Repose /John Singer Sargent
Hangi geceydi hatırlamıyorum, üç-dört gün önce, ya da bir hafta, her neyse, tüm günler birbirine benzeyince (bu iyi mi yoksa kötü mü) karıştırıyor insan, işte o gece, çok çok keyifsiz, mutsuzdum. Dinlediğim hiçbir şeyi anlamadığım gibi, derdimi de karşımdakilere anlatamıyordum. Gece geç vakit yatağa gittim, yanıma Mansfield'ın Katıksız Mutluluk kitabını aldım. (bende İş Bankası yayınlarının bastığı ciltli kitap var, Oya Dalgıç çevirisi, gayet güzel bir çeviri, kitabı almayı düşünenlere küçüm bir not olsun bu) Ölü Albayın Kızları öyküsünü okumayı neden bilmem hep erteliyordum, o gece okumaya başladım. Sonra kesildi, ben üzüldüm, konuştum, dinledim, olmadı, ertesi gün 24 saat nöbet vardı, gittim geldim, öykü hep benimle dolaştı bu süre içinde. Bitirdikten sonra da aklımdaydı. Yavaş yavaş, sindire sindire okudum, şimdi her boşlukta Cons ve Jug'ı düşünüyorum, onların ve aslında hepimizin sıkışıp kalmışlığını.
Constantia ve Josephine iki kız kardeş, babaları henüz ölmüş ve onlar bu ölümle tüm dünyanın yükünü birden omuzlarında bulmuşlar. Öykü kızların yatakta konuşmalarıyla başlıyor, ne yapalım, nasıl yapalım diye tartışıp duruyorlar. Babalarının silindir şapkasını kime vereceklerinden sabahlıklarının rengini siyah yapmaya kadar her şey kafalarından hızlı düşünceler şeklinde geçip gidiyor. Belirgin ve sarsıcı tek şey var, tüm düşüncelerindeki ölü albayın gölgesi. Siyah sabahlık, siyah yünlü terlikler, iki kara kedi gibi iki kız kardeş, bu düşünce onları korkutuyor, üzüyor; yapmasak olmaz mı? Hizmetçi kızın işine son verip vermeme konusunda da kararsızlar, kız katı ve sert, bir şey istemek çok zor, yoksa tüm istekler babalarının emriyle mi oluyordu? Peki babaları gerçekten öldü mü? Aaah diye inliyor Josephine, keşke yapmasaydık, keşke babamızı gömmelerine izin vermeseydik, diyor. Ne yapabilirdik diye cevap veriyor Constantia, en azından emin olsaydık, biraz bekleseydik diye ağlıyor kardeşi, babamız bizi asla affetmeyecek. Tüm öykü boyunca gerçekte ölenin albay mı yoksa kızlar mı olduğunu düşündüm durdum. Babaları yokken öyle çaresiz ki kızlar, hiç yaşamamış gibi. Babaları ölmeden kendi hayatlarını yaşamalarına izin verilmeyen iki kardeş "sahipleri" ölünce hayal kurmaya bile cesaret edemiyor, belli belirsiz akıllarına gelen düşünceleri unutmaya çalışıyorlar. "Diyeceğimi söyleyemem, Jug, çünkü ne olduğunu unuttum." Kardeşi kısaca yanıtlıyor; "Ben de unuttum."
---------------
Bu son günlerde üzerimde tuhaf bir hâl var. Hani üzerine ölü toprağı atılmış derler ya, hah onun gibi bir şey. Tumblr kurtarıcı oldu bir bakıma, ya da oyalayıcı, fark etmez. Oradaki fotoğraflara, resimlere bakıp zamanı geçiriyorum. Benim için albüm değerinde olması da güzel, sevdiğim, beğendiğim çoğu resim, müzik, foto bir arada, aramak için uğraşmıyorum. Twitter'da, daha önce dinlediğim bir müziği tekrar bulmak için uğraşıyor, bir sürü zaman harcıyordum, şimdi her şey elimin altında, iyi bu. Bir tek şey kafamı kurcalıyor o da tumblr'da paylaşılan bazı çok sert, çok acı anların fotoğrafları için rutin işlemin, beğenme mi, sevme mi ne derseniz işte o işin, hiç umursamadan ezbere yapılması. Bana göre de her şey sevilebilir, atla deve mi, tıkla gitsin de, bir savaş fotoğrafının altında (benim gördüğüm fotoda çukurun içine atılan cesetler ve hemen fotoğraf çekildikten bir iki saniye sonra öleceği kesin olan gözleri bağlanmış tutsaklar vardı) bunu beğendi yazısı bana komik geliyor valla, neyi beğeniyorlar anlamadım. Fotoğraf sanatını mı? Saçma. Neyse, bu benim her bir şeye takılmam olsun, anlamsız onca şey varken bu örnek hiç aslında.


Kabil, sonunda bitti, "benim kitabım değil" lafını ezberlemiştir burayı okuyanlar, özür dileyerek tekrarlayacağım, benim kitabım değildi. Güzel, akıcı ve komik ama ı ıh. Yine de bazı bölümleri çok keyifle okudum; Kabil'in türlü türlü peygamberlerle konuşması, onlara akıl vermesi, tanrıya kafa tutması güzeldi. Saramago, romanına kahraman seçerken kahramanın akıbetinden çok kendisinin tanrıyla hesabını düşünmüş. Bu iyi ya da kötü demiyorum, hiç umursamam böyle şeyleri fakat bu hesap yüzünden romanın dili aksamış, Kabil -çoğu yerde hak versem de- suçsuz, günahsız ve hatta ilk cinayeti iyi ki işlemiş havalarında dolanıyor roman boyunca. Kabil'in tek aşkı Lilith ise (evet o muhteşem kadın) seks hastası, sarayında sıkıntıyla dolanıp duran, anlamsız bir karakter olmuş. Seksi çok sevmesi ve bunu pratikte de göstermesi harika tabii, ama bizim bildiğimiz Lilith, Adem'e bile kafa tutmuş kadındır zamanında, ilk feminist filan diye boşuna demezler, Kabil'i sarayda, gelse de sevişsem diye beklemesi komik durmuş gerçekten. İbrahim peygamber ve Kabil'in konuşmalarını ise çok sevdim. Oğlu İshak'ı tam kurban edecekken Kabil'in gelip engellemesi ve ikisinin tanrının 'karışık' işlerini tartışmaları çok iyiydi. Kabil; "tanrı, göğün ve yerin yaratıcısı tam bir zırdeli", diyor. Buna nasıl cüret edersin dediklerinde ise; "çünkü yalnızca eylemlerinin bilincinde olmayan bir deli yüz binlerce kişinin ölümünden doğrudan sorumlu olmayı ve sonra da hiçbir şey olmamış gibi davranmayı kabul edebilir, tabii eğer, sonuçta, delilik yoksa, irade dışı, sahici delilik yoksa, dosdoğru kötülüktür bu." diye cevap veriyor. Tanrı değil, kötü olan şeytandır diyen de var kitapta, ama oraları önemsiz bulup çizmemişim;) Çizmek demişken romanda altı çizilecek çok fazla satır var, Saramago çok çok sevdiğim İvan Karamazov gibi düşünmüş düşünmüş, onun uzun ve müthiş tiratları kadar etkili olmasa da bu kitabı yazmış, belli. Kitaptan aklımda kalan en belirgin fikir, tanrının insanları sevmemesi ve kötü niyetli olması. Kabil'in, tanrıyı savunmak için devamlı söylenip duran, "tanrının niyetine ve işlerine akıl sır ermez" lafına uyuz olması da beni çok güldürdü, katılıyorum arkadaşa. Yazarın kafası karışıkmış, benim durumum gibi, bir de bunu anladım tabii;) Habil de harcanmış diyeyim ve
burada keseyim bu konuyu. Çayım demlene demlene bir hoş oldu ocakta ve hemen hızlı bir duş almam gerek. Yarın mesai var, sabah 8, akşam 10, erken yatacağım güya. En azından gece evimde yatacağım diye kendimi avutuyorum, ki bu benim için son zamanlarda en önemli şey.
----------------
Yukarıdaki foto, alışveriş merkezinden. Poliş ve Melike ile sinemaya diye gitmiş ama mağazalara da bakmıştık. Ben biraz rahatsızdım (fotodaki ilaç kanıtı;p) kahve molası verdim onlar devam ettiler alışverişe. Bu kahve fotoğraflarını daha çok Leylak Dalı için çekiyorum, onların şahane bloglarına göndermek için, elimde çok fazla kahve fotosu birikti, neden bir türlü gönderemiyorum bilmem.
----------------
Bir paragraf da Melike için olsun; Melike -Meloş derim ben-, abimin eşi, kardeş gibiyiz onunla. Kabil-Habil, ilk kardeş cinayeti derken pek denk düştü, aferin bana;) Kız kardeşi olmadığı için hep üzüldüğünü söylüyordu, birbirimizi bulduğumuz için şanslıyız. Aslında ondan çok abimin adı geçsin istiyordum bu yazıda. Geçenlerde Saint'le uzun bir telefon konuşması yaptık (blog vasıtasıyla tanışıp konuştuğum ikinci kişi Saint, mesafe alıyorum sanki;p), o konuşmada Hakan dediğimde, şaşırdı, abim dedim ve hiç bahsetmediğimin geyiğini yaptık. Daha çok ben yaptım tabii. Bir dahaki yazıda adını geçireyim bari, çok saçma oluyor böyle dedim, işte bu paragraf o yüzdendir. Hakan'la iyi anlaşırız, çok severiz birbirimizi (tavlada en sıkı rakibim) ama kızlarla paylaştığımız gibi her şeyi paylaşmayız. Bu yüzden, ne bir filmi anlatırken ne de bir romandan bahsederken adı geçiyor onun. Kendisi burayı da okumadığı için, ruhu bile duymadan çok içten bir sorry diyorum. Sevgiler sana abiciğim, tüm iyilikler üzerine olsun;p
Hmmm, nasıl biter bu yazı? Çay çaylıktan çıktı, planlar altüst oldu, duş kesin alınacak (o sıra çay iyice bir hoş olacak!), öyleyse hadi hemen bitsin. Kabil'in ünlü lafı güzel bir son olur sanki; kardeşimin bekçisi miyim ben diyordu ya, hah işte Ölü Albayın Kızları'nı okurken bu cümle yankılanıp duruyordu beynimde, aman kızlar birbirinizin bekçisi olun, diye. Size de tavsiyem olsun bu, sevdiklerinizin bekçisi olun ki, sonra tanrı sorunca sıfırı çekip üzülmeyin.
Böyleyken böyle.