Cumartesi, Ekim 23, 2010

kardeşliğin büyülü dünyası ve bir rüzgar çanı


Bu yazıyı çoook önce ekşi'ye yazmıştım. Daha öncesinde Polişka'ya* tabii. Şimdi burada dursun bakalım bir şiir ilavesiyle ve alva nicki, poliş ile yer değiştirerek.

"...
sonra gecelerden bir gece
çocuk yatıp yetişkin kalktığımız
X-bilinmeyenli bir gece

uzun beyaz geceliklerimizle
koyu yeşil bir ivme boyunca bir bataklığın üzerinden geçtik
...

aklımızdan bir konkord hızıyla geçen sonbahar
ormanların kesip attığı Dürer saçların
yüzünde kalan tırnak izlerim
                 "biz, ikimiz"

içinde birbirine denk iki
yüreğin uyuduğu cam-kutuyu
sessiz saydam bir tören gibi
                      sulara bıraktığımızda
...

"başka yok... öteki yok...
 başka yok... öteki yok..."

..."
                       Lale Müldür-M ONA L İZ


Polişka; uzun saçlı, uzun gözlü, dargın peri. biyolojisi sıfır (tabii ece!), hep tehlikeye yaslanan ve saçlarını uzatan tek kadın.

çok uzun zamanlar çok kısa anlara sığmazlar, yazılara da. onun için şimdi yazmak yetersiz geliyor. anlatamazmış gibi, bütün yaşanılanları. çok uzun iki ömrü. ama şimdi burada duruyoruz ikimiz de değil mi? uzun mu, diye! nasıl uzun iki ömür. iki kız çocuğunun sarıyla siyah arasına, beyazla mavi arasına sıkışmış ömrü. sarı temmuz, beyaz temmuz, beyaz aralık, siyah aralık, senin aralığın benim sarım. ilk günlere dönemiyorum, orada tuhaf bir şeyler var.

her hatıranın alakasızca arasına giriveren, beynin defekt'i... onun beyninin bize oynadığı oyun. hiç eğlenemediğimiz... acıya çocukluktan kalma bir sisle alışmamız. benim bir pazar günü, bir kıyafete sarılıp küçük bir çocuk ağlamam, senin iki katlı evin merdiveninden anlamadan inmen. her şeyi anlayarak, ve hatırlayarak aslında... benim pazarları sevmemem, senin kalabalıkları... dediğim gibi polişka, ilk günlere dönemiyorum.

izmir'de... sıcağın ne olduğunu bilmediğim, soğuğun bildiğime benzeyip benzemediğini. orada, izmir'de ilk oturuşum değildi. ama ilkmiş gibi şimdi. orada o serin barda oturuşumuz. çok gülüşümüz. orada, sadece rüzgâr çanını düşünmemiz. eve gitmiştik, eve koşarak sıcak bir yağmurun arasından gitmiştik. üstümüzde yazlıklar, yüzümüzde yazlık ifademiz, eve koşmuştuk. hatırladığım sadece biz'dik. kardeşliğin büyülü dünyasında. yalınayak büyümelerin ve bunu beraber anlamanın. rüzgâr çanını asmaya çalıştığımız köşeyi hatırlıyor musun? neşemizi asılı bıraktığımız. arkasından deprem olmuştu tabii, biz sahile inerken rüzgâr çanı sallanıyordu.

deniz kenarında eski bir bar, oturmalık, köpekli. orada buz gibi bira içip anlamamız. konuşmadan. akşam, eski tiyatrolardan geçerek yeni müzikler dinlememiz. yanmamız. yine de mutlu olmamız. ne mutluluk! mutluluk ne?

filmler... seninle defalarca “lili”yi seyredişimiz. şarabımızı, yiyeceğimizi ve keyfimizi hazırlayıp yine de bir filmin karşısına oturamayışımız. filmden daha keyifli ama hep pişmanlıkla andığımız zamanlar. pişmanlığı en rahat birbirimize söyleriz biz. en kolay biz evet'leriz. Ece Ayhan
şöyle anlatıyor: "insanın hallerini ismin halleri gibi birkaç tane sanıyorlar. yanılmıyorsam masalın korsika varyantına göre kırk haramiler kardeş kıldıkları bir kızın ölüsünü, altın bir tabut içinde gittikleri her yere taşırlarmış. herkesin olumsuz bildiği zehir zemberek haramilerin bile iyi bir yanı vardır. nasıl saf iyilik yoksa saf kötülük de yoktur." burada "yakınlaşmak" üzerine (olgu?, hadi canım!) düşündüm. altın tabutta kardeş taşıyan haramiler. anlayışın ılık sokağında yaşıyorum. orada yürüyor, orada duruyorum. bu masal tüm masallar gibi gizlice ürperten bir şey. güzel...

bazen aklıma gelen bir şey var. ara ara. iki şey arasındayız diyorum. iki farklı şey; biri fiziksel diğeri soyut. fiziksel acılar üzüyor. mutsuzluk yaratıyor. bir de bizim devamlı acımamız. bunun hiçbir temmuz'da ve hiçbir aralık'ta değişmeyeceğini biliyorum. belirsiz umutlar, küçük mutluluklar beynimizdeki o kitlenin içine giremiyor işte. bahçeli evden bize kalan.

bu kantocu'lar, bu afife'ler, bu kınar'lar çok masal geliyor. bunlar sahiden yaşadı mı poliş? ölmeseydi patrona sorardık!

"peki nasıl oldu da hatırladı denizde boğulduğunu
nasıl oldu da peki anlatamıyorum biliyorsun

öyle ölüme düşkündü ki biyoloji sıfır
bir şarkı yiyor şimdi şapkalarını orospular eksiliyor

ama yok ne olur ağlama böyle ama yok
şunun şurasında tramvaysız, çocuk olmak turunç olmak

kantocu peruz sahiden yaşadı mı patron?"


                                                                   Ece Ayhan

*Polişka, canım kardeşim benim.


3 yorum:

Clea dedi ki...

"all I need to know:
tell me
everything
just as it was
from the beginning."

burada seni dinlemek, seni okumak öyle güzel ki. ne güzel bir hediye, ne güzelsin sen.

Adsız dedi ki...

Ekşideki yazını taşıman iyi oldu; bu çok hoştu. Gülo

Unknown dedi ki...

clea agree



I think the