bir de uzun gündüzler, kısa geceler ve mekânların ruhu
"... Bazı geceler uyumasına olanak olmadığını anlayınca giyinir, sokaklarda dolaşmaya çıkardı, kaldırım taşları üzerinde ağır ağır bilinçli olarak ayak sesi çıkarmaya çalışır, gecenin bayat kokusunu koklar, sesleri duyar, kendisini yeni bir dünyada -temelini yarı sessizlik ve korkunun oluşturduğu bir dünyada hayal ederdi. pencere önlerindeki saksıların kerpiçleşmiş, besleyiciliği kalmamış, artık toza boğulacak küçük çiçekler vermek istemeyen topraklarının, bodrum katı mutfaklarının bayat kokusuna karışan keskin ve küflü bir kokusu vardı. Seslerin bu kadar yüksek ve rahatsız edici olduğu bir ülkede böyle yürürken bazı şeylerin dikkatini çektiğini, o şeyler üzerine yorumlar yaptığını, düşünce gruplarını karşılaştırdığını ve birleştirdiğini fark etti. Yakın çevrenin sessizliği bozulmamıştı ama uzaktan gelen büyük bir hırıltı duyuluyordu, hiçbir zaman sessiz olmayan kentin atardamarlarında dolaşan kanın güçlü hırıltısı. Acaba kaç farklı kaynaktan çıkan, kaç farklı ses bir araya gelip de bu dev tekbiçim sessizlik hırıltısını oluşturuyordu, merak etti..."
(l. Durrell / Mekân Ruhu-Akdeniz Yazıları sf:224-25)
Yalnızlığın şeklinin hangi mevsimde daha ürkütücü olduğunu düşünüyorum. Neşeli, kahkahalı, seslerin, hızla buharlaşan şenlikli hâlin, uzun upuzun bir fon oluşturduğu çok yaşlı bir mevsim yaz. Bu yaz etrafımda ses var, yalnız değilim. Poliş bir süredir burada, annem de öyle. Ayrı odalara dağılsak bile seslerimiz duyuluyor. Hep söylenir; ses dalgaları kaybolmazmış, havanın içinde yayılır ve başka cisimlere tutunurlarmış. Bakmayın böyle anlattığıma, anlatırken bile gülüyorum kendime, benim fiziğim kötüdür, hava yerine atmosfer demeye bile utanırım bu yüzden, böyle bilgiler de inanılmaz etkileyici gelir bana. Tüm seslerin değdiği yerde izinin kalması, yok olmaması, belki yıllar yıllar sonra kulağımızda çınlaması. Yok artık, dalga geçiyorum.
Bu yaz böyle geçiyor; bir-iki sayfa kitap okuyarak, farklı yemek tarifleri deneyerek, tuhaf filmler seyrederek, gazoz içerek, hayır, çok fazla gazoz içerek ve çalışarak. En zoru işe gitmek, sıcaklar hareket etmeyi zorlaştırıyor, konuşmayı, dinlemeyi vs. vs.
Balkonlar bu mevsimin nefesi, hem korkutucu, hem vazgeçilmez. Geçen gün kısacık konuştuk balkonlar hakkında, ben yükseklik korkumdan bahsettim. Şimdi düşünüyorum; ananemin eski evinde kenarlığı olmayan teras vardı ve etrafında çok fazla ağaç. Ben kenarına kadar gider, aşağıya bakardım, sonra hızla gözlerimi kapar, düştüğümü hayal ederdim. Artık tanrı mı beni iterdi, ben mi tanrıyı, bilmiyorum, bildiğim bu sahneden çok etkilendiğim. Bu kadar çok hayal mi korkuya yol açtı acaba? Belki. Peki, hayal kurmak hasta yapar mı birini?
Sesin mekânlara nüfuzundan söz ediyorum, ama ben dokunmaya inanırım. Daha önce belki yüz kere bahsetmişimdir; elimle taşlara, toprağa, eşyaya, beni hissetmesini istediğim her şeye dokunurum. Benim dokunduğum şeyi hissetmemden çok varlığımı ona duyurmak, beni bilmesi, gerçekte istediğim. Eski duvarlar, evler, eşyalar, onlara dokunarak ben buradayım, hemen yanı başınızdayım, diyorum sanki. Yukarıdaki duvar, Samatya'dan. Kilisenin sokağındaki bir duvar. Benim dokunarak yaptığım şeyi, yazıyla yapmak istiyor birileri. Romalı kardeşlerinden duymuş tabii; verba volant scripta manent* ;) Bu fotoda en çok üzeri karalanmış şeyi merak ediyorum; küfür mü ediyor (hiç şaşmam), kızın adını mı yazmış (yazan erkek sanırım, sondaki isim ona ait olmalı), yine bir sevgi sözcüğü mü karalamış, belli değil. Yanından geçerken de, fotoğraflarken de ve işte şimdi size yazarken de aklımdan geçen hep bu, hangi duygu o kelimeyi silmesine neden olmuş. (başkası karalasa bile soru aynı, neden o kelime?)
-----------------
Sıradan bir konuşmada, karşımızdaki kişiye o anlamsız cümleyi söyleten şey nedir? Hangi geçmiş deneyim, hangi cümleniz, onu buna iter? Her şeyi kaydediyorum, kederli yüzler, boş duvarlar, şeytanca sözler, hepsinin masum ve hızla ölen bir ruhu var, bunu anlıyorum. Hiçbiri suçlu değil, suçluyu aramayı bırakalı çok oldu, üstelik her arayışın suçu yarattığını da biliyorum. İlk suçlu, elbette arayan, buna da varım, sadece şunu istiyorum; bir mekânda gezerken hissettiğimiz, belki bir an için, göz göze bile geldiğimiz ruhu, burada da görmek. Bir an için, bir saniye ona bakmak. Ellerimle dokunayım, o dursun. Bu kadar yeter, ben anlarım.
------------------
Mezbaha No:5 hâlâ elimde, "so it goes"larla tanıştım, böyle gidiyoruz bakalım;) Bu çok ünlü sözü benim elimdeki basımın çevirmeni "haydi geçmiş olsun" diye çevirmiş. Her okuduğumda gülümsüyorum, hoşuma gidiyor oradaki dalga. Bu bahsi aslında şunun için açtım, ne kadar keyifli bir okuma da olsa, bu mevsime çok fazla uyum sağlayan bir kitap değil Vonnegut'un romanı. Yaz kitapları vardır; hafif, kolay okunan, "pembe" kitaplar filan demeyeceğim size, demem öyle, üstelik midem de bulanır bu tarz kitaplardan, ya da tanımlardan, şunu diyeceğim; yazın okunması gereken, sıcağın ruhunu ele geçirmiş, sıkıntılı, komik, yalnız, çok sessiz, sarı, romanlar vardır. Onları okurken yazın tüm bunalımını yaşar, sıcaktan terler, ama elinizden kitabı bırakamazsınız. Sıcaktan uyuşan bedeniniz gibi sizi büyülemiş, uyuşturmuştur yazar. L. Durrell'i bilir misiniz, hah işte onun kitapları yaz kitaplarıdır. Kitabın içinden harfler eriyerek terlemiş elinize, kucağınıza akar. Başka tarife gerek yok, bu yaz öyle bir romana geçmek için sabırsızlanıyorum.**
---------------------
*söz uçar, yazı kalır.
**muhteşem polisiyelere laf yok, onlar her zaman başımızın tacı, yazın göz bebeği. önümüzde buz gibi bira, elimizde bir m. walters romanı varken kim bozabilir keyfimizi?