Çarşamba, Haziran 06, 2012

bol fotolu, çok kahkahalı, eh biraz da hüzünlü istanbul fotoromanı


Kim demişse, çok iyi laf etmiş; tatil dediğin (ya da izin, her neyse) inanılmaz hızlı geçiyor gerçekten. Bitti, gitti işte. Dün Poliş'le geldik, hava çok çok güzeldi, ben İstanbul'dayken devamlı yağan, ya da yağdı yağacak, eli kulağında olan hava, benim izin bitince güzelleşti. Peki tamam, bu konuda konuşmayacağım, hiç yoktan can sıkmaya gerek yok;) Neyse, annem ben yokken abimlerde kalmış, oraya gittik, yemek yedik, Rüya şekerini sevdik ve eve geçtik. Ben sadece eşyalarımı koyacaktım, akşam nöbet vardı hâliyle, bunları neden anlatıyorum, şundan; evde bizi güzel bir sürpriz bekliyordu, buzdolabı bozulmuş. Sıcaklar tüm ağırlığıyla geldi ve bizim buzdolabı nanay. Ne hoş, Murphy seni seviyorum! Biz yokken elektrikler kesildiği için olmuş sanırım bu arıza. Çok sevimli ve eşitlikçi bir ülkede yaşıyorum, bu son kesinti sayesinde kalan son elektrikli alet de bozuldu, eski evde tüm aletleri yaptırmıştım, buzdolabı kalmıştı, şimdi tam oldu. 

Hmmm, boş verelim bunları, hadi fotolarla tatili özetleyeyim size;

  
C. nin taşındığı ev, Çapa, Kocamustafapaşa taraflarında, böylelikle Samatya ilk gittiğimiz yer oldu. Bizim bulunduğumuz yerden, yürüyerek on, on beş dakikada Samatya'ya varılıyor ve eski evlerin arasında yürümek çok güzel. Samatya kiliselerle dolu, Rum ve Ermeni kiliseleri. Aşağıya doğru yürürken birden karşıma çıkan Surp Kevork'un sarı duvarı benim işaretim oldu. İçimden (ve belki dışımdan da;)) "burayı bulduktan sonrası kolay, yolumu kaybetmem" diye sayıkladım durdum. Bu semtteki çoğu ev eski, ve hatta biraz ilerlenirse bölge gecekondu dolu. İlk gidişimde (daha sonra üç-dört kere daha gittik) çok fazla dolaşmıştım, ilk önce kiliseler ve eski evler yüzümü güldürürken köy yolu gibi bir yola sapıp son ses müzik çalan insanları duyunca biraz bozuldum. Yok, hayır, turistlerin ve gençlerin hiç bitmeyen şaşırma duygusuna sahip değilim, ama üzüntümü engelleyemiyorum. Çirkin mimari, iki dakikada yapılmış gibi duran, derme çatma binalar, düzensiz şehirleşme hepsi Samatya'da var. Nereye baksam (İzmir için de geçerli bu) "kentsel dönüşüm bölgesi buralar" cümlesini duyduğum için, burası için söylendiğinde de şaşırmadım. Kentsel dönüşüm bölgesi imiş Samatya. İyi, peki.

Gezerken pencere önü çiçeğini (fotodaki) görünce aklıma Alkım geldi, onun için çektim o fotoyu, öyle bir yazısı vardı diye hatırlıyorum, ya da Zerka ile bir sohbeti, sanki... Üçüncü fotoğraftaki pencere ise yamuk. Bildiğiniz yamuk, ve onu görünce de Zizek'in Yamuk Bakmak'ını düşündüm. Ben mi öyle bakıyordum, yoksa pencere mi beni buna zorluyordu, bilemedim, ama çok güzeldi çok;)


Neredeyse Taksim'e her gittiğimde Mihrimah'a uğradım. Orayı seviyorum. Hem bunun özel (biraz safça)  bir nedeni var hem de Taksim'in o çılgın, delirtici kalabalığından uzak, sohbet etmeye izin veren hâlini seviyorum. Ablam, Poliş, Lilişka ve ben gitmiştik ilk önce, onlar benim kadar bilmiyorlar o kafeyi, fotoğraf o günden. İznin ilk günleri ve biz daha Goya sergisini gezmediğimizden ben broşürleri inceliyorum, Lilişka ise limonatasını;)


Goya sergisine sonunda gittim. Sergi Pera Müzesi'nde. Benim için çok tatmin edici bir sergi değildi, ressamın gravürleri vardı daha çok. Aslında bir iki yağlıboya resim dışında, sadece onlardan oluşuyordu sergi. Goya en sevdiğim ressamlardandır, kim bilir kaç yaşında bir çocukken onun bir resmini görüp fena korktuğumu hatırlıyorum, hem korkar hem de çok severim ressamı. Evet, sergideki gravürler de etkileyiciydi, aksini söylemek komik olur, esprili, iğneleyici, zekice, fakat benim gözlerim sarsıcı yağlıboyalarını aradı, elimde değil. Her neyse, artık Prado Müzesi'ne gider orada görürüm onları da (e heh) , ayağımıza sergi gelmiş, böyle saçma sapan konuşuyorum yahu, ayıp bana;p


Bu fotoda, Liliş'le sergiyi gezerken yorulduk ve dinleniyoruz. Lily sergiyle pek ilgilenmedi, o daha çok müzenin kapanış duyurusu yapılınca içeride kalacağız diye çok korktu;) Gravürlere bakmasını pek istemedim aslında, çoğu korkunç sahnelerle doluydu, zaten kendi kendisini korkutan bir bebek, bir de rüyalarına girmesin o tarz görüntüler diye düşündüm. Büyüyünce gezer artık. 


(yukarıda St. Antuan. hemen altındaki iki fotodaki ise, bahçesine inen merdivenlerinde fotoğraf çektirdiğimiz "Santa Maria Draperis Kilisesi". bu küçük kilise, St. Antuan kadar gösterişli değil, sessiz ve gizemli.)

İstiklâl'deki St. Antuan Katolik Kilisesi'ni herkes bilir. Ben daha önce -yatılı okulda okurken belki-, gitmiştim oraya. Sonra önünden defalarca geçtim ama hiç uğramadım. Bu sefer de aklımda yoktu, kötü bir günümde birden gittik sayılır. Ben C.'ye çok çok bozulmuş, kızmıştım, o işten çıkmadan evden attım kendimi. Poliş de arayınca ben Taksim'e gidiyorum, istersen gel demiştim. Taksim'e gidişim ise tamamen tesadüf. İlk geçen otobüse binecektim, şanslı bölge orasıymış;p Hmmm, kısa keselim; ilk önce Mihrimah'a gidip biraz içtim, sonra C. geldi konuştuk, sonra Poliş geldi, sessizce bakıştık;), sonra da kilisedeki ayine gidip her şeyin üstüne tüy dikmiş gibi olduk. Böyle sokak ağzıyla konuşmayı sevmem fakat inanın öyle oldu. Katıldığım ilk ayindi ve çok çok komikti bana göre. Zaten üç beş kişiydik (üçü biz, diğer beşi ise gerçek katolikler;)). Çok sinirli ve kasıntı iki din adamı ayini yönetti. Şimdi sormayın kimdi onlar, papaz mı peder mi filan diye, ben akşam ne yediğimi unuttum onu hiç bilemem. Çok somurtkan tiplerdi bundan eminim, bir de otur kalk,  fenalık geldi. Rahmetli Bunuel'i hatırladım ayrıca, çok hak verdim ona çok;)) Ayinin sonundaki komünyon kısmına katılmadık, seyrettik sadece. Aslında ben bir bakış attım Poliş'e, karnım çok açtı ve şarabı değil ama yedikleri cipse benzer şeyin (elbette ekmek) tadını merak etmiştim, fakat o kadar da cesaretli değilim dostlar, yutkunduğumla kaldım;)
Şaka yapıyorum tabii, Katolikler çok sevimli insanlar ve tüm dinler pek şeker, amin diyorum.

;p

A, unutmadan St. Antuan'ın İsa'sı farklı ve güzel. Bahçesi harika. Fotoğraftaki binada oturanlar ise (din adamları?) çok çok şanslı. Ne güzel bir yer, mimarisi, dokusu, havası, her şeyi şahane.
O gün çok sevap işleyip, tanrının gözüne girince ertesi günlerde içmek şart olmuştu. A hah, bunu beklemiyordunuz elbette, ama bu işler böyle;p Dalga geçiyorum, sonraki günlerde Nevizade'ye gittik Poliş'le, bir bardak buz gibi bira eşliğinde önümüzden geçen herkesi fısır fısır eleştirdik. Öyle tahmin ettiğiniz gibi bir eleştiri değil ama, hani şunun gibi; ilk geçen on kişinin arasından sence hangisi...? ilk geçen beş kişiden hangisiyle....? gibi;) Sakın fesatlık yapmayın, hangisiyle ayine gidersin, ve buna benzer sorulardı aklımızdan geçen. Cevaplamak çok zordu, İstiklâl'de ayine gidecek kadın ya da adam kalmamış, durum beterdi valla;p 
Fotoyu böyle dalgalı dalgalı yapmak zorunda kaldım, çünkü çok insan var Nevizade'de. (bak sen!;p) Belki fotoda görünmek istemezler (poz vermedikleri için iyi çıkmamışlardı tabii), diye düşündüm ve böyle daha sade oldu sanki. Fotoyu C. çekti, fena çekmemiş, sağolsun, varolsun.
Bu kadar çok C. dersem, onunla olan bir foto gelir konar işte yazıya;) Burada Pizzeria Trio'dayız. Kiliseye gittiğimiz ve kafamın bozuk olduğu gün yavaş yavaş keyfim yerine geldiğinde ne yesek diye sormuştuk ve ben sessizliğimi bozup pizza yemek istiyorum demiştim. İkisi de gülmüştü bana (C. ve Poliş), niyeyse?;) İstediğim Dominos türü bir pizza değildi, ve sonraki günlerde devamlı; ilk defa spesifik bir şey yemek istedim, beni götürmediniz, ayıp size, dediğim için nihayet bir zaman gittik. Poliş sağolsun, burayı o bulmuş. Ben yeri beğendim, dekoru ve ışığı güzel (C. ışığı beğenmedi, böyle az ışıklı, kasıntı yerleri sevmiyor) ama pizzalarında bir numara yok. Sevmedim, farklı bir lezzet de bulamadım üstelik.
Beni çok kızdırıyor, üzüyor ama gönül bu, seviyorum arkadaşı, elimden bir şey gelmez;p Tamam, ben de onu kızdırıyorum, üzüyor da olabilirim, kabul, fakat o daha çok.... Neyse;) O'nu çok seviyorum.

Eh, biraz da başka mutlu  çiftler; Polişka ve sevgilisi Volkan. Bakın, onları da çok seviyorum, yalan yok, hem zaman, itiraf zamanı;p

Bakalım, başka ne yapmışım... Evet, serin, rüzgârlı bir günde Eyüp'e gittik. C. burayı sevmiyor. Beni şaşırttı bu, dini yerleri sever diye saçma bir ön yargım var yıllardır. Ben Eyüp'ün pragmatik bir semt olarak kullanılmasına şaşırdım ilk başta, dua etmek ve bir şeyler istemek için, gelin-damat, çoluk çocuk geliyorlar Eyüp'e. Bana göre çok tuhaf ve çirkin bir eylem. Neyse, beni ilgilendirmez. Eyüp Sultan Camii, Süleymaniye kadar etkileyici değil, içine girdim, kadınlar bölümü yukarıda. Dua ettim, "özellikle" bir şey istemedim;) Mimarisini inceledim, insanları seyrettim, fotoğraf çektim. Yine her zaman yaptığım gibi (gittiğim her camide yaparım bunu) soğuk ve yumuşak halısında boş boş oturdum, düşünmemeye çalıştım. Orada biraz mutsuzdum. 
Eyüp güllerin ve kedili mezarların cenneti benim gözümde, duaların havada uçuştuğu çok yaşlı bir semt. Bir düşün içinde gezer gibi gezdim orayı, mutsuzluğu geçersek iyi ki gitmişim Eyüp'e ve mutlaka tekrar gitmeliyim. Türbeler, türbeler, türbeler, bütün kutsal ölüler, ne büyük şatafat, aslında nasıl da mütevazı.

Son gün Samatya'da balık yedik. Küçük Ev diye bir yerde oturduk, bakın şurada güzel güzel yazmışlar. Meraklısı için faydalı olur belki. Neyse, sohbet, balıklar, neşemiz her şey güzeldi, sadece C. hastaydı ve doğru düzgün bir şey yiyemedi, o kötü oldu. Sonra Telis diye bir çay ocağında oturduk.  Telis, Samatya'da en sevdiğim yer oldu sanırım. İlk gittiğimde ısınmıştım oraya, sonra Samatya'ya her gidişimizde oturduk. C. hep gider, orada kitabını okur, çayını içermiş zaten. Çayı, kahvesi çok güzel, sahibi sakin, çalışanları sevimli, ucuz ve yemyeşil! (ünlem kullanmaya korkuyorum, seinfeld'deki elaine affetsin;p)

Telis'te çaylar, kahveler, gazozlar içildi ve tavla oynandı elbette. Samatya'ya yolu düşen uğrasın lütfen, hiç pişman olmazsınız, bana inanın.
Kaçak Çay'a da gittim, fakat bu sefer çalan müzikler rahatsız etti beni, çok yüksekti sesi ve fazla gürültülüydü ortam. Demem o ki, Taksim'de kaçış noktası olmaktan çıkmış orası, başka bir yer bulmak gerek. 
 
Miço, Çapa'da küçük bir kebapçı. Bakın onu da şurada yazmışlar;) Çok yorgun olduğumuz bir gün öylesine girmiştik. Tabaklarımızı bitiremedik, hatta pidelere hiç dokunmadık o gün, çok yürümekten bitkindik sanırım, ama lezzeti aklımda kaldı yediklerimin. Onun için burayı yazmadan geçemedim. Güzel yemek yapan yer bulmak benim için zahmetli bir iş, çok zor. Bu yüzden netteki yemek bloglarına ve yemek hakkındaki her yazıya bayılıyorum.Dediğim gibi Miço'ya birden girdik ve memnun kaldık, masadaki yazılar da çok komik ve sevimli, onları okumaktan yemeğe bakamıyorsunuz, burayı da bir kenara yazın bence.
Ve sonunda İzmir. Rüya, bu kadar kısa bir sürede inanılmaz büyümüş. Zaten harikaydı, şimdi iyice şeker, bal, lokum bir bebek olmuş. Halalarının kucağında da pek mutlu;)
-------------
Aman tanrım, saat kaç olmuş! Çok çok çok uzadı bu yazı. Fotoğraflar arasında dağıldım kaldım. Daha onlarca foto var (albüm gibi oldu blog, ne güzel;p), ama devamı sonraya, epey sonraya kalsın. Şimdilik bu kadar.

33 yorum:

TheSaint dedi ki...

erçekten rüya gibi geçmiş justine...o zaman gerçek hayata hoşgeldin... :)

TheSaint dedi ki...

bu arada bu yazı için en az 60 yorum öngörüyorum :)

piktobet dedi ki...

lilis dünya tatlısı bir kız.

st antuan ağırbaşlı ve ciddi; santa maria davetkar sanki.

çaycıyı duyan gelmiş sizden önce; notlara bakılırsa öyle.

sonlarda bir yerde bir chagall de gördüm sanki.

alkım doğan dedi ki...

Justine, hoşgeldin!!! İyi ki geldin. Kimbilir kaç kere bloğuna uğrayıp "cumartesi yoldayım" başlığıyla karşılaştım bu arada;)
Fotoğraflar ne kadar güzel, aydınlık, neşeli. Bayıldım!
Pencereler konusunda haklısın, Zerka ile konuşup duruyoruz o konuda. Benim ayrıca vardır bir pencere takıntım, pencere fotoğrafları çekerdim bir ara bol bol.
Eyüp'e giderim ara ara ama Samatya'yı bilmiyorum, benim bulunduğum yere epey uzak. Ben asıl Telis'i merak ettim. Çay ocaklarını seviyorum! Bu arada telis, Mersin'de çuval anlamında kullanılır (aslında çuvalın yapıldığı dokumanın adı)İstanbul'da hiç duymamıştım.

Seçtiğin şarkılarla başladım sabaha. Güne güzel müziklerle başlamak gerek;)Mustang Sally'ye bayılıyorum. (Commitments filmini izlemiş miydin? Benim bir kaç kez izlemişliğim var, ne gevşek bir film. pek severim.)
Sözümü noktalayamadım bir türlü, özlemişim seninle konuşmayı.
Tatilden sonraki hafta kritik bir haftadır. Güzel atlatman dileğiyle;) Öpücükler!

Zelda Capulet dedi ki...

güne bu hüzünlü istanbul fotoromanıyla başlamak ne kadar iyi fikirdi bilmiyorum. şu an içimden, ofisten ve gebze kırsalından koşa koşa kaçmak; karşıya geçip, st antuan'da sıralarda uzun uzun oturup düşünmek, sonra mihrimah'ı keşfetmek ve vapurla en uzun yoldan eve dönmek istiyorum...

pelinpembesi dedi ki...

justine nerede, neler yapıyor diye merak eden bizleri ne güzel aydınlattın :)
ne zamandır yazmayınca insan merak ediyor valla. birtür akraba mı olduk ne :)
ben de şimdi 6 öğrenci ile okuldayım. diğer sınıflarda kimse yok. ee okullar cuma kapanıyor ya çok heyecanlıyım, koskoca bir tatil geliyor...

Adsız dedi ki...

İtiraz ederk başlamak istiyorum, bu yazının devamı epey sonraya falan kalmasın efendim. Oh ne güzel, okudum hasret giderdim. Özlemişim ciddi ciddi. Ve aklımdaydın da. "Ne zaman gelecek, şimdi nerededir?" diye düşünüyordum. Biliyordum böyle dolu dolu zaman geçireceğini :)

İmreniyorum sana, söyleyeyim, nasıl aklında tutuyorsun gittiğin onca yeri! :) Çok güzel olmuş senin için, kiliseler, ayinler .. Ben Ayvalık'ta bir kiliseye girmiş, mumumu yakıp kaçmıştım. :) Eyüp'ün ruhunu bozan bütün o diğer şeylerle ilgili katılıyorum. Ki bence türbe adeti yanlış, yani insanların oralara "bir şeyler" için gitmesi .. Samimiyetsizliği çağrıştırıyor. Neyse, bu bencesi durumun. :)

Gezip gördüğün oca şeye ne yorum yapacağımı bilemiyorum. Bilmem, belki de biliyorumdur ama ayıklayamıyorumdur kafamda, bu da bir ihtimal. Sanırım şunu belirtmeliyim, yazıyı okurken sürekli yeni sekme açıp google amcacığıma bir şeyler sormak zorunda kaldım. Zizek'in kitabı, Goya'nın çalışmaları derken .. Huu. Bugünlük kültür hazneme yeteri kadar şey doldurduğuma inanıyorum :P Teşekkürlerimi ayrıca edeyim bunun için.

Farklı bir güzelliğin var, bunu biliyor muydun? Madem itiraf zamanı, bunu da şöyle söyleyeyim, sen yokken bloğunda geçmişe döndüm. Fotoğraflar, yaşanmışlıklar .. Farklı bir güzelliğin var, böyle yaşa. Oh, çok gül, çok gez. Hayat başka nedir :P -annem öğlen gelip elime paspas bezini tutuşturduğunda göreceğim, başka neymiş hayat. heyt be. ;)

Böyle işte .. nefes bile almadan konuşup birdenbire ne diyeceğimi unuttum, öyle bir surat düşün karşında, o benim. :) Ohoo, oldu mu ama bu? Ne diyecektim ben! Neyse, hatırlayınca artık. Hoşgeldin, iyi ki geldin. Öpüyorum.
Sevgiler.

Leylak Dalı dedi ki...

Hoşgeldin Justine, özledik seni. Fotolar iyi oldu, özlem giderdik. Şimdi iyi nöbetler diliyor, fıstık Rüya'nın yanağından bir makas alıp gidiyorum:)

zapere dedi ki...

Üzgün halinizde de tebessüm ediyorsunuz galiba siz.. Resimleriniz hep öyle :))

justine dedi ki...

Hoşbulduk Saint;)

Aslında tam anlamıyla rüya gibi geçti diyemem, hız anlamında tamam, ama diğer türlü ı ıh. Kabus dolu günlerim de vardı inan;) Yine de tatil hep, her zaman ve her şeye rağmen iyidir.

Çok sevgiler.

justine dedi ki...

Sevgili Piktobet,
sesini duymak, iyi olduğunu görmek sevindiriyor beni.
Kiliseler konusunda farklı fikirlerdeyiz, ben tam tersini düşünmüştüm, Santa Maria sessiz ve içine kapanık, St. Antuan ise gösterişli ve belki de bunun için davetkâr. Görüntü işte, herkeste farklı bir imgeleme yol açıyor. (imgelem ne komik bir kelime yahu)

Üzeri bol notlu masalar Miço denilen kebapçıdaydı Piktobet, yazıyı hızla yazıp fotoları düzenli koymayınca karışmış sanırım. Şöyle diyebilirim öyleyse; kebapçıyı duyan gelmişti gerçekten;)

Doğru görmüşsün, Chagall'ın "Doğum Günü" tablosu asılı Rüyalar'ın salonunda. Polişka ve benim hediyem, çok düşünmüş ve yeni evli bir çift için en uygun hediyenin Chagall'ın aşk dolu resimleri olacağında karar kılmıştık;)

Sevgiler, selamlar.

justine dedi ki...

Canım Alkımcığım, hoşbuldum, laf değil, gerçekten hoş buldum buraları;)

Fotoğrafları beğenmene sevindim, hüzünlü fotolar daha çok film kareleri ya da özellikle poz verilmiş anlarda oluyor sanırım. Yoksa kimse mutsuz anlarını kaydetmez diye düşünüyorum;)

Sen nerede oturuyorsun acaba, merak ettim şimdi? Dur tahmin oyununu oynayayım, Samatya'ya çok uzak demişsin, hmmm Bahçeşehir mesela! Serap (ablam) o taraflarda oturuyor ya, aklıma ilk orası geldi;p
Telis için en doğru kelimeyi kullanmışsın, şirin bir çay ocağı orası.
Samatya'ya uğra ve keşfet lütfen Alkımcığım, belki oralarda bir yerlerde (Telis'te!) karşılaşırız bir gün, kurulmuş, ayarlanmış şeyleri değil ama tesadüfleri çok severim.

The Commitments'i seyretmedim, duydum ama methini. Bir kenara yazılmış ve kim bilir ne zaman seyredilecek, filmlerdendir o da;)

Ben de seninle konuşmayı ve burada yaptığımız sohbetleri özlemişim, yazılar bu sohbetlerin bahanesi aslında.

Çok sevgiler, sarıldım.

p.s.: Sana yazarken uzun bir elektrik kesintisi oldu, sinirlendim biraz. Buzdolabına daha yeni kompresör takıldı ve ancak kendine geliyordu dolap. Tam anlamıyla saçmalık. Neyse.

justine dedi ki...

Sevgili Zelda, merhaba. Ne güzel burada seni görmek. Demek Gebze'de çalışıyorsun, bloğundaki fotoğraflardan tahmin etmeye çalışıyordum nerede olduğunu (yazdıysan gözümden de kaçmış olabilir tabii). Hüzünlü mü buldun benim fotoromanı, gerçekten mi? Ben de tam tersini düşünüyordum; çok neşeli, pek bir "eller havada" imajı verdim diyordum;p Biraz önce Alkım'a da dediğim gibi fotoğraflarımız hep gülümser (sevgili Zapere burayı okursun umarım;)), mutsuz anlarını kimse dondurmaz. Oysa bu son tatilimde diğer tatillerimin aksine fazla üzüldüm ve hatta senin hissettiğin gibi fazla hüzünlü bir tatildi. Bu kadar ağladığım başka bir tatil hatırlamıyorum.

Neyse, geçelim bunları.

Sanırım sen İstanbul'u özlemişsin, yakınsın şehre aslında, bir kaçış planı yapsan, kendine izin versen bir gün mesela, olmaz mı?;)

Sevgiler, işinde kolaylıklar diliyorum.

justine dedi ki...

Buketciğim, çok tatlısın sen;) Evet, bir çeşit akrabayız biz; birbirini merak eden, sohbet etmekten zevk alan, fakat gel gör ki, uzun bir süre görmese de yapabilen, "farklı bir çeşit" işte;p

Hmmm, okullar kapanıyor demek... Aklıma yapacağım bir iki iş düştü şimdi, ben hâlâ kaydımı sildirmedim doktoradan, okuyor görünüyorum hâlâ. Of, çok işim var;)

Koskoca tatilini, harika bir şekilde ve sevdiklerinle geçirmeni diliyorum canım, sevgiler.

justine dedi ki...

Canım Zedkacığım benim;)

Gezdiğim yerleri aklımda tutmak için fotoğraflar çok yardımcı oluyor, yoksa nerede bende o kafa, çok zor;p
Sen mum deyince aklıma geldi, Liliş ile bir zaman kiliseye gitmiştik, mum yakıp, dilek tutmak ister misin, diye sormuştum, "hayır istemem, hem neden sessiz konuşuyorsun sen, demişti bana oldukça cool bir şekilde;)

Bu post aslında daha çok fotolu, gittim, gördüm, yedim tarzında bir yazı oldu Zedkacığım, yine de sen faydalı oldu diyorsan öyledir, asıl ben sana teşekkür ederim inceliğin için.

Hmmm, demek farklı bir güzelliğim var, sevdim bu itirafı ben;p Teşekkürler tekrar;)

Hatırladın mı söyleyeceğin şeyi, neydi acaba?

Hoşbuldum ve çok öpüyorum ben de seni. Sevgiler.

justine dedi ki...

Sevgili Leylak Dalı, hoşbuldum ve ben de çok özledim sizleri. Fotoları beğenmene sevindim, daha çok var, yavaş yavaş tüketirim öyleyse hepsini;p

Rüya'yı senin yerine de öpeceğim, çok sevgiler.

p.s.: Keşke nöbet işini karıştırmasaydın, güzel güzel konuşuyorduk hâlbuki;)

justine dedi ki...

Üzgün hâlimle kolay kolay tebessüm etmem Zapere, belki acı dolu bir tebessüm olur yüzümde, o kadar;) Yukarıya fotoğraf ve mutluluk hakkındaki düşüncelerimi yazdım, bakarsınız belki.

Çok sevgiler, selamlar.

piktobet dedi ki...

teşekkürler justine.

fotoğrafın altında bahsetmişsin miço'dan. çay bardağı aklımı almış yine de.

dini mekanlar çokça yer tutuyor sahi. huzurla aşkınlıkla falan bir ilgisi olsa gerek. yoksa mimari veya tarihi bir eğilim mi yalnızca.

chagall'ın o resmi nietzsche'nin çok sevdiğim bir şiirine eşlik etmişti vaktiyle.

justine dedi ki...

Evet evet, çay bardağı işi karıştırmış;)
-------------

Arkeoloji okudum ben, belki ondan dolayı ciddi bir eğilimim, ilgim var, tarihi yapılara ve mimariye. Belki de sanata karşı hep ilgim olduğu için, arkeoloji okudum, kim bilir?;p Sarmal(!) bir bulmaca bu, komik üstelik;) A, bir de huzur ve aşkınlığı kim kaybetmiş de ben bulayım, ahh, yarama tuz bastın Piktobet;p

Biliyordum o resmi kullandığını. Senin yazılarını merakla ve umutla beklesem de -belki bir gün yazarsın diye- halihazırdaki hâlini de çok seviyorum ben bloğunun. Takip etmezsem kendimi eksik hissederim.

Sevgiler.

p.s.: Şimdi söz konusu yazıyı (şiiri) aradım, bir türlü bulamadım. Öyle çok alıntı var ki bloğunda, google araması sağolsun imdadıma yetişti ve sonunda kavuştum yazıya;) Başkaları da okusun öyleyse;

Yalnızca Soytarı! Yalnızca Şair!

piktobet dedi ki...

etiketlerden tek tıkla bulabilirdin oysa; belki de iki. daha kendine özgü yöntemlerin var galiba. öyle bulamazdım ben olsam.

arkeoloji güzel bir bölüm olsa gerek. benim çocukluk hayalimdi. sonradan değişti nasıl olduysa.

yazarım belki bir zaman, bazı taşlar yerine oturduğunda. sağlık olsun diyelim olmazsa.

justine dedi ki...

A, evet yahu! Sen sitenin görüntüsünü değiştirip etiketleri kaldırınca, aradığımı bulmak zor olur diye düşünmüştüm. Oysa sadece derleyip, toparlamışsın. Yayın arşivine bakmıştım sadece, hemen altında etiketler varmış oysa, hay allah ne leylayım;)

Arkeoloji benim de tek tercihimdi, ama sanırım, onca yıldan sonra, doktora aşamasında yolumuz ayrılacak kendisiyle. Neyse.

Taşların yerine oturmasını sabırsızlıkla bekliyorum, yine de sağlık olsun tabii. Çok sevgiler.

Clea dedi ki...

gezdin, gördün, eğlendin, güldün, ne oldu geri döndün gene nöbet, gene nöbet! pöffff. neyse canımcığım moralini bozmayayım, akşama sana güzel bir tatlı yapayım bari, yüzün gülsün:-)
aslında bu müthiş yazı epey bir eksik kalmış. şaşkın sevgilim tarafından yanlışlıkla oturtulup bir türlü kalkamadığımız kozmopolit kazıkçı bar ve bir oturup bir kalktığımız nazi ayinini(aramızda alıngan yahudiler yok di mi?) anlatmazsan olmaz. çektiğimiz acılar kayıtlara geçsin:-) ben de yazabilirim aslında, bir bloğum vardı benim di mi? hatta iki tane. uffff yazmam gereken diğer yazıyı bugün bitirip noktayı koyuyorum, son! seni çok seviyorum canım, sarıldım.

justine dedi ki...

Ya sorma, yine nöbet! Ve benim çooook uykum var, gece uyumayan bu kadına sinir oluyorum şekerim;p (alter ego meselesi, kapiş?;p)

O sinir bozucu çirkin barı unutmak istiyorum canım, anlatmayacağım, ama Katolik ayinini pas geçemem, bir zaman, mutlaka anlatmalıyım;)

Bloğunu boşlama lütfen ve tatlımı istiyorum!;)

Çok sarıldım, seni seviyorum Poliş.

zerka dedi ki...

:)) evet tatil dediğin böyle bir şey justinecim, günleri, saatleri sayar, beklersin gelmez ama çabucacık geçiverir, olsun, sağlık olsun, gene bekleriz tatili. “tatili beklerken” de iyi bir kitap ismi olabilirmiş bu arada:) neyse, fotoğraflar şahane! hele şu pencerede saksılı olana bayıldım, evet alkım’la konuşmuştuk bu konuyu, alkım şöyle demiş “bir de pencerenin hayatın tam içine karışmama yanı var, biraz daha kıyısından izlemek hayatı. yazmak da biraz öyle ya…pencere önü çiçeği şarkısı da içimi acıtır biraz, “Zorlu bir rüzgarla boynu hiç kıvrılmaz” der ya şarkıda. Üzerime alınırım…Korunaklı bir yaşam sürdüğümü kabul ederim en sonunda çarnaçar…Yine de vazgeçemem pencerelerden.” ben de şöyle demişim ”akışın içindeyken yazılmaz da bir yerlere oturup bakmak lazım uzaktan, o bakışı en iyi sağlayan yer de pencereler sanırım.” işte pencereler meselesini de böylece çözüme kavuşturduk:) bir de radyo z’nin pencerelerini hatırlayalım bahsi geçmişken:)

yalnızca bir şeyler istemek için dini mekanların ziyaret edilmesini ben de doğru bulmuyorum ama dini mekanların kılıflanarak duvara asılan kuranlar gibi sıkı kurallara bağlı olarak ziyaret edilebilen tarihi mekanlar kapsamında değerlendirilmesine de karşıyım. suriye’de mesela insanlar camilerde uyuyorlardı, elbette bu kadar abartılmamakla birlikte:) dua için, tövbe için, bazen yalnızca nefes alabilmek için camilere sıklıkla gidilip gelinmesi onların yaşamın içinde, kalbi atan yerler olmasını sağlar. bana kalırsa, camileri kiliselerden ayıran özellik de budur, kilise daha törensel, kuralcı, hayatın dışında ve soğuk; cami daha kuralsız, hayatın içinde ve sıcaktır. (hiç kuralsız demiyorum tabii:))

ben de alkım’ın dediği gibi kim bilir kaç kere bloğuna uğrayıp “cumartesi yoldayım” başlığıyla karşılaşmıştım, bugün itibariyle yazını okuyunca tatile gitmiş gelmiş kadar oldum:) alkım, pencere takıntım vardı demiş ya, bende de bir dönem kapı takıntısı vardı, sürekli kapı fotoğrafları çekiyordum, şu sıralar benim de favorim pencereler, hatta en son kocaman bir yağlıboya tablo yaptım pencereli, bakıp duruyorum:)

yarın rembrandt’a gideceğimi sevinçle bildirerek mektubuma son veriyor, sevgilerimi gönderiyorum. liliş’i, rüya’yı ve seni çok öpüyorum:)

alkım doğan dedi ki...

justinecim, yok yok bahçeşehir de uzak bana. bak soğuk hala;) (vardı ya öyle bir soğuk-sıcak oyunu) neyse, uzatmayayım daha çok. oturduğum yer tuzla'ya, sabiha gökçen havaalanına yakın. (ofis de kabataş'ta.)karşılaşır mıydık dersin;) ah ne ilginç olur, ben böyle durumlarda müthiş heyecanlanırım. bir parola belirleyelim de onu söyleyeyim en iyisi seni görünce. "telis" nasıl;)

bugün istanbul çok sıcak. ama masmavi bir gökyüzü var.
güneşli bir günden sevgiler!!!

justine dedi ki...

Tatili Beklerken, iyiymiş, yazalım mı bu isimde bir kitap, ne dersin?;p

Evet, şimdi o konuşmayı hatırladım Zerkacığım, teşekkürler;) Radyoz'nin pencereli fotolarına da bayılıyorum ayrıca, çok hoş hepsi.

Dini mekânların kapılarının kapalı olması benim de hoşuma gitmiyor,camilerin rahatlığı güzel, fakat onların da hırsızlık olaylarına karşı kapıları kilitleniyor, ellerinden gelen bir şey yok tabii, haklılar. C. ile Samatya'da gezerken küçük bir camii görmüştüm. Bahçesine girdik, kimseler yok, sonra içine girelim mi diye küçük bir tereddüt yaşadık. C. hemen girdi tabii, o alışık ve elbette erkek olduğu için rahat;) Beni de çağırdı, kimse yokken, gel, çok durmayız filan diyordu ki yaşlı bir adam geldi. Caminin hocasıydı sanırım, girebilir miyim dedim, (turistik bir yer olmadığından başını kapatmak için eşarp filan yok tabii), fotoğraf çekmezseniz, olur, dedi. Çok eski bir camii, pek bilinmemesi de harika, arada kalmış, duruyor, bekliyor öylece. Bahçesinin fotoğraflarını çekmiştim, unutmazsam koyayım bir ara bloğa.

(çok çok uzun bir ara;))
-----------
Hmmm, ne diyordum, evet kilise konusunu hiç açma, sakın!;) Bir katolik ayinine katılayım dedim, tüm katoliklerden soğudum valla;p

Yağlıboya resmini çok çok merak ettim Zerkacığım, görebilsem keşke.

Demek sonunda Rembrandt'a gideceksin, yaşasın!;) Sergi izlenimlerini heyecanla bekliyorum o zaman. Sarıldım, sevgiler, öpücükler.

justine dedi ki...

A, bilmez miyim, sıcak-soğuk oyununu, biz hâlâ oynuyoruz Lilişka ile çok hoş, çok keyifli;)

Tamam, Telis parolamız, karşılaştığımızda birbirimizden emin olmak için Telis diyeceğiz, çok heyecanlı, müthiş, bayılırım böyle oyunlara ben;)) (zaten bana oyun olsun;p)

Burası da çok sıcak Alkımcığım, sahile ineceğiz şimdi, tek derdim ve sıkıntım tam gaz devam eden sokak düğünleri. Öyle üzülüyorum, o kadar canım sıkılıyor ki, anlatamam. Neyse, gerçekten keyfim kaçıyor bu konudan bahsedince.

Çok sevgiler. Güzel bir gün diliyorum ben de.

aglea dedi ki...

çoook güzel bir istanbul tatili, gezmesi olmuş ve ben burdan da anladım ki, rüya şu kadarcık zamanda daha da büyümüş bal olmuş gerçekten de. liliş'in anlayışlı haline de hayran kaldım, içi de dışı kadar ince, zarif ve güzeller güzeli.

justine, çok sıcak dedin ya izmir için bezgin bir sesle, ondan, "hoşgeldin" diyesim gelmedi. ama güzel gün sayılı olunca çabucak geçiyor işte, dönüyor insan, dönmek zorunda olduğu yere. sonra yine bi gitme isteği heyecanı çöküyor. böyle bir döngü. ben de ne uzattım:) kahvaltıyı öyle kaygısızca yaptık, halâ çay içiyoruz, ev serin ve gölgeli ya. dışarı çok güneşli, güneş de acımasız yakıcı, ama "çıkalım, hadi çıkalım" diyip duruyoruz oturduğumuz yerde. bakalım sonuç ne olacak, ben de çok merak ediyorum:))

yine de hoşgeldin justinecim. günün güzel geçsin.

justine dedi ki...

Çok çok iyi bilirim ben o hâli; çıkalım, hadi çıkalım deyip, oturup kalmaları;))

Bizim Didi ve Gogo'yu bilirsin, gidelim der ve kımıldamazlar bir türlü, onlara mı benziyoruz dersin?;p

Agleacığım, yine de şanslısın, evin serin ve gölgeliymiş, bizim buralarda serinlik ve gölgeli bir yer bulma olasılığı öyle düşük ki, her yaz yanıyor İzmir, eh bu sefer gecikmişti bile.

Çıktınız mı acaba şimdi, merak ettim? Biz de Poliş'le Forum'a gideceğiz. Alışveriş merkezi ama en büyük özelliği kapalı olmaması, adı gibi gerçek bir Roma forumuna benzetmeye çalışmışlar, eh azıcık becermişler sanki;) (azıcık dedim, aman yanlış anlaşılmasın!;p)

Güneş tam tepede, biraz daha zaman geçsin diye bekliyorum, akşam serinliği olsun, öyle çıkacağız. Bir bira açtım şimdi, buz gibi, günü güzelleştirmeye çalışıyorum senin anlayacağın. Böyle küçük işlere ben bakarım, bilirsin;p

Çok sarılıyorum sana Aglea, hoşbulduk. Güzel bir gün dileğin için de teşekkürler, umarım senin günün de tasasız ve keyifli geçer.

aglea dedi ki...

çıktık, justineciğim:) epey bi zaman daha "çıkalım" diye söylendikten sonra, sanki mecburmuşuz gibi, sanki bizi silah zoruyla evden atan biri varmış gibi, o rahat serin evden dışarı çıktık. epeyce yol gittik, gittik, alışveriş merkezlerinden ve şehrin en azgın halinden uzaklaştıkça uzaklaştık da, bir kaç çınar ağacı altında, bir kaç uyuklayan amca, biri nargile, diğeri sigara içen orta yaşlı bir çiftin oturdukları bir yerde çay içip gözleme yedik. gözlemeler, patatesli, peynirliydi. çay içmiştik evde ama, yolda acıktık hem orada başka şey içmek harammış gibi geldi. serindi. mis gibi de kokuyordu yeşillik, ve nefis demlenmişti çay, çok berraktı. tertemiz bir masa da bembeyaz tabaklarda kekikli, sızma zeytinyağında, yeşil ve siyah zeytinli domatesle servis ettiler gözlemeleri. peynirli olan daha güzeldi. çünkü peyniri lezzetliydi çok. gözleme içine saklanan peynirimsi değil de, gerçek peynirdi ve erimişti:)

sonra geri dönerken aynı amcalar ve çift, geldiğimizdeki gibi, aynı konumda oturuyorlardı halâ. biz de pek mühim bir iş yapmış gibi onca yolu geri döndük, memnun memnun:)

justine dedi ki...

Ne güzel anlatmışsın! Bayıldım, bayıldım;) Sanki sizinle birlikte gezmiş, hatta gözleme yemiş kadar oldum, peynirin tadını bile aldım yazından yahu, harika;)

Agleacığım, çok mühim bir iş yapmışsınız tabii, daha ne? Mühim işler nedir ki hem, en güzeli şu kısacık hayatta nefes alabildiğin bir aralık yaratabilmek, bir gün bir saat, bir saniye. Çok keyifle dinledim ben senin gezintini, sizin adınıza sevindim ayrıca.

Dün biz de çıktık. Akşam üzeri çıktığımız için biraz esiyordu hava, yine sıcaktı ama dayanılmayacak kadar değildi, güzeldi. Hatta abartırsam; Durrell'in romanlarındaki gibi sıcak ama illaki esintili günlerden biriydi, bile derim, diyebilirim;p
Alışverişimizi yaptık, yemeğimizi yedik ve dışarıda bir şey içmeden eve geldik. Çok geç olmuştu zaten. Geldiğim gibi, duşa girmeden hemen çayı koydum ben de;) Çay keyfi bitti ve film seçtik. Epey geç olmuştu saat ama olsun, yaz gecesi geç kavramı da değişir, bilirsin;) Bira açtık ve Poliş'le aptal bir korku filmi seyrettik. Neredeyse sabah oluyordu yine yattığımda. Böyle işte, bugün de aynı rutin; kahvaltı, kahve keyfi ve duş. Şimdi de akşam yemeğini hazırlayıp, yedikten sonra nöbete gideceğim. Hikâyenin en sıkıcı kısmı burası elbette;p

Seninle sohbet etmek çok keyifli, iyi, serin ve bol rüzgârlı(!) bir gün diliyorum Aglea, sevgiler, selamlar.

Elektra dedi ki...

Tamam, birikmiş yazılar baştan sona bu yazı ile bitmiş oldu...İstanbul'un keyfini çıkartmışsın gibi geldi bana. Tamam, hava kötüydü o dönemde hatırlıyorum, tamam canın da sıkılmış bir şeylere. ama sırf Samatya'yı keşfetmiş olman bile harika kılmıştır sanki gezini. Ben annemler Yedikule'de otururken doğmuşum. annem hiç benim gibi değildir, çok vefalıdır hayatına giren tüm insanlara. Kaç sene öncesinin komşuları ile bile görüşür ne yapar eder. o nedenle Yedikule, annemin bizi elimizden tutup önce, sonra " aaa, çok ayıp, az mı baktı size o teyzeniz ben çamaşır yıkarken" vicdan sömürüleriyle sık sık gittiğim bir yerdir. Oralar, o hat, kocamustafapaşa, fatih, aksaray, yedikule, samatya falan bana çok İstanbul gelir. Çok güzeldir. öyle canım çekti ki yazını okurken, tatil dönüşü bir tur yapacağım samatya'ya. kesin. Telis'e de gideceğim, seni anıp gazoz da içerim .:D Sevgiler, öpücükler.

justine dedi ki...

Öyle haklısın ki Elektra, oralar çok eski, çok şehir ve elbette çok İstanbul. Eski İstanbul'un sokaklarında yürümeyi çok seviyorum ben, bir iki hoşuma gitmeyen şey var, hep olur, onları da geçelim şimdi.

Git tabii, ve lütfen beni anarak çayını, kahveni gazozunu iç, kendim içmiş kadar mutlu olurum inan;)

Canım benim, neşeli seslenmelerin, içten sohbetin ne zaman, hangi ruh hâlinde olursam olayım, gülümseme koyuyor yüzüme, uzun bir süre gitmiyor üstelik bu keyif durumu. Sağol Elektracığım, varlığın için.