Perşembe, Haziran 30, 2011

doggy!

 (Fotoğraf Pixdaus sitesinden, thirsty kullanıcısına ait. Ekmekler farklı olsaydı, köy ekmeği olabilir mesela, on numara olurdu bu foto, şimdi de güzel, çok güzel. Çünkü, bira soğuk ve mütevazı, kurtarıyor her şeyi. )

"...
biz de dualar mırıldandık ürktükçe bilincimizden, 
uyandıkça dünya var, iş var, pazardan pazartesiye telaş var
..."


Yukarıdaki şiir alıntısını 2004 yılına ait bir mektupta -Poliş'e yazdığım-, kullanmışım. Çok ilginçtir, kime ait olduğunu yazmamışım. Tırnak içine alıp, alıntı olduğunu belirtmişim ama şairi yok. Şimdi takıldım kaldım ona, bilen varsa yazar belki.
Neyse.

Dün kötüydü nöbet, yoğundu. Çok yorgun ve uykusuzdum ama uyuyamadım. İki kanepe var odada, nöbet arkadaşım yatıyordu birinde, diğerine de ben uzandım. Nevresimimi ve pikemi sermiştim, uyumasam bile okurum biraz uzanarak diye. Odanın ışığını söndürmüştük, masa lambasıyla aydınlanıyordu etraf, nevresime takıldı gözüm, çok saçma bir andı, anlatacağım. O nevresimi ben aldım yıllar önce, biliyorum aldığım zamanı kısaca, dün geceye kadar dikkatli bakmamışım sadece.  Üzerinde küçük küçük köpekler var, çizgi şeklinde, sevimli filan. Happy happy dog yazıyor üzerinde hepsinin. Yok, öyle basit değil işte, bekleyin bir. İki karikatür şeklinde köpek yan yana duruyor, hapyy happy happy happy dog yazısı üzerlerinde, sonra onun da üzerinde happy happy happy dog, happy happy dog, happy dog, dogy, diye azala azala bitiyor. Dogy kısmı biraz titreyerek yazılmış, el yazısı gibi zaten, dooogy! Bazı yerlerde de daha çok kullanılan şekliyle doggy. Kabus gibiydi, yattığım yerden görebildiğim tüm doggyleri okudum! Ne demek istemiş ki şimdi o nevresimi yapan, tasarlayan kişi? Delirtecek kadar happy yazısı, dog yazısı, ve bunlar farklı farklı şekillerde. Uzun, kısa, köpekler dönüyor, azalıp çoğalıyor. Hah ha, gözüme uyku girmedi o aptal nevresim yüzünden, sinirlerim bozuldu. 

Nick Cave'in yukarıya koyduğum şarkısına bayılırım ben, hastasıyım.

Veeee, çay zamanı! (bira derim, sandınız değil mi? Böyle ters köşe yaparım işte;p)

Çarşamba, Haziran 29, 2011

takar mısın, takmaz mısın?

(Liliş, ben ve halka küpe, eskide kalmış bir zamanda poz veriyoruz.)

 

Günün şarkısı bu olsun, günün takısı da halka küpe. Böyle işte.

Neredeyse on bin yıllık gelenek diyorlar, takı ve süs eşyaları için. Kadınlar ve erkekler ilk zamanlar av bereketi ve koruma amaçlı takıp takıştırmışlar, sonra beğenilmeye kadar gitmiş, işin ucu.

Bu iki cümle de günün "ne okuduk, ne öğrendik" bölümü olsun. 

Şimdi nöbete gidiyorum, öpüldünüz.

Salı, Haziran 28, 2011

aşk işleri, dua, baş ağrısı vs. vs.

(İşte, kime ait olduğunu unuttuğum bir fotoğraf daha. Pixdaus sitesinden.)


 
 (Yukarıdaki aşk şarkıları, aşık olanlar için geliyor;p)

"...
Şunu hiç unutmayın, kişinin geleceği için iyi bir anından daha yüce, güçlü, sağlam, yararlı bir şey yoktur. İyi bir insan olmanız için çok öğüt verirler size, ama çocukluktan kalma güzel, kutsal bir anı iyi insan olma yolunda size en büyük yardımcıdır. Böyle anıları bol olan bir kimse kurtulmuş demektir. Belleğimizde iyi bir tek anı kalmış olsa bile, bir gün gelir bu anımız mahvolmaktan kurtarır bizi. Belki kötü insan bile oluruz ilerde, kendimizi kötülüklerden kurtaracak gücümüz olmayacak, insanların gözyaşlarını alaya alacağız, demin Kolya'nın dediği gibi "Bütün insanlar için acı çekmek istiyorum," diyenleri küçümseyeceğiz… Ne kadar kötü olursak olalım, - Tanrı korusun hepimizi böyle felaketten- İlyuşa’yı toprağa verişimizi, onu son günlerimizde nasıl sevdiğimizi, şu taşın yanındaki bu içten konuşmamızı anımsadığımızda şimdiki iyi duygularımızla alay etmeyi en kötümüzün, en kalpsizimizin – böyle bir şey olursa elbet- içi götürmeyecektir! Hatta bu iyi anımız aklını başına almasına, kendi kendine –Evet, o zaman iyi, cesur, dürüsttüm.- demesine neden olacaktır belki. Varsın gülsün hem, önemi yoktur bunun, insanoğlu iyiye, güzele çoğunlukla gülmüştür. Düşüncesizliğinden gelir bu. Ama şuna inanın ki baylar, gülerken için için de şöyle geçirir kalbinden: - hayır, gülmekle hiç iyi etmedim, böyle şeylere gülünmez!

................
Alyoşa son kez; "Ah yavrularım, sevgili dostlarım, hayattan korkmayın hiçbir zaman! İnsan iyi, doğru bir şey yapınca ne güzeldir hayat! dedi.
..."
dostoyevski/karamazov kardeşler'den

---------------------------------------------
Atze, aşık olmuş, ne hoş. Mutluluk yazısının (haliyle sesinin), akustiğine bile sinmiş. Harika!

Bir arkadaşım hasta, bu kötü haber. Buralardan tanıştığım biriydi, çok iyi biri olduğunu düşündüğüm, yüzünü görmemiştim daha, hasta şimdi. İyileşecek tabii, dua ediyorum. İyi olsun lütfen, siz de dileyin. Hiç tanımadığınız biri için dua edin, ya da dileyin. "çok eski bir gelenektir bu, hem iyi yanları da vardır."*

Bugün başım ağrıyor. İlaç aldım, şimdi türk kahvesi yaptım kendime. Güzel. Eski bir arkadaşım, ki belki de tek arkadaşım, yurt dışına gidiyor, uzun bir süre yaşamak için. Yılda bir kez ancak görüşürdük zaten. Bir şey değişmeyecek böylelikle. Aramasını bekliyorum, dışarı çıkarız sanırım, konuşuruz oradan buradan. Fena geyik yapardık biz onunla, tahmin bile edemezsiniz. Deli işi. Uzun süredir dışarı çıkmıyordum, sayesinde hava almış olurum, ee, bu da iyi.

Çello Çalan Kedi, yazmış bugün bana. Kafam dağınıktı, bir yazımı hatırlattı, o yazı da bana oraya koyduğum Purcell müziğini. Dinledim, tekrar tekrar tekrar. Çok sağolsun, beni kendime döndürdüğü için, hayat böyle tuhaf işte, o bir şeyi hatırlar, bir yere gider, okur, ben başka bir şeyi, döner dururuz bir şeylerin etrafında. Ve bu dönen şey, hepsinden iyi;) Bakın şu müzik;

 

Calvino'nun Kesişen Yazgılar Şatosu'ndan son öyküyü okudum tekrar. Çokça Shakespeare (ezbere yazdım, biraz saygı;p) ve trajediden beslenen gelecek tahmini. Görülen hortlaklar kafamızdaki deliliğin kanıtı. Elleri kanlı, yüreği kansız, elleri kanlı, yüreği kansız, elleri.... Calvino şöyle diyor; "Kan kokusu öyle kolay kolay çıkmaz; o küçük elleri temizlemeye Arabistan'ın bütün kokuları yetmez."

Arabistan deyince..., sonra bir de koku, aklıma misk geldi. Bilir misiniz misk ne demek? Ben de yanlış bilirmişim. Aslında Arabistan'la pek ilgisi yokmuş. (melamiliği de yanlış biliyormuşum, ne yapalım,  sağlık olsun.)  Çin, Nepal ve Tibet -Asya işte-, oralarda yaşayan bir geyiğin (ceylan) testislerinin hemen üzerindeki bezeden elde edilen bir kokuymuş, misk. Amber de öyle, balinalardan elde edilirmiş amber kokusu da. Misk-i amber, bir vahşetin, hafif olsun hadi, bir ölümün müthiş kokusu! Vay ki ne vay.

Ananemin köyünde bir hacı vardı, sevimli yüzlü, oldukça yaşlı bir adam. Çocukları çok severdi. Sokakta biz çocuklarla her karşılaştığında sarılır öperdi hepimizi. Sonra cebinden yavaşça misk kutusunu çıkarır ve bize sürerdi. Sürerken elleri şaşardı sanırım; yanaklarımıza, boynumuza, sonra memelerimize. Şaşırır, kızarırdı yüzümüz. Olur öyle. Öldü sonra adam, Muharrem dede diyordu herkes. Hiç kötü gelmiyor aklıma şimdi, kötü bir şey de düşünmüyorum hakkında. Ama sokağın başında onu görürsem hemen yolumu  değiştirirdim çocukken. Çocukken olaylar biraz daha kabus şeklinde görünür, bilirim. Hepiniz bilirsiniz.

 Nasıl bitirsem bu yazıyı acaba? Hmmm. Hah tamam.

"Ömrümüzün sonuna dek böyle el ele olalım! Yaşasın Karamazov."

Hah ha, deliriyorum;p 
 --------------------

*Yine Karamazov Kardeşler'den. Alyoşa'nın lafları.

Pazar, Haziran 26, 2011

gizemli kahve


(Foto, şuradan. En yakın zamanda kahve içerken bir fotoğraf çektireceğim, ya da kahve bardağımı çekeceğim. Zor oldu yine birisinin fotosunu buraya koymak. Elimde harika bir fotoğraf daha var, ama artık ne zaman kaydettiysem pc'ye, bulamıyorum sahibini ve siteyi.)

 
 (Cyndi Lauper/Girls Just Wanna Have Fun)
Kaç gündür dolce vita  hayatı yaşıyorum. Dört gün nöbet olmaması harika, ama su gibi geçti tabii. Bugün biraz Borges'in Atlas'ına baktım. Neredeyse tüm kentler bitti, güzel kitap. Şiir yazamıyor Borges (evet evet kendimdeyim;p) ama düz yazıları çok güzel. Bahsettiğim kitabın Poseidon Tapınağı bölümünde şunları yazmış; "Yeryüzünde gizemli olmayan hiçbir şey yok, ama gizem bazı şeylerde öbürlerinden daha belirgin: Denizde, yaşlıların gözlerinde, sarıda ve müzikte."

Bana göre, kahve, doğası gereği gizemli.  Rengi, kokusu, tadı, kısaca ona ait olan her şey yine onu bilinmezliğe götürüyor. Bir Fincan Keyif: Kahvenin Öyküsü adlı bir makale(?) okudum bugün. Çok şey yazıyor kahve hakkında, benim aklımda kalan ise, kahveyi ilk defa keçilerin keşfettiği. O zamanlar bilinmeyen, garip bir ağacın meyvesini yiyen keçiler sıradan olmayan bir canlılık belirtisi göstermişler. Hatta, masal bu ya; mehtapta dans ettikleri bile iddia edilmiş;p Bir keçi kadar olamadım! Ben keyif kahvemi içip, iyice bir gevşerim çünkü. Kahveyi şekerli içerim, sıcak olmalı bir de. Dışarıda ise en çok Kahve Dünyası'nın kahveleri keyif veriyor bana. Geçenlerde orada kahvemi içmiş beklerken ve düşünür, düşünür, düşünürken (keçi olmak isterdim) elimi arkadaki çuvallardan birine götürdüm, her yer kahve çuvalları ile dolu zaten. Müthiş bir görsellik. Neyse, bir kahve çekirdeği aldım parmaklarımın arasına. Bastırdım, okşadım, renginin elime geçmesini bekledim. Gümüş takımlar içinde, reçelle sunulan keyif, çocuklara yasaklanan gizemli siyah, binlerce öpücükten daha tatlı, daha yumuşak olan içecek, kokusunu elime nazlanmadan bıraktı. Ben de beklediğimin avucuna, usulca. 

Hep şaşırtır, şaşırttı.

p.s.: Kahve yazısını yazarken ara verdim. Yemekti, şuydu, buydu. Sonra Peri'nin kurabiyesini gördüm. Her türlü kahve iyi olur, ama illaki filtre kahve o kurabiyelerle ne güzel gider. Güzel tesadüf.

Perşembe, Haziran 23, 2011

yapılmışı hep vardır, o zaman yapmayın!

(İstanbul'a gittim, Liliş çok mutluydu, İzmir'e geldim, eee burada da Rüya çok mutlu, işe bak! Sorun tamamen bende sanırım;p)


İzmir' e döndüm. Bugün değil tabii, oldu birkaç gün, ama iş güç derken bloğa yazamadım. İstanbul aynı terane; güzel, karışık, kalabalık, sıkıcı, harika, tuhaf, sıradan, vs. vs. Gitmeyi düşünen varsa ben gittim, yine aynı yere dönüyorsunuz valla, gidilmişi var yani, boş yere kendinizi yormayın. 
Anlatacak çooook şey birikti. Hah ha, yok yahu, o kadar da değil. Özel hayat diye bir şey var değil mi?;p Size adanın sakızlı dondurmasını, Süleymaniye Kanaat Lokantası'nı, Üsküdar Paşalimanı kafesini, Mihrimah Sultan'ı, 76d otobüsündeki maceralarımı(!) filan anlatırım ama sıkılırsınız bence, gezi yazarı yeteneği yok zaten bende. Geçelim öyleyse.

Eee, siz neler yaptınız ben yokken? Yas tutup, ağladık demeyin inanmam;p

p.s.: -Sabahtan beri beş kere duş aldım, banyodan çıkmaya kalmadan kuruyorsunuz, demem o ki İzmir'deyseniz duş filan da almayın, alınmışı var, işe yaramıyor dostlar.
-76d'ye bile link verirken 76e'yi unutmam ayıp kaçmış, hemen düzeltiyorum. Eğlenceli yolculuklar diliyorum herkese, otobüste telefon konuşması yapmayın o kadar. Gerisi safi mutluluk;p

Cumartesi, Haziran 11, 2011

madde madde Justine


 
(Asfalt Dünya/Beni Severmiş O)

"...
sevinci dışa vurun, sonra vuramazsınız
içinizde binbir kedi kalbinizi tırmalar
gülün deliler, gülün gülün gülün!
böyle şenlik bir daha bulamazsınız.
..."
h. Arkan/çocuk

1)Bugün çok yoruldum, üç-dört saat uykuylayım, görünüşte yaptığım hiçbir şey de yok, ve hâlâ cin gibiyim!
2)Masterchef finali varmış bugün, çay keyfi için oturduğumda hatırladım, kesik kesik bakmaya çalışıyorum, hiç heyecanlı değil ama iki çocuk da parayı kazansın istiyorum, yemişim masterchef ünvanını. Bence onlar da aynı şeyi düşünüyor.
3)Bütün gün sandaletle dolaştım, çooook yoruldum (evet tekrar, gerçekçi olsun biraz). Eee, neden topuklu ayakkabı giymeyeyim, hani seksi görüntü bakımından filan;p
4)Boğazım yanıyor yine, ve bu yüzden sabahın köründe -işe gitmek için hazırlanırken- fellik fellik andorex sprey aradım. Poliş'e sinir oldum spreyi banyodaki dolaptan alıp, ilaçların yanına koyduğu için. Yani, gelir gelmez neden böyle bir değişiklik yapar ki insan? Tebdil-i mekanda ferahlık vardır lafı, ilaçlar için de mi geçerli acaba?
5)Poliş'i çok seviyorum, kardeşim ne yaparsa yapsın, mutlaka mantıklı bir nedeni vardır;p Ho ho ho!
6)Bütün gün Filmler ve Giydikleri adlı fantastik sitedeki bir elbiseyi aradım. Hiç olmadı, ona benzer bir şey. Yok, bulamadım. Onun yerine gittim, sıradan ama şirin bir etek aldım. 
7)Bugün nöbetten çıkan arkadaşla, sabah sabah şöyle bir konuşma geçti aramızda; 
 ben (tv'deki seçim konuşmalarına bakarak): a, neden konuşuyor hâlâ bunlar, seçim yasağı başlamadı mı? 
 arkadaş (uykulu): bu yıl yok sanırım öyle bir şey, hızlarını alamadılar baksana.
Sonuç; midem bulanıyor aday suratı görmekten. Seçimin sağlıklı bir şey olduğunu düşünmüyorum. Diktatör olsam ilk önce seçimleri yasaklardım;p
8)Yukarıya bir kısmını yazdığım şiiri aslında sevmedim. Öylesine yazdım itiraf ediyorum. Ama Hüsnü'yü severim, bence sağlam bir adam. Sesi de çok güzel üstelik. 
9)Dağlarca'yı seviyorum, doğru düzgün bilmesem ve çok sevmesem de şiirlerini, böyle bu. Nereden aklıma geldi peki; yazdığım şiirin buraya almadığım bölümünde onun adı geçiyor ve çocuk denildiğinde hep o aklıma geliyor.
10)Ben Dağlarca'yı sevdiğimi daha önce kesin söylemişimdir. Bunadım!
11)Dün arabayı küçük ve aptal bir bakkal dükkanının önüne koymuştuk, başka boş yer yoktu. Neden aptal bir dükkan, çünkü daha önce sahibiyle saçma sapan bir konuşma yapmıştım; buraya koymasanız arabayı, neden, apartmanda oturmuyorsunuz ondan, hah ha, herkes oturduğu yere mi park ediyor, fantastikmiş, ama ben bakkalım burada, ee, ne yapayım, biz kapatacağız zaten burayı, sokağı mı, iyi kapatın, koymayayım o zaman, vs. vs. vs. 
Sabah erkenden kalkıp adamın yüz yıldır açmadığı, zaten içinde mal filan da olmayan dükkanın yanından alacaktım arabayı, bu basit olay rüyamı bile etkiledi. Rüyamda bakkalla yüz bin çeşit konuşma yaptım. Yetmedi, hastaneden bir arkadaşı aradım, biz burada tartışıyoruz, kartımı basar mısın canım, dedim. Hah ha, valla anormalim ben! Gerçekte olan şey ise şu; kalktım, adam kim bilir kaçıncı uykusundaydı, arabayı çalıştırdım ve gittim. Böyle;)

Bitti. Madde dediysek, o da bir yere kadar dostlar.

Perşembe, Haziran 09, 2011

gülmek ciddi bir iştir

 
(Redd/Kirli Suyunda Parıltılar)
"...

Ayaklarını indirip kolunun üzerine yan yattı. Kendine çok acıyordu. Gerasim'in bitişik odaya kadar gitmesini zor bekledi ve kendini daha fazla tutamadan çocuk gibi ağlamaya başladı. Zavallılığına, korkunç yalnızlığına, insanların ve Tanrı'nın acımasızlığına, Tanrı’nın olmayışına ağlıyordu.

Bütün bunları niçin yaptın? Niçin beni buralara getirdin? Ne yaptım ben de bu acıları çektiriyorsun?" diyordu. Cevap beklemiyordu. Bir cevabın olmadığına, olamayacağına ağlıyordu. Ağrı yeniden depreşti, fakat o kıpırdamıyor, kimseyi çağırmıyordu. Kendi kendine: "Hah… Vur... Daha vur! Ama niçin? Ne yaptım ben sana? Ne!..." diyordu.

Sonra sustu ve yatıştı. Sadece ağlaması değil soluk alması da durmuştu. Dikkat kesilip dinlemeye başladı. Dinlediği bir ses, bir konuşma değildi. Derinlerden gelen ruhundaki titreşimleri, kabaran düşüncelerini dinliyordu.

"Ne istiyorsun?"

Ruhu ona açıkça böyle sesleniyordu.

"Ne istiyorsun? Ne istiyorsun?" diye tekrarladı İvan İlyiç. Sonra cevap verdi: “Ne mi? Acı çekmemek… Yaşamak…”

Sonra tekrar dinlemeye başladı. O kadar dikkatli dinliyordu ki, ağrılarını bile hissetmez oldu. Ruhu,

"Yaşamak mı? Nasıl yaşamak?" diye soruyordu.

"Eskiden nasıl yaşıyorsam öyle. İyi ve huzurlu."



"Eskiden iyi ve huzurlu muydun?”

..."
İvan İlyiç'in Ölümü/Tolstoy (çev, Elanur Bahar-Kumsaati Yayınları)

----------
Biraz sıkıntılıyım. Onun için yüzümü güldüren her şeyi coşkuyla karşılıyorum. İvan İlyiç'in başka bir çevirisinde, istediği yaşamın tarifi; "rahat ve tatlı" diye çevrilmiş. Bu çok hoşuma gidiyor, rahat ve tatlı; temiz, beyaz bir yatak, serin esen rüzgâr, tüller, sakin bir kalp, içecek olarak sadece su.

Redd'in bu şarkısını eskiden çok dinlerdim, unutmuşum. İyi geldi şimdi duymak, sabah da işten gelirken yüksek sesle I Am the Walrus'u dinlemek çok iyi gelmişti. Uykusuz ve yorgun, şarkıya eşlik etmek -Jim Carrey'nin muhteşem yorumuna- bir kutu prozac almış gibi yapıyor insanı. (Hiç almadım, bilmem ama iyi bir benzetme gibi geldi birden. Neyse, olur bana öyle.) Şikayetçi, kalbini dinleyen, mutlu olmak isteyen, kolay, hoş bir yaşamın özlemini kuran, İvan İlyiç'e, senin benim gibi birine işte, ne zaman, ne iyi gelir, hiç belli olmaz.

Dinlesenize Carrey'nin yorumunu, hiç yoktan keyif ne güzel.

Salı, Haziran 07, 2011

bu tatlı, çok anlamlı

 (fotoğraf şuradan)

Geçen gün laf arasında, canım aşure istiyor, demiştim anneme. Bugün uyandığımda aşure kokuları dolmuştu eve. Tamam, yaşım küçük olsa sorun yok ama ne bileyim bu yaşta da, şımarıyor insan böyle durumlarda;p Bloğu okumayacağına güvenerek küçük bir kritik; çok lezzetli ama birazcık şekerli olmuş. Nuh'un bol hikâyeli, bol çeşnili, bol anlamlı bu tatlısı ile ilgili şöyle bir çalışma var, basit fakat yine de bakabilirsiniz.


Bu şarkıyı rüyamda gördüm sanırım. Kalktığımda kafamın içi konser salonu gibiydi. "mecazi aşka inandım güneşli havalarda", yüzümü yıkarken şarkıyı söylüyordum. Dinleyelim o zaman.

Bugün dışarı çıkmalıyım, yüz yıldır sırt çantası alacağım diyorum, alamadım bir türlü. Ben çanta almaya karar verdiğim zamanlarda Rüya doğmamıştı daha, ve hatta annesiyle babası tanışmamışlardı bile! Hey ki ne hey, Justine. Yuh sana.*

* Seinfeld'in bir bölümünde Jimmy diye bir adam kendisinden üçüncü şahısmış gibi bahseder,  ona benziyorum;p

Pazartesi, Haziran 06, 2011

ses, bir iki!


Hey!
Ada vapuru yolcuları, kulaklarınızı Justine'in sesine hazırlayın. Yakında oradayım ve o güzel vapur yolculuğunda* yine -fısıl fısıl da olsa- şarkı söylemeyi düşünüyorum. Bilginize;p

*Umarım güzel olur, kendi kendini gerçekleştiren kehanet gibi;)

Cumartesi, Haziran 04, 2011

kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür*

 (Pixdaus sitesinden, peasant kullanıcısına ait )
"...cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü..."
a. İlhan 
 

-Çok çok gürültü var bu evin etrafında bir yerlerde. Eski evde gürültü sorununu yaşamıştım, şimdi burada da aynı olay tekrar ediyor. Bu sefer durum daha da vahim, gürültünün kaynağı uzaklarda bir düğün salonu ya da sokağa kurulmuş bir orkestra. İzin aldılar mı onu bile bilmiyorum, öyleyse on ikiye kadar bunu çektirme hakları var millete. Uzun hava söyleyerek başlıyor sanatçı(!) mesleğini icra etmeye ve neredeyse hiç susmuyor, uzun hava, uzun hava, uzun hava, dert, kahır, çile!!! Ezan okunurken biraz duruyor ve sonra yine devam. 176 işe yaramıyor, polisle konuşmak istemiyorum. Çok sıkıldım ben.

-Attila İlhan şiiri, Ahmet Kaya şarkısı Cinayet Saati'ni çok severim, ve her dinlediğimde aklıma Cinler gelir. Dostoyevski'nin romanını ve Orhan Pamuk'un onun hakkında yazdığı nefis önsözü düşünürüm. Bu şarkı çalarken anlatılan cinayet ve Pamuk'un anlattığı Boğaziçi Üniversitesi'nde işlenen cinayet birleşir, ve kalbim iyice ağrır, kafam karışır.

-Dışarıdaki gürültüde anlayacak hiçbir "gerçek" yok. Saygısız, kaba, anlayışsız binlerce insanla bir arada yaşadığımı milyon kere hissetmek dışında. 

-Geçen sabah nöbetten gelince, biraz bir şeyler yedikten sonra uyuyayım demiştim. Tv.'yi açtım, ama açmasaydım keşke. Haftanın olaylarını yorumluyorlar, gelen mailler beni o uykulu, nihilist ve boş vermiş halimle bile şaşırttı. Bir sürüye ait olmaktan memnun insanlar, yapmasaydı, çıkmasaydı, konuşmasaydı diyor hepsi. Sunucu adam (programın yapımcısı sanırım)  bile şaşırdı, ben ne yapayım?

-Bugün kötü bir gün.

-----------
*Mevlana

Çarşamba, Haziran 01, 2011

ince buz tabakası

(Pixdaus sitesinden, peasant kullanıcısına ait )

(Marianne Faithfull/Sad Lisa)

"İki adım daha ilerleyin" dedi, "ışığı açacağım."
"İlerleyemem" dedim, boğazım kurumuştu,
"Önümde bir buz parçası var."
"Tabii" dedi, "zaten göstermek istediğim de o buz parçasıydı."

Hans Henny Jahnn/Gustav Anias Horn'un Notları

Bu alıntı, Vahşeti Kavramak isimli kitabın, "insan zulmünü psikanalitik olarak açıklama denemeleri" bölümünden. Zulüm kavramını müstakil düşünmenin mümkün olup olmadığını soruyor bu bölümde yazar. Öznel hoşgörü dışında bir şey konuşabilir miyiz? Yoksa yalnızca "yapılan zulümler" mi vardır? Ordu, devlet, tıp, vb. kurumları akla getiriyor, ve onların uyguladığı şiddeti. Gereksiz zulüm, anlamsız vahşet kelimelerinin tuhaflığı, hemen arkasından gerekli ve anlamlı olanı düşündürür, diyor. (benim özetim ve anladığım bu) Peki, herhangi bir zulüm "fazla kötü değil" diye onaylanabilir mi? 


Vahşet, işkenceye uğrayanın duyduğu acıdan zevk almadır. Vahşetten alınan zevk, eğer ahlâk tarafından koyulan yasaktan güçlü ise, birbirinize iyi davranın, ya da milletler cemiyeti kurallarına uyun, önerilerinin bir anlamı yoktur. İnsanın kıyıcılığı (belki yıkıcılık yumuşak kalır burada) toplumun oluşturduğu kültürle önlenmeye çalışılır. Ya kültür kıyıcıysa? Tuzun kokma meselesi. İnsanın şiddetini engellemek için oluşturulan kurumlar, tüm o büyük otoriteler, devlet, hukuk vb. yeni barbarlık yöntemlerinin üreticisi olmuşsa?

Şiddeti ve zulmü normalleştiriyoruz. Bugün bir insan öldü, öldürüldü. Hiç kımıldamadan, öyle boş boş baktım.

Artık, -bu ülkede- şu sorunun sorulmamasını istiyorum; neden, niye, hangi amaçla oldu bu olay? Kitap şöyle diyor; bu sorulardan, şiddetin kendisini olumlamak için kurulan bu bağlardan kurtulamadığımız sürece şiddet engellenemez. Üzerinde yürüdüğümüz kültür ve uygarlıktan oluşmuş ince buz tabakası kırılınca, barbarların gelmesi kaçınılmaz olur. Ve böyle bir dünya, cehennemdir.*
----------------------
*Reemtsma'nın sözü (kitabın yazarı) tam da burada geçmeli; amacın aracı olumladığı bir dünya, ahlâki çöküntü içindedir.