Cumartesi, Ocak 29, 2011

127 Hours; dokunmak ne güzel!

"Bu kaya hayatım boyunca beni bekliyormuş. Varoluşundan beri. Daha bir meteorken, milyarlarca yıl önce, uzayda, buraya düşmeyi bekliyormuş. Tam buraya. Hayatım boyunca buraya sürüklenmişim. Doğduğum an, aldığım her nefes, yaptığım her şey beni buraya evrendeki bu çatlağa sürüklemiş."

Bu gece Danny Boyle'un 127 Hours filmini seyrettim. Aynı zamanda bu yılın Oscar adayı da olan film, gerçek bir olayı anlatıyor. Aron adlı bir dağcının (aslında mühendis ama hep bu işi yapmak istemiş, doğa sporlarına gönül vermiş kısaca.) başına gelen korkunç kaza ve bu kazadan kurtuluşu filmin konusu. Hollywood sever böyle şeyleri; yaşanmış hikâyeler, aksiyon, hayatta kalma mücadelesi vs. vs., fakat gecenin bu saatinde derdim bunlar değil. Filmdeki saniyelik dokunma görüntülerine takıldım ben. Aron, uçsuz bucaksız kanyonda tek başına yürürken, elleriyle okşayarak dokunuyor kayalara. Dokunuyor; sever gibi, hissederek elliyor. Filmde klişe çok şey var; ailenin öneminin abartıyla gözümüze sokulması, ölüme çok yakınken eski kız arkadaşı ne kadar çok sevdiğini fark etmek, sebep-sonuç ve "neden olmak" kavramlarıyla kader dersleri şimdi aklıma gelenler. Tüm bunlara rağmen iyi bir film 127 saat. James Franco çok iyi oynamış, filmlerini genellikle sevmediğim (hele Slumdog Millionaire filmi çok kötüydü, çok!)  Danny Boyle güzel çekmiş, müzikler ve görüntüler harika. Seyredin işte, hem Şubat'ta Oscar var, bir fikriniz olur:)

Dokunmak güzeldir, hatta 'çok' güzeldir. Ben müzelerde, sergi benzeri çoğu yerde, dokunmanın yasak olduğu her şeye dokunmak isterim, dokunurum, olmadı dokunduğumu hayal ederim, heykellere, harika resimlere, boyasına. Hayran kaldığım "şeyin" dokusunu hissetmek muhteşemdir. Taşlara, denize girerken yavaş yavaş suya, yatarken toprağa, sevdiğin kişiye. Bu filmde en çok dokunmayı düşündüm.

Bu sahne ve burada Aron'ın söyledikleri çok güzeldi. "Her sabah 09:30'da, 15 dakika güneş vuruyor. Çok güzel." Ve, güneşe ayağını uzatıyor, yokluk ne kötü.


James Franco benim için daha önce, kitap okuyan ve hatta Kafka ile poz veren bir çocuktu:) Şimdi bir de iyi oyuncu olarak kalacak aklımda. Ha, ayrıca kendisi "übermensch", dikkat edin! Yale'de doktora yapıyormuş, ressam ve yazarmış. Ve sanırım Faulkner'in  As I Lay Dying'ini sinemaya uyarlayacakmış! Daha var bir şeyler, merak eden bakar:p

p.s.: Of, söylemeden geçemeyeceğim yine! Filmdeki hayal sahneleri ne düzenli ve "şirindi!" öyle, özellikle bir koltukta tüm aileni ve sevdiklerini toplama fikri berbattı. Ben öyle bir durumda kalsam sanırım b.ktan şeyler düşünürüm. Rüyam ise beter olur, eminim!:)

Perşembe, Ocak 27, 2011

aman tanrım, o büyüye inanıyor!

J.W. Waterhouse/The Magic Circle

"...
seni ne zaman düşünsem
aklıma kuğu kanı içen moğollar
ve yalnız bir siyah kuğu gelir, Svan

bilinçaltımda tek bir siyah hareket oluşur
o ilk arzuyla dönerek
şarkı söyleyerek ölür ve ölürken şarkı söyler

büyülenmiş bir kızın şarkısı bu, Svan
o ilk arzuyla dönen
siyah bir hareketle dönen
bir kızın şarkısı

gölün üzerinde mistik bir prensiple uçan yaban kuğusu:
dua ederken kollarımı yukarı kaldırırım

l. müldür/yaban I


Merak ediyorum, büyüye inanmak neden tuhaf karşılanır. Okumuş etmiş takımı tarafından elbette, diğer kısım fellik fellik inanacak şey arıyor zaten. Ben büyüye inanıyorum. Hatta inanmaktan fazla, inanmayı çok istediğimi biliyorum. Bir şey, bir insan, bir durum, bir vs. vs. üzerinde ne kadar yoğunlaşırsan o kadar delireceğini de iyi biliyorum. Bu yüzden en mantıklısı bu geliyor, büyünün gücüne inanmak. Ne arkeoloji ne de radyoloji bana yardımcı oldu bu konuda, pozitif bilimler tabii, kolay mı? Ne yaptıysam kendi başıma yaptım:)

Antik çağ öncesi toplumlarda mağara duvarlarına yapılan resimlerin büyüyle ilgili olduğunu düşünmek hoşuma gidiyor. İlk önce duvarına avlayacağın hayvanın resmini yaparsın, sonra vücuduna bir şey batırır ve beklersin. Büyü tutarsa ne âlâ, yoksa bir gün de eve eli boş gidersin, ne olacak ki? O dönemde şimdi olduğu gibi büyük bir kıstas mekanizmasının işlediğini sanmıyorum; başarılı olmalıyım, çok başarılı olmalıyım, deli gibi kazanmalıyım, gibi. Mısır toplumunda da, büyü el üstünde tutuluyor. Mumyalanan ölü kırmızıya boyanıyor ve kanı çağrıştıran bu renkle ölünün tekrar dirileceğine inanılıyor. Roma'da büyü hor görülmüş. Büyücüler, tehlikeli ve yalancı insanlar olarak cezalara çarptırılmışlar. Fakat tüm bunlara rağmen bu toplumda da büyüye rağbet çok fazla olmuş. Halkından imparatoruna başı sıkıştığında herkes büyücülere koşmuş ve hatta Roma büyünün merkezi haline gelmiş. Ele verir talkını kendi yutar salkımı gibi bir şey, anlayın durumu. Koskoca Roma bu, über devlet, orada "her bir şey" olur yani:) Eski Türkler de büyüyü seviyor, cinlere, kötü ruhlara karşı kullanılmamış obje bırakmamışlar, öylesine bir tutku. Şaman büyücü görevini yerine getiriyor ve ölüyü dokuz kez kaldırma ritüelini sırf dokuz aylık gebelik süreci ters yönde işleyip beden cenin haline geri dönsün diye yapıyor. Bence müthiş, sizce de öyle değil mi?

Bunlar büyü hakkında aklımda kalan önemsiz bilgiler sadece, aslında bu konuda yüzlerce ayrıntı ve ilginç şey yazılabilir. Fakat, hem yarın sabah mesai var (nöbet değil!) hem de bu konuyu Sevgili Arsız Ölüm romanını yazarken incelemek daha güzel olur. Şimdi neden bahsettim öyleyse, çok basit; tam anlamıyla, çok büyük bir daire şeklinde hem de, büyünün etkisinde olduğumu düşünüyorum. Etrafımdaki herkes, her şey bu etkinin içinde üstelik. Rahatlayıp, gülmeyin kısaca, ben uyarayım da.

(Mesaj yazarken çok mutlu olabiliyor ve büyünün etkisinden kurtulabiliyorum:p  Olur öyle, aferin bana.)


-Öyle ya da böyle, iyi veya kötü, büyülü ya da büyüsüz geçiyor günler. Daha yeni yılbaşı havası filan vardı her yerde (hoş bizim hastane hâlâ ışıl ışıl parlıyor, sanırsın bütün yıl noel kutlaması yapıyoruz hastalarla!),  şimdi bakıyorum Ocak bitiyormuş. Bravo, hızına yetişemiyorum Kronos! Yapılacak hiçbir şey yapılmadı tabii, bir de hâlihazırda var olan sorunların üstüne yenileri eklendi. Ne güzel hayat!

-Oscar'a aday olan filmler açıklanmış dün gece. Ben nöbetçiydim sıcağı sıcağına bakamadım. Biraz bekleyememişler beni ne aceleleri varsa, batı kafası işte her şey zamanında! The Kids Are All Right  filmi de en iyi film adayları arasında yerini almış. Ben seyrettim o filmi, öyle en iyi film olacak bir şey yok, bana inanın. Tamam, kötü bir film değil ama tüm marjinalliği karakterlerin cinsel tercihlerinde olan bir film ne kadar ilginç ve güzel olabilir? Aman ya da seyredin gitsin, sanki her gün güzel bir film koyuyorlar önümüze. Bu film en azından iyi oyunculukla filan idare eder.

-Madem Oscar muhabbetine girdim devam edeyim; bu "hızla" geçen zaman içinde Black Swan filmini de seyrettim. Çok oldu hatta seyredeli, yazamadım bir türlü. Güzel film, çok etkileyici. Benim en iyi filmlerim arasına giremez (yine yine yine!) ama (nasıl kutsal bir "en iyi film" listem var, ben bile şaşıyorum bu işe!:)) hoş film vallahi. Güzel oynanmış, güzel yazılmış, güzel bir film özetle. Sevgili Yağmur'la (bloğuna ulaşamıyorum Yağmur, ne oldu sahi?) kısa bir yazışma yapınca yazmış kadar oldum film hakkında. Bir de bütün bloglarda ve her yerde bahsediliyor filmden, fenalık geldi yazmayayım en iyisi ben:p Nasıl bir hayal kırıklığı yaşayacak şimdi internet kullanıcıları, bu ne kötülük!

-Sevgili Arsız Ölüm, muhteşem bir kitap, büyülerle ve tüm tuhaf inanışlarla çok ilgili ayrıca. Onu kesin yazmalıyım. Rahatlamam için bu çok önemli. Buraya atılmış bir iz olsun bu yazı, unutma Justine!

-Ben de büyü yaptım elbette. Elimde bir şiir kitabı, saçlarım örgülü ve bira içiyorken mutfakta. Fonda, Cave'den From her to eternity çalıyordu ve çok mutluydum. Hayır, büyü sadece mutsuzlukla yapılmaz, istemek yeterli. Dans ederseniz daha etkili oluyor sanırım. Benden size küçük bir tüyo olsun bu. Ve, tuttu mu bilmiyorum, yıllar geçti üzerinden. Benim fikrim tuttuğu yönünde. Bilinmez ki, mistik işler karışıktır dostlar.

-Fotoğrafımın altına koyduğum harika, çok çok güzel, Nick Cave şarkısını belki bin kez dinlemişimdir. Bir şarkıya tutuldum mu defalarca dinlemeden yapamıyorum, rahat edemiyorum neden bilmem. Bu da bir çeşit büyüdür belki. "on the second day he came with a single red rose, said: 'will you give me your loss and your sorrow', i nodded my head, as i lay on the bed, he said, 'if i show you the roses, will you follow?' " böyle güzel şarkı sözü mü olur, ne tuhaf. Bu gece uyumadan önce dinleyeyim bari, yıllar olmuş dinlemeyeli. Dinliyorum, dinliyorum ve büyük bir ara verip kendimle şarkı arasında mesafe yaratıyorum. Sonra birden dinlemek tuhaf oluyor, yabancılaştırıcı bir duygu. Bu da deli işi, saçmalık.

-Şvayk'ın ilk cildi bitiyor, dün iyi okudum nöbette. Mutlu ve gururluyum tabii, ama ikinci cilt biraz bekleyecek:) Başka yazarları özledim.
Şimdi uyku zamanı.

Salı, Ocak 25, 2011

kalbim "aşkla" sızlıyor

Edvard Munch/The Vampire (Love and Pain)


"Havada kurulmamış cümlelerin dağınıklığı. Soludukça, nefesim parçalanıyor. Çıkıp batan duyguların acısıyla dolu içim. Nezir'i hissetmekten kendime eğilemiyorum. Aklıma esintiler üşüşüyor. İmalar, işaretler.. Kalbime çekilmenin yolunu bilsem bir sızıyı büyütür, ona tutunmaya çalışırdım. Düşünceler, hayaller ürerdi belki.. dünyayla aramdaki boşluğu dolduracak. Varlığım günden güne anlam kazanırdı ve Nezir'e anlatacak bir şey bulabilirdim o vakit."
l. tekin/aşk işaretleri

Büyülü cümleler kuran bir büyücüydü o. Varlığımı hacimsiz yapan, gözlerime anlam kazandıran. Latife, ismiyle müsemma güzellik ve incelikti. Ve yazılarıyla iyi ki hayatıma sızdı.

Latife Tekin'in kitaplarıyla başka bir yazar sayesinde tanıştım. Yanlış hatırlamıyorsam Alev Alatlı bahsediyordu, Tekin'den. Onu siyasi bir duruştan ötürü savunuyor (sonradan komik ve tuhaf bir durum oldu, geçelim şimdi.) ve bir cep kitabı yazıyordu bu savunu için. Ben ilk önce Buzdan Kılıçlar'ı okudum sanırım, sonra muhteşem Sevgili Arsız Ölüm ve diğerleri geldi. Aşk İşaretleri'nin zamanını hatırlayamıyorum. Hatırlamak tuhaf olurdu belki de. Bu kitabı, kulağıma fısıldanır gibi okudum ve ben o sıralar utangaç bir çocuktum. Otobüse biner, ardımdan Nezir geliyor sanırdım, giderken gözlerimi kapatır Nezir'in gölgesini düşünürdüm, bir sokağın tehlikesini aşkla geçerdim. Siz peki, asıl tehlikenin aşk olduğunu bilir misiniz?


Tekin, kitabının bir aşkı değil, aşkın işaretlerini, bir "âşık"ı anlatacağını yazarken hiç ama hiç unutmamıştı, "elimde bir aşk kitabının hayalî ağırlığı var" diye başlıyordu cümlelerine. Nasıl masum, nasıl kutsal bir şey yaratacağını iyi biliyordu, merhametli, kederli, "parlayan iyilikle" dolu. Sessizliğin önemli olduğunu öğrendim ben, vicdanın ses ile yaralandığını. Orada bir Cihan vardı bir de ömrünü işaretleyen adam. Nezir.

Cihan'ın sevgisini tarif edişi beni uyuşturmuştu, dinleyin bir; "Varlığınızdaki güzel susuşa yüz çevirip ruhunuzun bütünlüğünü koruyan sessizliğe ihanet ettiniz mi? ... Büyü bozuldu... Onun maceralı sesi beni sardıktan sonra, içinde eridiğim aydınlık, kelimeler yoluyla keşfedilecek manalı bir âleme dönüştü birden. Dünya ve üstündekiler..."  Âşık olduğu adamın diline sığınıyordu kadın, soluğunun gücünden kendi varlığını hissedemiyordu. Bana soruyordu tam o sırada; "İnsan, kaderini vaadeden kişiyle karşılaşır da onu saflıkla, merakla dinlemez mi?"  Nezir'i fırtınalı bir havada görüyordu (neden olmasın, sevdiğimiz rüzgarla esmez mi kalbimizde?). Soğuk işlemez bir kadına öyle bir zamanda. "Öyle bir zamanlar" kadınları delirtir. Bir kadın en çok bunu bilir. Yüreği zehirlenir, Cihan bir değişimden geçer, kadın bir değişimden geçer, ruh itiraz etmez, gövde uyarmaz. Ah, can gözümüzün boyasında. Yanar, yalan yok! "Kelimelerin uçurumuna düşeceğim, hayatımın yanıltıcı gölgeler ortasında geçeceği aklıma mı gelirdi?" Sevgilimin kelimeleri, binlerce yıl önce okuduğum bu kitapla geliyor aklıma. Ben kelimelere tutuldum, onu tuttum sonra. Nasıl sarıldı bana, etrafı kim umursar!? Şimdi böyle güzel severken, Cihan'ı daha çok anlıyorum.

"Garip şey.. insan, yüzündeki belli belirsiz bir seğirmeye, kaslarının en hafif esneyişine yoğunlaşan birine bağlanıyor." Cihan'ı, Yener'i, Gülhan'ı ve Sait'i hatırlıyorum. Silikler elbet fakat Nezir'in peşinden gittikleri hafızamda net. Onun gölgesi gibi dolaşıyorlar. Hakaret ya da tersleme işe yaramıyor, kelimeleri büyülü Nezir'in. "Aptallar, dinleyin uğultuyu. Havada dilekler, dualar uçuşuyor, gökyüzünün kapıları garibanların nefesiyle açılıp kapanıyor." O'nun ellerine diğerlerinin ellerine uğramayan düşünceler doğuyor. Kelimelerle, zihinlerindeki yansımalar ve gözlerine dolan dünya arasında bağ kuramıyorlar. Öyle bir bağ kurup konuşabilecekler mi, biz okurken hep bunu düşünüyoruz. Aşktan ve büyüden sıyrılıp kendin olmak. Mümkün mü?

Oysa, "gökte bir yıldız titrer, sinirleriniz boşanır." Büyüsüne kapıldığın kişi sana hayatı öğretir. "Hayatı atlamayı". Hep bir filtre ile dünyaya bakmayı. Denize bakıp, apışıp kalınır mı ey faniler, Nezir o çocuklara boş bulunmamayı öğretiyordu. Gördükleriyle uyuşup kalmamayı. "Sır, gözlerimizde.. Gözlerin gösterisinde. Hah hah ha! Göstericinize kanmayın. Gösterisi hileli. Bu bir üçkâğıt. Her şeyi gizlemek için dönüp duruyor öyle. Dünyayı gösterir gibi yapıp. Göz, gerçeğin aynası değil, gerçeğin sırdaşıdır, sırların ajanı. Yutar mıyım hiç? İlk elden çakmanız gereken budur işte. Gözlerinizle yarışıp görüneni yaya bırakacaksınız.. her dakika, her saniye. Gözlerinize fark atamazsanız, gördüklerinize emilirsiniz. Hayatta dökülmektir bunun manası. Yaşamak, görüneni atlatıp görünmez olanı göğüslemektir. Anlayabiliyor musunuz? Haybeye yürümüyoruz, gecenin kalbini arıyorum. Dünyayı silkelemek kolay değil. Yoğunluk lazım! Hız alınacak bir yer. Kestirmeye çalışın, karanlığın özü nerde?"

Cihan'ın anladığını hissetmişti, "Sende dümenin Allahı var. Ama unutma, hayat boyu kız olacak nanesin." diyordu. Tanrım, nasıl korkmuştum okurken, Nezir her şeyi biliyordu. O siyah paltosu, rüzgarlı yürüyüşü, ünlemli ve tehlikeli cümleleri... hayır Nezir'le sevişilmezdi. Canlı canlı giriyordu adam uykuya! Mışıl mışıl dalınmaz diyordu, uykuya sızan büyücüydü o. Gülhan'ı bakışından dolayı uyardığını hatırlıyorum şimdi, o bakışla kendini göremezsin dediğini. "Gözlerinin önünü al." Tekrar ediyorum; Nezir her şeyi biliyordu. Cihan'ın onu deli gibi arzuladığını, o tutkuyu hissetmişti. "Cihan.. kızlığını mı göstermek istiyorsun, ha? Başkasını bul. Tamam mı? Benden sana evet gelmez." Burada kesin ağlamaklı olmuşumdur. Oysa bir aşkın içinde bin türlü aşk var. Nereden bilecektim o yaşta. O zamanlar keman dersi alıyordum, aklım fikrim ince mi sesini çıkarmaktaydı, ağlak olmak kolaydı, evet:)

Dünyada, neden bazı insanlar uçurumlarıyla dolaşır, düşündünüz mü hiç? Birilerinin içine düşmeleri an meselesidir. Onlara hafiflik çok görülmüştür. Nezir, sadece bir ışık olmasın?

"Yansımalar ortasında halkalanıp sözlerin dibe çeken yüküyle arkasından bakakaldık. Omuzlarının hareketi, astarı torbalanmış ceketinin savruluşuyla dengeleniyor. Yürüdükçe hava açılıyor önünde. Ardında rüzgarlı bir kapanış. Nezir.. Korunağın içinde. Hiçbir ışın hiçbir ses ona ulaşamaz. Yüzünde imaların kalkanı. Dört bir yana işaretler estiriyor. Ansız gölgelerin macerası!"

Herkesin bir nişanı vardı kitapta. Çığlık, Gülhan'ındı. Gökyüzünde yıldızları bile yoktu, ama O'na sahiptiler. Eşyaların gereksizliğini anlatıyordu Nezir onlara. "Adamın gökyüzüne cevabı, boktan bir çanta, küpe, kemer.. Şaşkınlar, birbirlerinin şaşkınlığını satın almak için yarışıyorlar. Anlamalı ve uzak durmalıyız böyle enayiliklerden."  Şimdi düşünüyorum da bir otel odasında hiç eşyam olmaması için uğraşırken bir "izm"den mi yoksa henüz okumadığım, tanımadığım Nezir'den mi etkileniyordum? "Zihnimizdeki ağırlıklarından kurtulup eşyalardan soğuyalım. Bir tekine bile sahip olmak için istek duymaya değmez." Hay, sen çok yaşa Nezir efendi, keşke sihrin bu zamana Cihan'ın etkisinden daha şiddetli sarksaydı. Cihan benim canım oysa.

Çok dayak yemişti zamanında Nezir. Hikâyesini ders alsınlar diye anlatıyordu, seyir olsun diye değil. "Hep birlikte beni döverlerdi..devamlı. Bir gün içime bir his geldi. Aklım yeni eriyordu daha. Kafamın boşluğunda, onları üstüme çeken ışığı gördüm. Anladım, beni dövmüyorlardı. Bana tapıyorlardı." Sonra, dövülen Yener'e bir nişan; "Dayak yiyorsan, Allah gibi düşüneceksin kendini. Ondan sonra bırak..vursunlar. Vuranlar niye vurduklarını bilemez, sen onların ruhuna hâkim olursun.."

Nezir'in parmakları düşünceliydi. Hayatın güzelliğine, tuhaflığına, sersemliğine karşı boş bulunmamayı biliyordu. "Hay hay! Aklımda!"  Hep böyle söylüyordu, işe yarasın yaramasın, ben okurken inanmıştım. Ve ne kadar masumdu Cihan, hep onun yanına gitmek istiyordu, "merak yüzünden mi?" diye soran bir kadın. Sesinin inceliğine düşer mi hiç Nezir?  "Ne denir? Veda!.."

Sevdiğimiz kişiye görünme arzusuyla dolup taşıyoruz. Oysa Cihan, Nezir'den elini çekse kaç yazar? Büyü orada mıdır? Kitabın sürprizini söylemem korkmayın, kim kime nefesini sunmuş, büyü bozulmuş filan, şunu söylerim ama; çirkinliğini kabul etmeli insan. Kitabı okuyunca bunu öğreneceksiniz. "Ama.. çirkinsin! Çirkinliğini kabul et. Işığı kesip atacak halin yok ya.. Seni eğri büğrü gösteriyor işte. Dünyada, evladım, güzeller çirkinleri çirkinler güzelleri görüyor, görecek.. Işık, düşünüp dengeyi kurmuş. Merak etme..tipsizliğin gözlerimizi ırgalamıyor. Üzülüp dertlenmen gerekmez."

Bu kitap, bıçak ucuna benzer bir acıydı. Lütfen siz de yaşayın. Pişman olmayacaksınız. Aşk pişmanlığı kaldırır mı? Yalnız kirpiklerinizi hazırlayarak girin içine. Kış ışığı soğuktur.

"Filtre!"


*Tüm italik ve koyu yazılar kitaptan. Tabii, yine de uyarayım dedim:)

Pazartesi, Ocak 24, 2011

şehir yanıyor, Polişka!

Vincent van Gogh/Starry Night Over the Rhone


"Gözleri Yahya, gözleri
Hiç mucize görmedi."
                            h. arkan/vaftiz

Bu gece miyop gözlerle eve baktım Polişka. Evin dışına, şehrin ışıklarına. Bir filme baktım bir de. O yanıp yanıp sönme hali, hüznü taşıdı bir noktaya. Su damlası! İstesen her şey nasıl şiirli olur değil mi? Öylesine net bir noktada durur. Senin bu gece söylediklerin, kulağıma. Benim duyduğumu farklı bir forma sokup sana yöneltmem, hepsi bir kurgu aslında. Güzel olanı istememiz. Nasıl bir çatışma! Sen yanımda olsaydın, "hizmetçi kadın kendi derdine yansın!" derdin ve gülerdik. Bir acıyı bütün bir ömre yaymanın tarihine gülerdik sonra. O gülüşün yüzümüzde donmaması için kardeşliğe sığınırdık. Seyrettiğim filmde kırmızının karideste donması, dilin baharda kendini bulması ve acının şansa ihtiyaç duyması çok güzeldi. Öylesine "kader"imiz ki bu titrek ömür; hızlı hızlı karda yürüyen bir kız çocuğundan bile bir hikaye çıkarıyor. Ben yatılı okulda okumasaydım eğer, ütü odası, çalışma salonu, erken kahvaltılar, güven sorunu, yönünü bulmak için koşma, kapı arkası, bilmeseydim eğer, burada şimdi bu şehre miyop gözlerimle bakmazdım.  "Olsun", demezdim! Ben kapının arkasında giyindim Polişka, "burada giyinebilir miyim?" diye Ece'ye seslenildiğini duydum. İyi biliyorsun, artık iyileşmem. Dilimde hep bu dize;

"Fakir kuş hiç unutmaz."

Pazar, Ocak 23, 2011

Reza'nın âşıkları, Bonnard'ın çıplağı, Cat'in sesi ve benim bakışım


Pierre Bonnard/La Siesta

Bonnard, kadını böyle yatırıyor, uyutuyor ve sessizce bekliyor. Bu bakışı seviyorum. Sakinliği, uyurken odanın sessizliğinde kaybolmayı. Tüllü bir uyumayı, çıplak ve serin.

Reza Abbasi/Two Lovers

Reza, aşıkları böyle kavuşturuyor. Sarılırken birbirlerinde eriyorlar. Bu sarılmayı seviyorum. Elin, sevdiğin bedende kaybolmasını, nefes nefese kalmayı. Tutkunun bu rengini, sarı ve ateşli.

Cat Stevens

 
Cat'in güzel ve ılık sesini seviyorum. Eskiden çok dinlerdim. Öyle çok oldu ki sesini duymayalı. Bu kadar dile düşmesini, her ağızda ayrı anlatılan hikayesini umursamıyorum. Onun sesini her duyduğumda rahatlıyorum. Bana eskiyi anlatıyor, benim tarihimden de öteyi. Bir sandalye düşüşü, kasette duyulan hışırtı.


Bazı şeylere bakışım biraz özürlü. Baştan hatalı, ilk tuttuğum yerden. Işık, gölgenin olmasını mı sağlıyor? İşte orada dursam. Somut, tutulabilen, gölgesi olan bir yerde. Dayandığın nokta sallanmaz belki. Yine "belki" biliyorum, nedeni "bu benim tuhaf bakışım".

Perşembe, Ocak 20, 2011

Eyüp; o bizim kardeşimiz

Job Statue/Crystal Cathedral/USA,California


"Though he slay me, yet will I trust in him: but I will maintain mine own ways before him."
13:15  eyub*

Eyüp peygamberi herkes bilir. Hikayesini, sabrını, o güzel inancını. Onu okumaya başlarken sabrına dudak büküyordum, bir küçümseme, bir anlayışsızlık. Farklı bir çeşit anakronizm yaşıyordum anlayacağınız, özeti bu. Sonra, günlerden bir gün aydınlandım! Yok canım, dalga geçiyorum, aydınlanmayı kim kaybetmiş de ben bulayım:) Ah Candide, tekrar okusam o güzel romanı, ne çok özledim. Her neyse, yine dağıtıyorum. Okudum ve anladım ben Eyüp peygamberi. "Bana günahımı ve suçumu bildir, Niçin yüzünü göstermiyorsun", diyerek sitemde bulunmasını, kardeşimi anlar gibi anladım üstelik. Sabahlara kadar tevrat okurken bize sabrı yanlış öğrettiklerini fark ettim. Diğer türlü ben çok zavallıydım, çok toy, çok pişmemiş. Her acıda tanrıya sitem ediyor, kızıyor, duamı koz gibi önüne sürüyordum. Oysa Eyüp doğduğu günden başlayarak sorguluyor; "doğmuş olduğum gün yok olsun; rahimde bir erkek peyda oldu, diyen gece de yok olsun. o gün karanlık olsun."

Bir peygamber, canının acısıyla konuşuyor; "niçin benimle çekişiyorsun!?" "Bana bildir", diye bağıran bir adam.

Din kitaplarıyla aranız kötüyse, ve hatta inanmıyorsanız, ya da ne bileyim binlerce versiyonlu* cümleleri tutarsız ve komik buluyorsanız bile Eyüp'ün hikayesini okuyun. O sizin kardeşiniz, göreceksiniz. Kimseler sizi hatırlamazken, acınızı anlamazken sizin yerinize canından can alınan türdaşınız o adam. Ben buna inandım.

*Benim elimdeki Tevrat'ta (elbette Kitab-ı Mukaddes) yukarıdaki cümle o şekilde değil.
"Behold, he will kill me. I have no hope. Nevertheless, I will maintain my ways before him", böyle. Zaten farklı farklı versiyonları mevcut. Merak edenler linki inceleyebilir. İşin özü cümle her şekilde çok güzel.

Çarşamba, Ocak 19, 2011

dostlar, insan ne kötü

Paul Cézanne/Pyramid of Skulls

"...
Binlerce, ama binlerce yıldır yaşıyorum
Bunu göklerden anlıyorum, kendimden anlıyorum biraz
İnsan, insan, insandan; ne iyi ne de kötü
Kolumu sallıyorum yürürken, kötüysem yüzümü buruşturuyorum
Çok eski bir yerimdeyim, çürüyen bir yerimden geliyorum
Öldüklerimi sayıyorum, yeniden doğduklarımı
Anlıyorum, ama yepyeni anlıyorum bıktığımı
Evlerde, köşebaşlarında değişmek diyorlar buna
Değişmek
Biri mi öldü, bir mi sevindi, değişmek koyuyorlar adını
Bana kızıyorlar sonra, ansızın bana
Kimi ellerini sürüyor, kimi gözlerini kapıyor yaşadıklarıma
Oysa ben düz insan, bazı insan, karanlık insan
Ve geçilmiyor ki benim
Duvarlar, evler, sokaklar gibi yapılmışlığımdan.
..."
e. cansever/umutsuzlar parkı III


Dostlarım, kardeşlerim size sesleniyorum; "insan ne kötü!" farkında mısınız?

...diye bağırsam yok yere, birden. Ne düşünürsünüz? Şenay'ın harika üslubuna benzerdi ayrıca, hoş olurdu. Yok, hiçten çıkmaz kötülük. Bir şey olur, yüzünü görürsünüz. Cezanne doğar, Hrant ölür, evinizin tavanı akar, üşürsünüz. Hem nedir yani? Kötülük binlerce yüzüyle bekler bir köşede, biri sizin içinizde, ağzınız hayretler içinde açık kalır. Sadece bakarsınız. Ben öyle bakıyorum. Binlerce, milyonlarca yıldır.
İnanın, bakmalara doymuyor bu dünya. Bana inanın, kötüysem yüzümü buruşturuyorum çünkü. Öylesine temizim. Sanıyorum.

kaldığımız yerden devam; güzel Brando

"Bud- ne muhteşem bir çocuk! Tatlı ve komik, idealist ve ah, çok genç."

"Yedi sekiz yaşlarındayken eve sürekli açlıktan ölmek üzere olan hayvanlar, hasta kuşlar, bir derdi olduğunu düşündüğün insanlar getirirdin. Eminim fırsatını bulsan kızların içinde en şaşısıyla ya da en şişmanıyla çıkardın, bunu da sırf kimse onun yüzüne bakmadığı için, o kızın kendisini iyi hissetmesini sağlamak için yapardın."


Brando hayatını anlattığı kitabında, ablalarının onun fotoğrafının altına yukarıdaki cümleleri yazdığını söylüyor. Sonra, ablası Jocelyn'in Dosto'nun kahramanlarını hatırlatan sözleri var. Marlon (ona taktıkları isimle Bud), annesinin öğrettiği hiçbir şarkıyı unutmayan, hassas, neşeli, bakıcısının kokusuyla uykuya dalan, koç burcu bir çocuk. Kitabı okuyalı çok oldu, hatırladığım en net parçalar bunlar. Çok yaramaz ve devamlı evden uzaklaştırılıyor bu yüzden. Ayrıca, ablasının söylediği gibi mazlumların koruyucusu, öyle ki bir gün eve sarhoş bir kadını hasta diye getiriyor:) Marlon, kendisinin köylü çocuğu olduğunu, çocukken evlerindeki sobadan çok utandığını ve arkadaşlarının görmemesi için onları lafa tuttuğunu yazıyor. Hatta James Dean için de aynı tamlamayı kullanıyor; "İkimiz de Amerika'nın iç bölgelerinden gelen köylü çocuklarıydık. Oysa bizi asi yapıp çıktılar." Bu benim çok hoşuma gitmişti, böyle dürüst ve içten olması.

Kitapta, Marilyn ile yattığını, Vivien Leigh'i çok güzel bulduğunu ve kocası Olivier'e onun piliç kümesine dalacak kadar gıpta ettiğini ve bu yüzden  Leigh ile kaçamak yaptığını ballandıra ballandıra anlatıyor. Dean'in onu tam anlamıyla taklit ettiğini söyleyen Marlon, Elia Kazan'a taptığını defalarca tekrarlıyor. Bunlar gibi yüzlerce ilginç ayrıntı, belki dedikodu var kitapta ama benim için Brando, bu kitabı okuduktan sonra sadece çok tatlı, içten ve muzır bir çocuktu, o kadar. Ha bir de, şahane isimli anı kitabı olan bir çocuk.

Bu fotoğrafı çok beğeniyorum. Marlon kızkardeşi Jocelyn ile birlikte kahve içiyor. Dün gece koyamadım buraya diye üzülmüştüm, şimdi koydum iyi oldu. Fotoğrafın çekildiği zamanlarda ikisi de tiyatroda oynuyorlar ve Jocelyn'in evinde sıcak su tertibatı bile yok.

Marlon, İhtiras Tramvayı'nın sinema versiyonunun tiyatrodan daha iyi olduğunu düşünüyor. Kendisi hem tiyatroda hem de sinemada Kowalski elbette. Brando'nun, ben kesinlikle onun gibi değildim, Kowalski'nin tam tersi bir insandım, demesini çok önemsiyorum. Çünkü İhtiras Tramvayı'nın her versiyonunu izledim ve Kowalski'den midem bulanıyor.

Brando, Guys and Dolls filminde bir kumarbazı oynuyor. Buradaki mizansende ise kendisini!

Salı, Ocak 18, 2011

kafa dağıtmak için, Brando ve diğerleri


Dün gece Golden Globe vardı, her zaman olduğu gibi uyumadım, onu seyrettim. Kafa dağıtmak için bu tür gösteriler çok iyidir. Hangi film ödül alacak, kim kiminle yarışıyor (ne için yarışılıyorsa artık), kim ne giymiş, yakışmış mı, dedikodular sonra, bakar oyalanırsın işte. Eskiden daha dikkatli seyrederdim, tahminlerde filan bulunurdum, şimdi sorunlar da çoğalmış olmalı ki öylesine bakar oldum. Bu tür törenlerdeki yarışma havası ise, öncesi sonrası olmadan beni rahatsız eder. Hele savaş zamanı yapılan Oscar törenini hatırlıyorum da, ne çirkin bir gösteriydi. George C. Scott, bayıldığım bir oyuncu, onun bu törenler hakkındaki duruşunu çok samimi buluyorum ayrıca. Diğerleri gibi rol kesmediğini düşünüyorum, Sean Penn havası, Iraklı çocuklarla fotoğraf çektirme pozları, Jane Fonda hayırseverliği, vs. vs. gibi değildir onun tavrı. Düz, sahici ve samimidir. Kiminle yarıştığını anlamadığını, bu tür sınıflandırmaları kabul edemeyeceğini ve Oscar'ın birkaç saatlik et pazarı (bu biraz sert olmuş:)) olduğunu söyleyen aktör, hiçbir ödül törenine de gitmemiş üstelik. 


Marlon Brando'ya gelirsek; ona, -harika isimli- Annemin Öğrettiği Şarkılar kitabını okuduğumda ısınmıştım. İyi oyuncu, yakışıklı adamdı ama bir mesafe vardı aramızda (bak sen!:p), benim oyuncum değildi. Fakat ne zaman kitabını okudum, çok sevdim. Hakiki, eğlenceli ve çocuk Bud'ı tanıdım. Oradaki fotolardan koymak isterdim buraya ama şimdi vaktim yok, belki başka bir zaman. Çok şirin çok sevimli fotoğrafları var, kız kardeşi ile olan fotoğrafı özellikle çok güzel. Brando herkesin bildiği, ünlü Oscar'ı reddetme hikayesini bu kitapta da anlatıyor. Kızılderililere yapılan haksızlığa karşı koyması filan biraz naif bile olsa hoş. Brando biraz şekil, biraz çocuk, yine de çok temiz bir adam. Okuyun kitabı, bana inanacaksınız.
Yarın devam edeyim bu kitabı anlatmaya şimdi film seyretmeliyim. Kitap, Hollywood, yakışıklı erkekler, dürüst adamlar, şık kadınlar derken kaç zamandır film seyredemiyorum, olmaz ama!:)


Başka fotolar, diğer dedikodular ve Brando skandalları çok yakında!

Poliş'e p.s.: Nasıl bahsettim ama Scottcığımdan, pişti olduk değil mi? İşbu bahis, tamamen senin için Polişka, hadi bakalım:p

Cumartesi, Ocak 15, 2011

kış uykusu

(Onorato Toso-Staglieno Cemetery, Genova, Italy)


"...
Kış. Ve işte her şey ilk kez başlıyor sanki.
Ağarmış uzaklıklarına doğru kasımın
Uzaklaşıyor aksöğütler
Değneksiz ve rehbersiz körler gibi
..."
Boris Pasternak/Kış Şiiri 

Bir Rus için kolay tabii, kış hakkında sevimli, sıcak şiirler yazmak. Güzelleme filan da yapabilir elbette, olay olmaz, bildiğin vaka-i adiye. Aslında kış sorunlu bir mevsim, arıza. Ben Aralık kadınıyım, kışı bilirim. Severim de üstelik, romantiğim ya:p Oysa hep üzüyor bu mevsim, şekli nasıl olursa olsun, acıtıyor. Yıllar önce bir gün nöbetten gelirken, sabahın köründe bankanın köşesinde yatan evsizleri görmüştüm, yazdı, üzerine bir örtü alsan ısınmaya yetecek kadar sıcaktı. Kışın bu bile sorun yaratır demiştim. Bu bile! Elbette "tinsel" sorunlar daha anlamlıydı, diğerini sadece görünce fark etmiştim. Ne çocukluk. Her neyse, kış "beyaz geceler" yaşamıyorsanız eğer problem yaratır. Sıcak şarap, kahve ve fırında kestane eşliğinde Bergman filmleri izlemek hızla geçen bir kurgu, aldanmayın. Ben, Gerede'de geçirdiğim kocaman, sopsoğuk ve beyaz üç yılı tamamen unutsam bile, kış mevsiminin yaşattığı mutsuzluğu unutamam. Bir süre barışmayacağım kendisiyle, bakalım ne olacak?

Kış uykusuna yatsam. Benim uykuyla garip bir ilişkim vardır, uykuya ne kadar geç gidersem o kadar iyidir. Ve bildiniz, kalkmak hep zordur! Bu kış sadece uyumak istiyorum. Yaz gelince uyanırım artık, o sıra Merkür de ne kadar gerileyecekse gerilesin bir zahmet. Uğursuzluğuyla bıktırdı arkadaş:p

(Bakın kışın ne zor şartlarda kitap okunuyor, oysa yaz öyle mi hiç!? Bir de yukarıdaki heykeli çok beğeniyorum ben, onun için tekrar tekrar koyuyorum bloğa, biraz anlayış:p)

p.s.: Diğer fotonun (benim fotoğrafın yanındaki) linkini vermeyi unutmuşum. Buradan, çeşit çeşit okuyan kadın fotoğraflarına ulaşabilirsiniz. Zamanında ekşi'ye de link vermiştim. İlginç bir site.

Çarşamba, Ocak 12, 2011

yaşam sert, iki dakikada...


Yaşam sert, yaşamı sert yaşamak gerek.  Kim bilir nereden duydum bu lafları, ya da belki kendim uydurdum. Her şey mümkündür. Bugüne iyi başlamıştım, akşam bile iyi geçti. Gece bitebilir gibiydi. Ama olursa iki dakikada olur her şey. Görünürde kimse olmaz, ses duyulmaz, dokunmaz, kafanda ters bir rüzgar. Nereden düşünüyorsan artık. Beyin mi, kalp mi, bacak mı, benim şimdi inandığım gibi, buraya yazdığım gibi, kafan mı, nereden düşünce gelip oturuyorsa bir yer bulup artık. Oraya ters bir rüzgar esiyor. Anlamsız konuşuyorsun, anlamsız yazıyorsun, anlamsız bakıyorsun. Ah, iyi ki kimse yanında değil. Bu nöbetler beni etraftan, onları benden koruyor. Oda çok sessiz, müzik sadece senin sevdiğin, kulağında çalıyor, sabaha karşı git evine, yat yatağına kalkma bir daha. Yani, gerçekten buna herkes inanıyor mu; ben olmasam tufan! Yok canım.

Ben o kemanı çalsam iki dakikada çalardım. Sanırım birini bekliyorum. Bir iltimas geçse inandığım tanrı, bir bana baksa. Ama ötekinin duası?

Tabii.

Pazartesi, Ocak 10, 2011

"sahibinin sesi" ve geç kalmış bir teşekkür


"...
Oteller, oteller, o bakımsız suçluluğum benim
Geçmem kapınızdan bile artık.

Doğasın, bir sen beklersin beni, bilirim
Sesimi, düşlerimi, kırık parmaklarımı
Var başka neyimse onları artık.

Doğasın sen, doğasın, yarat beni yeniden
Ey yalnızlığımı kuşatan yalnızlık.
..."

e. cansever/kuşatma

Şairlerin kendi seslerinden şiirlerini dinleme meraklısı değilim, hatta bana göre, mümkünse şiir okunmasın. Şiirin içten okunduğunu ve sessizce kalbe girdiğini düşünüyorum. Kendi sesimle bile şiiri duymaya yabancıyım. Düşünün; yıllardır beyninizde, kulağınızda taşıdığınız kendi sesiniz size yabancı. Uzatıyorum yine, hâl böyleyken Edip'in sesini merak ederdim. Sanki sesi yokmuş, o sadece her şeyi seyredip beklermiş gibi gelirdi bana. Elinde içki bardağı (votka, cin?), kafasında oteller, oteller, bakışında sessizlik, gelmeyecek bir şeyi beklermiş gibiydi. Sesini duydum. Yine tuhaf bir yabancılaşma yaşadım ama uykuda gibiydim zaten. Mutfakta yemek yaparken, o bana şiirler okuyordu. Tekrar, tekrar okudu.

Sevgili Murat Örem, kaydı dinledim ve çok sevdim. Geç bir teşekkür oldu ama içten olduğuna inanın. Edip Cansever'in sesini bana duyurdunuz, siz çok ve iyi yaşayın olur mu?:)

Pazar, Ocak 09, 2011

edebiyat magazinine ba-yı-lı-yo-rum!

Cemal Süreya'nın fena çapkın olduğunu öğrendiğimde çok eğlenmiştim. Sonra İlhan Berk'in cinsellikle ilgili her şeyden müthiş zevk alması, Ece Ayhan'ın büyük kavgası, ve bunun gibi diğerleri nasıl heyecanlandırmıştı beni;) Ben edebiyat dedikodularına bayılırım, hadi şuna sanat dünyası filan diyelim, daha geniş olur. Yazarlar, şairler vs. vs. bunlarla ilgili özel haberleri duyduğumda pek bir seviniyorum. (valla gayriihtiyari)




(Süreya, Tolstoy, Ayhan ve Salinger)

Salinger öyle münzevi bir hayat yaşarmış ki, hayranları şöyle dursun hiçbir komşusuyla görüşmez, kitaplarımı kendim için yazıyorum dermiş. Düzenli olarak çişini içermiş ayrıca, sağlık olsun diye. Sonra, dini bütün Tolstoy efendi (bakmayın çok severim, o Anna'nın yazarı, sevilmez mi?!) sekse o kadar düşkünmüş ki "seks evlilikten uzak olmalı" diye millete vaaz verirken, karısını rahat bırakmazmış. Ayrıca gençliğinde çirkinliğinden çok utanır ve o görüntüsünden kurtulmak için -bugünkü ve yarınki- her şeyini feda edeceğini söylermiş. İlhan Berk'in aylarca yıkanmaması, Rousseau'dan aldığı ilhamlaymış, çünkü ünlü düşünür de hiç yıkanmazmış. Rilke şiirlerini yazmadan hemen önce, mis gibi limon  kokusunu içine çekermiş (buna bayıldım işte.).  Proust'un Kayıp Zaman serisi defalarca reddedilmiş, ve sebebi "gereksiz ayrıntı" içermesiymiş! Edgar Allen Poe, üvey babasıyla hiç geçinemezmiş (orduda görevdeyken, annesinin öldüğünü Poe'ya haber vermeye bile gerek duymayan bu adamı sevmesini beklemek zor tabii.), ayrıca ölümü onlarca hastalığın adının geçtiği gizemli şeklini korumaktaymış.  Jack London ne çok içermiş öyle, çocukken başlamış ve bu yüzden suyun altında nefessiz kalacağına inanırmış. Kafka'nın cimriliğini ve hastalık hastası olmasını herkes bilir sanırım, ben en çok dilenciye para verirken paranın üstünü almasına ve deli gibi hesap kitap yapmasına şaşırmıştım! Hey gidi, Dava'nın ve "bir sabah günü, devcileyin bir böceğe dönüşen" (ben bu başlayışı çok seviyorum:p) Gregor Samsa'nın yazarı, hey! A, bir de çıplaklığı kendisinde ve başkasında hiç sevmediği için "mayolu adam" diye bilinirmiş, canım Kafkacığım ya, biraz gıcık olsan da, seviyorum ben seni.

Süreya'nın oğlu Memo ile kavgalarını üzülerek okumuştum, yine de merak ediyordum tabii. Ece'nin kaymakamlık yaptığı zamanlarda o çocukla ilgili dedikodusunun doğru çıkmaması için hâlâ dua ediyorum. Çocuklara yapılan hiçbir şeye anlayış göstermem, konunun öznesi en sevdiğim biri bile olsa. Ve muhteşem Alice'in yazarı, Lewis Carroll. Keşke bütün duyduklarım dedikodu olsa. Nabokov nasıl yazdın Lolita'yı, kafam deli gibi çalışıyor, yine de hayranım sana, ne yapayım?^^

Son olarak, Pavese Hemingway'e neden içli ve harika mektuplar gönderiyordu, bilen varsa lütfen söylesin:p Şaka bir yana, duyduğum en şiirsel bitiş Pavese'nin cümleleridir; "Piedmontese tepelerini gördün mü? Onlar kahverengi, sarı ve puslu, zaman zaman da yeşil… Görsen severdin, Senin C.P.” 

Ne güzel.

bir de ben, hâlâ çocuk gülüşümle gülerim:)
(Bu fotoyu koyduğumu sanıyordum bloğa, yanlış hatırlıyormuşum. Bahsettiğim gülüş buydu.)

Cumartesi, Ocak 08, 2011

Let's Be Happy!


(eski, eski, eski bu fotolar, sandıktan tabii.)

"Mutsuzluk gülümseyerek gelir, adıyla süslenmiştir;
Banliyö treninde rastladığımız
Sınav saatini kaçırmış liseli kız,
Hep kazanırsın ey çözümsüzlük!

Ey otobüssever ey Troya yolcusu!
Anımsarsın, günlerce konuşup durmuştuk
O İB (ipekböceği) sesli kadını;
Birinin Grönland'ı olmaya hazırlanıyordu.

İki çay söylemiştik orda, biri açık,
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni."

Mutsuzluk Gülümseyerek/C. Süreya

Hem neden erken uyunur ki, Giora Feidman dinlemek dururken?

Salı, Ocak 04, 2011

bu at, Cortázar'ın rüyasının sureti...


(pixdaus.com sitesinden, jchip8 kullanıcısına ait bir fotoğraf)


"Geliyor gece, zengin ziynetle
süslenmiş mavi giysinin eteği;-
müşfik iki Meryem eliyle
uzatıyor bana bir rüyayı.

Sonra gidiyor, görev için,
kente doğru sessiz adım
ve alıyor, bedeli olarak düşün,
ötede ruhunu sayrı çocuğun."

 rilke-düşler


Gece yatarken elimdeki kitabı okumuyorsam eğer, herhangi bir yazardan öykü okuyup, uyumaya çalışıyorum. Geçenlerde okuduğum bir öykü kaldı aklımda. İş güç arasında, bir belirip bir kayboluyor. Cortázar'ın Silvia adlı öyküsü Ayakizlerinde Adımlar kitabında bulunuyor. Sadece çocukların ve yazarın gördüğü düşsel bir yaratıktan bahsediyor hikâye. Yaratık diyorum, çünkü içimden çok genç bir kız demek gelmiyor. Kendisine kaba denildiğini düşünen bir adam anlatıyor olanları, yabani olması hoşuna gidiyor ayrıca. Sohbet ettiği bir iki kişi (ama nasıl oluyorsa, kalabalık ve neşeli mafya aileleri gibi toplanıp duruyorlar!) var ve onlarla bir gün mangal keyfi yapıyor. Konuşulanları isteksiz isteksiz dinlerken gözüne Silvia denilen kız ilişiyor. Nasıl olur da kızın kim olduğunu öğrenirim diye düşünüp dururken yardımına iyi anlaştığı çocuklar yetişiyor. Konuyu uzatmaya gerek yok, önemli olan Silvia'nın sadece çocuklara göründüğü. Bir düş yaratığı o kız. Yazarın aşık olduğu.

Bizim, karanlıklar ardında silik bile olsa gördüğümüz düşlerimiz, tüm parlaklığını Medusa saçlarından alan. Onunla yatsan ne olacak bilmezsin, elini tutsan, sadece konuşsan, o yaratığı sevsen, bir okşasan. Evde beslesen hadi, ne olacak? Elini yanağına koysan. Cortázar'ı tek öyküsüyle bile sevdim ben. Ee öyleyse, Neruda'nın deyişiyle "kader kurbanı" filan olamam artık. Büyülü öyküler anlatıyor adam, kendine dönük filan, hem kötü bir insana da benzemiyor fotolarından, sevmek neden zor olsun?

O kadar kurguyla yaşıyoruz ki, bazen canım acıyor.



Şimdi beraber ve solo şarkılar zamanı; hah ha bu nereden geldi aklıma şimdi ya! Kendi kendimi güldürdüm yine:) Neyse, kısa kısa notlar zamanı diyecektim, sulandırmayalım.

-İşbu kitabın kapağındaki foto muhteşem. Abartmıyorum, dakikalarca baktım atı okşayan ele. Dışarıda kitabı tutan elim üşüdü, koynuma görebileceğim yere koydum, tekrar baktım. Çok şefkatli.

-Silvia güzel öykü, uzun laf işi karıştırıyor. Güzel öykü, ne kadar yeterli bir anlatım. Minimalist ol, canımı ye havasındayım. Nasıl mı, anlatayım; ... Yok yok sadece şaka.

-Ben aslında Cortazár'a önceden beri sempati beslerdim. Nedeni çok saçma tabii. Aa, bunu anlatmalıyım işte! Fuentes'in Diana adlı kitabını okuduktan sonra tuhaf bir sinir yapmıştım yazara karşı. Aynı memleketten bile olmamalarına rağmen ben bu iki adamı karşılaştırdım kendimce. Düşünmeden oluyor yalnız tüm bu şeyler. Kafamda olup bitiyor sizin anlayacağınız. Fuentes bu kadar sinirken, Cortázar ne kadar da narin, efendi, kedi(?) gibi filan diye düşünüyordum sanırım. Dediğim gibi niye özellikle bu iki adam, daha doğrusu niye Carlos'u Julio ile karşılaştırdım sadece tanrı bilir. Acaba?!:p İşte ondan böyle oldu. Ne mi oldu, unut gitsin.

-Nöbetler beni çok yoruyor artık. Olmuş on altı küsur yıl hâlâ vıdı vıdı ediyorum, biliyorum ama sanırım artık yoruldum. Hoca'yla da konuştum bugün, of of. Başlangıçta kaos vardı, evet.

-Yukarıya koyduğum müziği lütfen dinleyin. Purcell candır. Hatta dur abartayım, bugün "nöbet sonrası, hastalığa az kaldı" günüm, hakkımdır. Purcell canımdır. Who can resist such mighty charms,  çok yakışacaktı bu anlattığım öyküye ama yükleyemedim. Bir sorun var, nedir bilmem fakat siz bulursanız onu da dinleyin. Muhteşemdir!

-Yukarıda dedim ya, hasta olacağım sanırım, soğukta devamlı duş almak böyle yapıyor beni. Bir hap alayım, bakalım ne olacak?

Bitti sanırım. Aa, ne biçim bitirdim, boşlukta kaldım şimdi. Ne yapmalı?