye hazır,
oysa çekip gitmekte kararlı:
Her kadın
kendi serüvenine çağrılı,
kendi ölüm dirim kilidine açık,
bekliyorlar:
Ayartmaya ayartılmaya bir adım kalmış aramızda-
İlhan Berk herbirini kurmuş,
bize doğru hepsini terketmiş-
mahzun, aralık, meleksi."
                                 Enis Batur


Anais Nin Venüs Üçgeni adlı kitabında, "cinsel yaşam hepimiz için (şairler, yazarlar, sanatçılar), genelde kat kat kuşatılmıştır. Tüllü bir kadın, yarı düş", der. Bir doğu geleneği üzerine düşünüyorum; Kama Sutra. Kama Sutra, düz anlamıyla sevişme sanatı üzerine bir kitap, bilim kitabı. İçindeki görsel öğelerle zenginleştirilmiş, bin küsur yıl önce Hint insanının cinsellik bilgilerini derleyip toparlayan, bir rehber kitap. "Her gerizekalı, çocuk yapabilir; fakat haz almasını ve haz vermeyi bilmek bir bilgelik ve sanattır. Ve her sanat gibi sevişme sanatı da eğitim ve öğretimi gerektirir." Kitabın ana fikrini bu cümlelerle özetliyor İlhan Güngören Cogito'nun "Aşk" sayısında. Onlarca öğreti, binlerce kitap ve aforizmaya konu olmuş "seks" denen şey, nasıl oluyor da öylesine basit olabiliyor? Aslında düzeltmek gerek; her gerizekalı seks de yapabilir; fakat nasıl yapar?
Ve ayrıca; bu kadar özel olan bir şey, aynı zamanda nasıl böyle aşikârdır.

Anita'yı dinleyelim o zaman; 

"Take me to the bridge, take me to the road,
 Take me home to a land I’ve never known,
 Where I can do the Kamasutra"

                                               Anita Lane-Sex O'clock (do the kamasutra)

Güzel söylüyor, felsefeye gerek yok ama Anais ve diğerleriyle devam etmeli yazıya. Başka bir zaman tabii:)


Çarşamba, Ekim 20, 2010

uyum ve huzurla gülümsemek



"biz uyurken bile birbirimizi gözetiyoruz
 ve bir gölün olgun meyvesinden daha ağır bu sevgi
 gülmeden ağlamadan sürüp gidiyor nicedir niceye değin
 bir günden sonra bir gün bizden sonra bir gece."
                                               P. Eluard-biz uyurken bile


Uyum üzerine konuşurken, takılıyorum. Nasıl ve neyle karşılaştıracağımı bilmiyorum, kıyas olmayınca zor geliyor. Kalbinin acımaması, başının ağrımaması, içinin "rahat" olması mı önemli  uyum için? Steinbeck'in Mutsuzluğumuzun Kışı* romanında adam çok uyumluydu karısıyla, ama... Huzur, uyum için önemli olan tek kıstas sanırım. Huzur ve arkasından gelen mutluluk. İçten bir gülümseme, uyuma şükrederek.

*Çok sevdiğim Steinbeck romanı, komik "Acı Hayat" isminden sonra şimdi de "Kaygılarımızın Kışı" adı uygun görülerek türkçeye çevrilmiş. Neden, orijinali "The Winter of Our Discontent" olan bir  romana "Mutsuzluğumuzun Kışı" gibi harika bir isim dururken başka bir isim aranır, hiç bilmiyorum. 

Salı, Ekim 19, 2010

"Lady Chatterley" devam...

Lady'de şaşırdığım bölümler oluyor. Bu kitap beni şaşırtmaz, iki film uyarlamasını da seyrettim, konusunu, sonunu, ıvırını zıvırını biliyorum derken, beni utandırıyor! Connie (Lady Chatterley) kocasının arkadaşlarına bir köşede oturup sessizce tahammül ederken, bir sohbet ikimizin de ilgisini çekti:) Clifford (eşi) ve ziyaretçileri cinselliği tartışıyorlar ve bu tartışma evlilik, sahip olma hatta burjuvazi eleştirisine kadar gidiyor;

"...
Sonra birey, özellikle kişisel insan, burjuvadır: onun da susturulması gerekir. Daha büyük şeylere, Sovyet Sosyalist falan filana dalmalısınız. Organizmanın kendisi bile burjuvadır: öyleyse ülkümüz mekanik olmalıdır. Birçok değişik, bununla birlikte eşit ölçüde gerekli parçalardan kurulu, bir birim olan, organik sayılmayan tek şey makinadır. Her insan bir makina parçasıdır, makinayı süren güç de, nefret...burjuvadan nefret. Bence, budur işte Bolşeviklik.
..."

Duyduğum en komik ve ilginç "bolşevik" tanımıydı bu, devam ediyor tabii; 

"...
Nefret, gemi azıya almış yürüyor... Mantık yolu, her şeye egemen olmaya yelteniyor, katkısız bir nefret buluyor karşısında. Biz hepimiz Bolşeviğiz, ama ikiyüzlüyüz. Ruslar ise ikiyüzlü olmayan Bolşeviklerdir... Tanrı sayıyoruz kendimizi... tanrı gibi insanlar! Tıpkı Bolşeviklikte olduğu gibi. İnsan olmalı kişi her şeyden önce; tanrı ya da Bolşevik olmaktan kurtulmak istiyorsa, bir yüreği bir de penisi bulunmalı... ikisi de aynı şeydir çünkü: ikisi de inanılmayacak ölçüde iyidir.
...
- Sevgiye inanıyorsun öyleyse, değil mi Tommy?

- Sevgili yavrum!, dedi Tommy, Hayır, yavrucuğum, onda dokuz hayır! Sevgi de, o kıt düşünceli gösterilerden biridir bugün. Küçücük, oğlan kalçalı, caz düşkünü kızları beceren ince belli kırıtkan herifler, bir çift yaka kopçası gibi! Bu mu senin dediğin sevgi? Hayır, sevgili dostum, hiç inanmıyorum sevginin böylesine!

- Peki, inandığın bir şey var mı hiç?

- Benim mi? Kafama göre, iyi bir yürek, şen şakrak bir penis, canlı bir düşünce, bir bayan önünde "bok!" diyebilecek bir gözüpeklik, sahibi olmaya inanıyorum.

- Hepsi de var sende işte, dedi Berry.

Tommy Dukes kahkahayı koyverdi. - Melek çocuk! Keşke olsaydı bütün bunlar bende! Ama ne gezer; yüreğim bir patates gibi uyuşuk, sarkık kuşumun kafası hiçbir zaman kalkmıyor, kökünden kesip annemin ya da teyzemin önünde "bok!" diye bağırasım geliyor... soylu hanımlardır annemle teyzem biliyor musun? Bense gerçekte hiç de akıllı değilim, "kafasıyla yaşayan" biriyim ancak. Akıllı olmak çok güzel bir şeydir: o zaman ağıza alınan alınmayan bütün üyeleriyle canlı, dipdiri olur insan. Penis başını kaldırır: Merhaba! der -gerçekten akıllı bir insana. Renoir, resimlerini penisiyle yaptığını söylermiş... yaparmış da, hem de ne resimler! Ah ben de benimkiyle bir şeyler yapabilseydim. Tanrım! Yalnız kuru söz bizimkisi! Hades'e eklenmiş yeni bir işkence! Hep o Sokrates bu işin başı.
..."

(Romanda bu çokbilmiş, konuşkan ve komik erkeklerin yanında sessizce işini yapıp oturan Connie söze karışır ve ben bayılırım o tepkisine:))

"...
- Güzel kadınlar vardır dünyada, dedi Connie, başını kaldırıp konuşarak en sonunda.
  
 Erkekler pek hoş karşılamadılar bunu...hiçbir şey işitmemiş gibi davranması gerekirdi Connie'nin. Böyle bir konuşmayı bunca yakından izlemiş olmayı kabullenmesi onları tiksindiriyordu.
..."

Bölüm, "Evet, bütünüyle çok yalındır yaşam!" cümlesiyle bitiyor. İlginç.

saklı


"...
nedir kıskandığın?
çekil! çekil!
girmek mi istersin
yüreğe.
en gizli düşüncelerime dek
tırmanmak mı?
..."
f. Nietzsche - Böyle Buyurdu Zerdüşt (Büyücü)

 
Hem saklayıp hem de görünür kılmak canımı sıkıyor.

Bir oyun hazırlardık küçükken. Kağıtlardan, kartondan ve en çok hevesimizden bir oyun. Neden kızdırdığını bilmesem de kızanlardan korkumuza, bodruma saklardık oyunu. O zaman saklı olanı gördüm. Sandığı bana açtığında ananem, saklananı gördüm; özenle, sevgiyle ve unutarak. Herkes bir şey saklar, kimi göstermek ister vakti gelince, kimi saklananın hiç vakti gelmez. Toprak, sessizce ve korkutmadan korur. Korusun.

Pazartesi, Ekim 18, 2010

Lawrence'ın kadını


"I got the blues thinking of the future, so I left off and made some marmalade. It's amazing how it cheers one up to shred oranges and scrub the floor."
                                                                                                 D. H. Lawrence

Uzun süredir elimde Lawrence'ın Lady Chatterley'in Sevgilisi romanı var. Gece okumak için harika bir kitap, sakince uyutuyor. Sadece ismini bildiğim bir yazar var karşımda bu sefer. Hâlâ da tanımıyorum Lawrence'ı, ana hatları biliyorum o kadar; klasik, kadınları anlatan kitaplar yazan, zayıf bir adam. Yukarıya yazdığım sözünü tesadüf eseri gördüğümde gülmeye başladım, ne kadar eğlenceli biri! Evet ben de öyleyimdir, gelecek beni hüzünlendirir, sıkıntı verir, sonra bir marmelat yaparsın ve portakal soyarsın, ev temizlersin öylesine, birden geçer her şey. Keder dağılıverir, bu mucizedir! Şimdi Lawrence'ı seviyorum (Bu sevdiğim ikinci Lawrence, birinin ismi diğerinin soyadı:)), yazımı, kurgusu ve dili daha ince daha zekice geliyor. Bir portakal nelere kadirmiş ve sense of humor çok şey:)

"Hiçbir şey sorma şimdi bana, dedi. Kendi halime bırak. Seni seviyorum. Şuracıkta yatışını seviyorum. Kendisini gerçekten sevdiren bir kadın, güzel bir şeydir, güzeldir sevişmek. Seviyorum seni, bacaklarını, gövdenin biçimini, kadınlığını seviyorum. Bütün gönlümle, her şeyimle seviyorum seni. Bana hiçbir şey sorma. Bırak olduğum gibi kalayım. İleride her şeyi sorabilirsin. Ama şimdi üstüme varma, bir şey sorma şimdi!"

Cumartesi, Ekim 16, 2010

bırakmak


Onorato Toso-Staglieno Cemetery, Genova, Italy


"geceleyin yatağımda,
 onu canımın sevdiğini, aradım;
 aradım fakat onu bulamadım
 haydi kalkayım da, şehirde dolaşayım;
 sokaklarda ve meydanlarda
 onu, canımın sevdiğini, arayayım.
 aradım, fakat onu bulamadım.
 şehirde dolaşan bekçilere rastladım,
 onu gördünüz mü canımın sevdiğini, ruhumun sevgilisini?, diye sordum.
 onlardan öte geçince hemen,
 onu buldum, canımın sevdiğini;
 onu tuttum ve bir daha asla bırakmadım,
 ta anamın evine,
 beni doğuran kadının odasına götürünceye kadar."
                                                                               Neşideler neşidesi/bap3


Süren bir şeyi devam ettirmek, bildiğin bir sokaktan yine bildiğin bir sokağa gitmek gibi, yürümek gibi. Bırakmak çok zor. Hayatı bırakmaktan bile daha zor. En basiti; bu tezi bitirecek misin diye soruyordum kendime, aylar boyunca. Bitirebilecek misin? Hadi hatırlamadığın günlerle, yıllarla beraber bitti gitti master, ya bu tez? "Doktora tez aşamasında bırakanlar" diye netten aratmak karar vermene yardımcı olmuyor, sadece gülüyorsun. Oysa bırakmak, serince bir yürek istiyor.

Gülmediğin şeyler var. Bırakmak zamanını hatırlıyorum. O şehirden gidecektim, son gece ne müzik ne de başka bir ses vardı. Eşyalar gitmiş, birkaç kitap ve ben kalmıştım. Yatağa baktım, pencerelere, gerisine, saat kulesine, ötesine, çıkıp koridora bile baktım. Sıradan bir otel odasının hemen hemen her gün gördüğüm koridorlarına. Neden, "istediğin" zaman bile zordur bırakmak? O kasabaya gittiğimde, "başlangıç" diye bir deftere yazmıştım. Kötü gitti çoğu şey, bir tufan gerekliydi, tanrının bile ihtiyaç duyduğu, olmadı. Şimdi aklıma İvan İlyiç'in ölmeden önce düşündüğü şeyler geliyor, zavallı İvan, çok gerilerde, hayatın başlangıcında aydınlık bir nokta var, diye düşünüyordu ve bu gittikçe karanlığa gömülüyor! O kitap hakkında da yazmalıyım, İvan İlyiç'in Ölümü hakkında, güldüren ve ağlatan bir şeyler yazmalıyım. Bırakmak gibi zor şeyler.  Bakalım.