Pazartesi, Kasım 25, 2013

oyalan-ma


 
Akşam fark ettim; bulutları yan gözle izleyip "yarın hava nasıl olacak acaba" diye düşünürken bir yandan da gelecek ayın hesabını yapıyordum. Artık çok eminim, şu hayatta nefes alana rahat yok, plan, program, akşama ne pişirsem, hangi kitabı okusam, nereye gitsem, ne yapsam, günlük dertler, kurmaca dertler, varoluş sıkıntısı (duydum "peh!" dediğinizi, hı hı), gelecek, geçmiş, bin türlü cehennem. Sonra merak ederiz tabii, başımız neden ağrıyor diye. Ağrır, patlayıp infilak etmediğine şükredelim. Benim bu patlamalardan kaçış yolum ya bir filme, ya bir kitaba ya da mutfağa sığınmak oluyor. İnsana tahammül edemiyorum, hayır, başka birisiyle sohbet filan benim ilacım değil, eminim. Başkalarını rahatlatabilir ama beni daha da delirtiyor. (Evin delisi salondan bildirdi, hadi bakalım ilk taşı delirmeyeniniz atsın.;p)

Dün gece yine bu anlarımdan birinde koltuktan bir hışım fırladım, limonlu kek yapmaya koyuldum. Limonu rendelerken önceki gece izlediğim filmi, hamuru çırparken de okuduğum kitaptaki albayı düşündüm. Hmmm, keki fırına verirken de boş durmadım (allah boş duranı sevmezmiş) önceden acil durumlar için bir cümle atmıştım çuvala, oradan onu çıkardım, evirip çevirdim cümleciği. İki gecedir yatağımda uyumadan önce okuduğum kuran'dan (çevirisi kötüymüş, C. dedi.:/) bir cümle bu; "isa allah'ın kelimesidir." Kelam demek istiyormuş aslında, fakat ben bu versiyonunu daha çok sevdim, şiirsel mi buldum, yoksa saf bir şekilde masum olduğunu mu düşündüm bilmiyorum, ama sevdim valla. Şiirsel saflık diyelim.;p

Kek nefis oldu, Passive'den aldığım tüyo sayesinde tabii. Bu sefer önceden yaptığımın aksine süt ve yoğurt filan katmadım, sadece krema ve limon suyuna karışmış birazcık yağ kattım o kadar. Yumuşacık, mis gibi oldu kekim. Çayın yanında film izlerken güzel gitti ve az da olsa huzur geldi sayesinde, iyileştim. Merak eden varsa tam tarifi yazarım, basit bir şey zaten.




Yazıya uzuuun bir film ve çay arası verip geldim. Geldim, çünkü bu gece yazmazsam hiç yazamam, üzerimde nasıl bir tembellik, nasıl bir uyuşukluk var anlatamam size, ölü toprağı serpilmiş gibi. Az önce izlediğim ve yazıyı bitirmek için yarım bırakıp geldiğim film uyduruk bir şey; Eat Pray Love(yazıyı yarım bırakıp filme, filmi yarım bırakıp yazıya, onu da yarım bırakıp hah ha, hayatımın özeti budur; her şeyi ama her şeyi "yarım bırakmak"!) Film, herkesin bildiği "ne yaparsan yap bir türlü kendini bulama"-yış hikâyesini anlatıyor. İzlediğim yere kadar henüz bir şey bulamamıştı kadın, hâlâ bunalımdaydı. İtalya'ya gitti, hedefinde de Bali vardı, bilmiyorum neler olacak. Ama ben size söyleyeyim, o kafayla jüpiter'e bile gitse aradığını bulamaz o kadın. Keyifle dondurma yalamayı sadece İtalya'da yapabileceğini sanan kafadan bahsediyorum, aroma ve gustoyu da orada bulacağını sanıyor şapşal. Her neyse, kıytırık bir film işte, tam da kıytırık film kafasında olduğum için izlemeye başlamıştım, bitsin sonra da azıcık erotik soslu, drama izleyeceğim. Umarım o güzel çıkar.

Buraya yazmayı ihmal etmiş olabilirim, ama film seyretmeyi bırakmadım. Geçen zamanda öyle çok film izledim ki hepsinin afişini yazıya koymaya kalksam resimler arasında kayboluruz. Ben de seçip ayıklayıp koydum, kısacık cümlelerle sıradan tarife başlayayım; Le Passé, İranlı yönetmen Farhadi'nin filmi, "Geçmiş" diye çevrilmiş. Film Fransa'da geçiyor ve bir çiftin ayrılış sürecini anlatıyor, eskiyi, geçmişi, alışkanlıkları, yeniyi ve pişmanlıkları hatırlatarak. Ben filmi sevdim, epey oldu izleyeli gerçi, yine de filmi keyifle izlediğimi ve izlerken de puro içtiğimi gayet net hatırlıyorum.;) Hemen ertesi gün farenjit olmuştum çünkü! İzlediğim gibi yazsaydım anlatacak çok şeyim olurdu da şimdi kalsın böyle. Genel olarak dilsizlik hâli var üzerimde, izlediğim okuduğum şeylerle ilgili. Tavsiye edip, diğer filme atlayayım. The Thing, 82 tarihli Carpenter filminin prequeli, ilk filmi izlemedim henüz ama bu filmi beğendim. Heyecanlı, gerilimli, bilimkurgu janrında bir film arıyorsanız bir bakın derim. The Imposter, yarı belgesel-yarı kurmaca bir film, sanırım ecnebiler mockumentary diyorlar bu tarza. Büyük heyecanla başlamıştım bu filme, aynı heyecanla devam edemedim. Karakterler itici, olay tutarsız, fakat yine de son yarım saatte güzel bir dönüş yaptı, ilginç bir öykü izlemek isterseniz aklınızda olsun. The Sunset Limited, çoook uzun zamandır aklımdaydı, bir türlü izleyememiştim. Filmde sadece iki karakter var, siyah ve beyaz. Beyaz ateist bir profesör, siyah ise eski bir suçlu ve elbette inançlı. Filmdeki konuşmaları takip etmek keyifliydi, bir de oyuncuları çok sevdiğimden (samuel jackson'ı iki kere çok!) benim için fazlasıyla zevkliydi filmi izlemek. Yalnız şunu söylemeliyim; filmin yarısına kadar ve hatta daha da fazlasında siyahın beyaza olan üstünlüğü beni rahatsız etmişti, o vaaz hâli, inançlı insanın kendinden emin tavrı, o tavra sinmiş rahatsız edici gülümseme sinirimi bozmuştu, ki film son dakikalarında beyazı unutmadı. (ivan'ın sahneye çıkışı diye kodlayayım ben bu dönüşü, siz de filmi izleyince dostoyevski'nin karakterini beyazın suretinde görün.) Bol diyaloglu film bulmak kolay da, içi dolu konuşma bulmak zordur, onun için herkese tavsiye ediyorum bu filmi, kaçırmayın. En beğendiğimi en sona sakladım; Chinese Coffee, nefis bir film. Karakterler sağlam, konuşmalar müthiş, oyuncular superb! Daha ne ister ki insan bir filmden? Ben bayıldım. Bir iki yer vardı takıldığım, canımı sıkan ama boş verdim, olur o kadar. Çok uygun bir zamanıma denk geldi ve on üzerinden on verdim. (bu filmi belki yine konuşuruz, şimdi burada keseyim. uzun uzun sohbet etmeyi hak ediyor gerçekten. bakalım.)

Bir de dizi var izlemeye başladığım; filmlerden artan zamanda hangi diziye başlasam diye düşünüp duruyordum Masters of Sex'i buldum, bir bölüm seyrettim. Şimdi ne desem bilmiyorum, kararsızım bu dizi hakkında. Güzel, iyi, farklı bir konu tamam da, bir şeyler eksik ve fazla klişe sanki. Neyse, daha çok çok başındayım dizinin, bakalım ilerleyen bölümlerde neler olacak? (unutmadan dizinin ilk bölümündeki sevdiğim yeri söyleyeyim; kadın orgazmını araştıran doktor, araştırmanın fahişe deneğine orgazm hakkında bir şeyler sorar ve aldığı cevap şaşırtıcıdır. ben gülmüştüm o sahnede, kadının söyledikleri hem doğru hem de komikti.)

Bunların dışında onlarca film var izlediğim, çoğu çöp, ıvır zıvır. Aklıma geldikçe bahsederim belki, ya da beynimin çöplüğünde bir daha dokunulmamak üzere yerlerini alırlar, bilmiyorum. Hah ha, sonra da işte ahhh bilinçaltı ve rüyalar!
-------------------- 

Bir kitapla bitireyim; 


" Kadın alçak sesle güldü. "Çizgi filmleri anımsamıyorum bile artık," dedi. Albay cibinliğin gerisinden onu görmeye çalıştı. "Sinemaya en son ne zaman gittin?" "

Belli bir ayın hikâyesi, romanı var mıdır bilemem, ama bana kalırsa ekim ayına en uygun hikâye Mârquez'in Albaya Mektup Yok hikâyesi. Albaya Mektup Yok'u okumaya geçen ay başlamıştım, kısacık bir kitap aslında, bir oturuşta biter. I ıh, ben öyle yapmadım. Öyküyle senkronize ilerledim, kahramanlar ekim ayını bitirdi ben de bitirdim, kasım ayına geçtiler, onları takip ettim. Sadece meraktan sonunu bekleyemedim; geçenlerde bitti kitap, öykü ise aralık ayında bitiyor. Kitabın ana karakteri albay, karısıyla o, ölen oğullarından hayata yetim kalmışlar. Kitapta en çok bu lafı sevmiştim; "biz de oğlumuzun yetimleriyiz", diyordu albayın karısı, çok etkilenmiştim. 

Albay ve karısı oğullarını aylar önce kaybetmiş; çocuk, horoz dövüşlerinde el altından bildiri dağıttığı için "devlet" tarafından öldürülmüş. Oğullarından bir horoz hatıra kalmış onlara, başka hiçbir şeyleri yok. Bir de umutları var tabii, her cuma günü üşenmeden ve bıkmadan gelmesini beklediği bir mektubu var albayın. Emekliliğini haber verecek mektup onlar için bir yaşam umudu. Ama gelmiyor, gelmeyecek de. Albay, geçen zamanda beklemeyi öğrenmiş, zamandan ve mekândan bağımsız yaşamayı. Hüzünlü bir öykü bu, ben okurken ölümün kadına benzediğini, ekim ayında gömülmenin korkunçluğunu, şemsiyelerin ölümle bağını ve tüm yılın aralık olduğunu öğrendim. Bazı insanların camdan yapıldığını, yağmurun her pencereden aynı görünmediğini ve devletin çirkin yüzünü tekrar ve tekrar gördüm. Márquez'in sihirli dilini seven bu öyküyü de sever, ben sevdim. 

İki filmlik vakit kalmadı; ya bahsettiğim saçma filme devam edeceğim ya da diğerine başlayacağım. O hâlde; ya şundadır ya bunda...
--------------

p.s.: Başlıkta kendime çektiğim ihtar inanın subliminal, bende yalan yok.;p