Çarşamba, Mayıs 09, 2012

ölümü, savaşları, suçu, cezayı... peki, geceyi ne yapmalı?

 (foto şuradan)

 (Gods And Monsters-Avenue of Hope)

Böyle güzel bir havada savaşlardan, kibri boyundan büyük krallardan, idama birkaç saati kalmış kederli mahkumlardan  bahsetmeme kızmazsınız değil mi? Hiç sanmıyorum, kızmazsınız sanki, çünkü siz de tanrılar ve canavarların gazabından korkup, sinirlenerek, gündüz boş verseniz bile (gündüz dua edilmezmiş) gece böyle şeyleri düşünüyor, kendi canınızı bile isteye yakıyorsunuz bana kalırsa. Nereden mi biliyorum; sizi tanıyorum ben, hmmm, elbette kendimden;p

Koştura koştura yaşıyorum son günlerde, yaptığım bir şey de yok, hatta kelimenin gerçek manasıyla koşmuyorum bile, gayet yavaşım. İş, ev ve arada canım çok sıkıldığında, kafam attığında mahalle barı (komiklik olsun diye yazdım, evet), bunlar arasında dönüp duruyorum. Ama nasıl yorgunum, nasıl yorulmuşum düşünmekten, bilseniz. Bir sorun vardı başımda, bir süredir onunla meşgulüm, davalık, mahkemelik bir şey, e heh karşımda da devlet var, ne güzel değil mi?;p Her neyse, davamı açtım, oturdum yerime, bakalım neler olacak? Bu arada ablam ve Liliş gittiler, doğa boşluk kabul etmez hemen ertesi gün Polişka geldi, okeye dördü bekliyoruz artık;)  

Bugün komiğim sanırım, yol yakınken kaçın bence;p 




İki kitap çok oyalanmıştı elimde, bittiler bu geçen zamanda. Biri kaçan mahkumum; "Bir İdam Mahkumunun Son Günü", kaçamadı tabii, kitap bulundu o da idam edildi. Keyifsiz, üzücü bir konu bu, konuşuruz. Diğer roman,  elimdeki kitap kaybolunca arada başladığım; Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara. İki roman da güzeldi, çok fazla etkilenmedim, yalan yok, uzun bir süre aklımda gezdirmeyeceğim onları ama biri keyifli bir okumaydı diğeri ise hem beni lise yıllarıma götürdü hem de ölüm cezası üzerine tekrar düşünmemi sağladı. Lise yıllarında hümanist bir kızcağızdım, şimdi değilim diyorum hep, fakat ölüm cezası ve onun devlet eliyle verilmesi -devlet şiddeti- konusunda hâlâ  aynı görüşteyim, onu anladım bu tekrar okumada. 

"Elleri yıkamak iyidir, ama kanın akmasını önlemek daha iyi olacaktır."

Hugo'nun bir idam mahkumunun son saatlerini anlattığı roman, modern edebiyatta iç sesin kullanıldığı ilk romanmış. İç ses, roman kahramanına okuyucuyu yakınlaştırırken, onun ne hissettiğini birebir yaşamamızı da sağlıyor. Kısa bir özet geçeyim; kitap, "bir trajedi hakkında bir komedi" bölümüyle açılıyor. Bu bölümde farklı mesleklerden, farklı farklı kişilerin idam, ölüm cezası ve bizzat elimizdeki kitap hakkındaki görüşlerini öğreniyoruz. Kimi filozof, kimi şair, kimi uşak, kimi soylu hatta kimi soysuz(!) olan bu bir avuç kişi (9-10 karakter var diye hatırlıyorum), aynı fikirdeler; ellerindeki idama karşı olan mevzubahis kitap, beter bir kitaptır, korkunç ve anlamsızdır. Yazarına hakaret eder (ve hatta yazarın ismini kimse hatırlamaz, o kadar önemsizdir), canlarını sıkmaya kimsenin hakkı olmadığını söyler, kafalarının karışmasını istemezler. O dönemde (kitap Fransız İhtilali'ni izleyen yıllarda, 1800'lerin başında kaleme alınmış) idam cezası bir tür şenlik gibi görülüyor, halk idamı izlemek için Greve meydanında (giyotin cezasının uygulandığı ünlü meydanmış) yer tutuyor, çığlık çığlığa alkış ve sloganlarla devletin cezasını uygulayış şekline destek veriyor. Bu iş, medeniyetten nasibini almamış bu coşku gösterisi, Hugo'nun canını sıkar, yazarın sorunu (bana göre), suçun cezasız kalması, cezanın fazlalığı ya da eksikliği değildir, böyle ilkel bir gösteri, uygarlık için en büyük engeldir, tanrıların ve ceza vermeye teşne kralların yerini devletin alması onu üzer. Suçu işleyen insanlıktan çıkmış görülüyorsa da (ki mahkûm, romanın bir yerinde bunu itiraf eder) ona cezayı veren devlet bu hareketiyle suçluyla aynı seviyeye gelmektedir. Ölüm cezası, suç ne olursa olsun "fazladır", ölümü beklemek, bin kez ölmekle eş değerdir. Tekrar romana dönelim; piyes şeklindeki ilk bölümden sonra gerçek roman başlar ve biz idam mahkûmuyla başbaşa kalırız. Suçunu bize söylemez (yazarın bunu özellikle yaptığını biliyorum, okuyucunun yargıç konumunda olmasından dikkatle kaçınıyor Hugo, ve bana kalırsa bunun için çok çok büyük bir yazar), pişman olup olmadığını da bilmeyiz, hatta jandarmanın sorduğu "suçlu, iyi biri misin?", sorusuna "hayır" diye net bir cevap verir, tek bildiğimiz çok korktuğu ve artık içeriye giren adamla aynı kişi olmadığıdır. Bu kitabı okuduğum lise yıllarımda Aziz Nesin'in Surnâme'sini de okumuştum. Nesin, Hugo'nun bu önemli kitabından çok etkilendiğini itiraf ediyordu. Ben de Nesin'in romanından çok etkilendiğimi hatırlıyorum şimdi, silik, çok silik hatırlıyorum kitabı, ama etkisi gerçekten güçlüydü. (keşke tekrar okuyabilsem onu da) 


  (ve bu foto da şuradan)

Suçunu bilmediğimiz, özdeşleşecek doğru düzgün bir hareketini bile görmediğimiz adama yine de acırız biz, onun ölüm düşüncesini kafasından atamaması kabusumuz olur, romanın başında kürek mahkûmu olmayı redderken zaman ilerledikçe bu düşüncesinin değişmesi bile biraz önce dediğim şeye kanıttır aslında, ölüm cezası verilen kişi, ölüm cezasının uygulanacağı kişi değildir. Biraz daha yaşamak ister, kötü şartlar, güneşi görmemek filan fark etmez, güneşin hemen duvarın arkasından doğma fikri ve bunu bilmek yeter ona. 
Böyle kitaplar elimi kolumu bağlıyor benim. Zaten ne zaman biri, suçtan ve cezadan bahsetse orada dururum ben. Bu kitap Dostoyevski'nin Sibirya'ya yollandığı ve affedildiği zaman çar'a nasıl bir minnet duyduğunu da hatırlattı bana. Dosto, ceza fikriyle geceler boyu yalnız kalan suçlunun büyük bir değişim geçirdiğini söylüyordu. Buna katılıyorum; ağır bir düşünceyi, yargıyı (veren kim?  neden? nasıl?) kafasında bir yük gibi taşıyan insan, boynunda bir kılıcın soğukluğuyla yaşayan biri kendisini de sorgulamak zorundadır çünkü. Ve kişinin kendi kendisiyle muhasebesi -belki- cennet için küçük bir umuttur. Bilmiyorum tabii, belki demek lazım, bir de hayatın griliğini unutmamak.
--------------------

Biraz sonra son çayımı içip nöbete gitmeliyim. Polişka'yı bırakıp gitmek zor geliyor, neyse en azından 24 değil. Yazı bölük pörçük oldu, kusura bakmayın, uzun süredir yazamıyordum, bir ısınma yazısı olsun bu. Diğer kitaba sıra gelmedi, üstelik çok ara verdim bu kısacık yazıya. Yarın olsun bakarız, temize geçilecekse geçeriz ölüm yok ya sonunda;)
---------------------
p.s.: İdama elbette karşıyım, yazıda kaynadıysa burada sapasağlam dursun.

78 yorum:

TheSaint dedi ki...

Ben de yorum yazayım dedim ama, konu da kitaplar da çok ağır...(2. da dahi anlamında o yüzden ayrı...)

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Suç ve cezaya içkin uzun düşünmelerim olmuştu bir aralar. Şimdi ara ara yoğunlaşırım. İdama karşı mıyım, açıkçası bir zamanlar değildim. Bir nevi intikamcı bir yapım vardı. Şimdi karşı mıyım evet. Ama intikamcılığım sönümlendiği, ya da hoş görüm arttığı için de değil. Hugo'nun ifadesi ile suçlanan ile aynı konuma gelme kaygısının yanından bile geçmiyorum. Suça ilişkin bakışım toplumsallaştı diyebilirim. Yargıladığımız birey mi yoksa bireyi var eden nesnellik mi? vb. vb. uzatmayayım. Artık idama karşı olan biriyim kısacası...
Umarım mahkeme olumlu sonuçlanır. Benimde davam var bu günlerde. Üstelik olabilecek en belden aşağı şekilde kurgulanmış. Ama farklı olarak devlet bana açmış durumda. Her neyse...
İyi nöbetler...
Sevgiyle...

Ebru dedi ki...

Uzun zamandır blog okuyamadım. Dediğin gibi yaşıyorum ben de ama koşturuyorum da sanırım:) Hastalar hastaneler ortada kalan çocuklar iş iş ve dolu dizgin hayat.
Aslında kaynamamış idama karşı oluşun ama sapasağlam duruşu da başka güzel olmuş.
Elimde bitmemiş kitaplar. İştahla başlanıp bir kenarda bayatlatılmış tatlılar gibi oldu:(
Bir selam verip sevgiler desem:)
Ebru

Adsız dedi ki...

Kitap bana Kafka'nın Dava'sını anımsattı. Orada -okumuşsundur muhakkak- K. suçunu bilmiyordu ve cezalandırılacaktı. Ya da öyle bir şeydi. Elimdeki her şeyi bir kenara fırlatıp bu iki güzel kitabına koşmak istiyorum. benim elimde şu an İlahi Komedya var. ve kendimi cehennemin yerine koyduğumda Dante'den daha cafcaflı bir şeyler beklerdim sanki. Ya da örnek verilen bütün o adamlardan bihaber olduğum için kuru geliyor. Neyse. -kendimi cehennemin yerine koymak da neymiş? içine koyacağım bu gidişler, onu kabul ediyorum ;)-

Ölüm cezası ... Bir kitapta vicdanıyla baş edemeyen adamın ölüm cezasına çarptırıldığında mutluluktan nasıl delirdiği anlatılıyordu. Kitabı hatırlamıyorum, hatırlasaydım hoş olurdu. Ölüm cezası... Cinayetin meşru hali. Bir şeyleri -koğuşları- birilerini -suça maruz kalanları- ferahlatmak için. Hoş değil.

Uzun zaman oldu evet ve ben de ne zaman yazacak bu hatun da ben de damlayacağım bloğuna diyordum. Artık bugün de bir şeyler paylaşmasaydın twitter'dan damlayabilirdim elbet. :) Şu an halimi görsen gülmekten duvarlara çarpardın, ellerim tereyağı ve bal karışımına bulandı! Ne saçma şey. Geceden kalma mürekkep lekeleri de cabası.Kendimi bir kenara koyuyor ve sana "İyi nöbetler, kolay gelsin canım." diyerekten okuluma yollanıyorum.

Sevgiler.

guguk kuşu dedi ki...

çocukken (hımm belki erken gençlik dönemi mi desek, o kadar yaşlandım ki geçmiş zamanı tanımlayamıyorum)bir film izlemiştim. nadir filmlerdendir aklımda kalan, sanki aklımdan ziyade yüreğime kazınmıştı sahneleri ve ben öylelikle hala hatırlayabiliyorum onu. bir katilin idama kadar geçen süresiydi. ona bir rahibe vermişlerdi bu süre içinde, kim bilir süreci rahat atlatabilmesi için ya da arınabilip öte tarafa temiz gidebilmesi için (ki bu mümkünmüdür bilemem) ne kadar zavallıydı, acısı içimi yarmıştı, izlemek istemiyordum, öyle acıyordu ki içim ama geri duramıyordum izlemekten. en son sahne gözlerimin önünde hala ve sanırım öldürdüğü çocuğun annesi de izliyordu idamı, elektrikli sandalyeye oturuşu, rahibenin ona dua edişi......hala aklımda.
bazı şeyleri düşünmemek en iyisi, çıkışı olmayan bir yola sapmak, dibi olmayan bir kuyuda düşmeye devam etmek gibi.
sevgilerimle.

Adsız dedi ki...

Justine, canım!
Sen daha ilk yoruma cevap yazmadan tekrar geleyim dedim ben.
Bugün heyecanlı heyecanlı kitaplardan hoşlanan bir arkadaşımla Hugo'nun kitabıyla ilgili konuşuyordum. Aradan birkaç ders geçtiğinde can sıkıntısından okulun kütüphanesine geçtim ve ... ve o kuru, o tatsız kütüphaneye bugün gelmiş olan sevgilimi Hugo'mu kucakladım. Raflara bakınırken görür görmez bir çığlık attım ki, arkadaşlar uyarmak zorunda kaldı, hehe :)

İlahi Komedya'nın ikinci cildine geçeceğim bu akşam. Güzel olacak, güzel. Umarım iyi geçiyor zamanın -iyi olabildiği kadar- ben biraz rahatsızım ama geçmeyecek şey değil.
Tekrar sevgiler, bir daha sevgiler, çok çok sevgiler :)

justine dedi ki...

Şu "de ve da"ların senden çektiği nedir Saintciğim, bi rahat bırak allasen;p

Konunun ağırlığını bir aziz şefkatiyle hafifletirdin sen, bundan hiç şüphem yok canım;)

Sevgiler, kızına ve eşine selamlar, öpücükler olsun.

justine dedi ki...

Vuslat! Gözlerime inanamıyorum, sen gelmişsin ve sesleniyorsun, harika bu. Mailden bir ara yazışmıştık ve ben rahatlamıştım ama sonra aklım sende kalmıştı, sesini duyduğuma öyle çok sevindim ki.. Bloğuna bir-iki kere uğrayıp şiir koyduğunu ve eğitimle ilgili yazını hatırlıyorum, fakat ne durumda olduğunu belirtir bir ayrıntı, senden bir haber yoktu. Her neyse, gerçekten çok çok mutlu oldum.

Uzun bir aradan sonra ilk konuşmamızda suç ve ceza'dan mı bahsedelim peki? Tamam, kısa keseceğim; çok doğru bir noktaya temas etmişsin, suça ilişkin bakışın toplumsallaşması, bireyden bağımsız düşünüp durumla ilgili ayrıntılı (kinden ve nefretten arınmış) bir karar vermek için gereklidir. Hugo, kitabın sonradan eklenen önsözünde, bu kitabı masum ya da değil tüm suçlular adına yazıyorum, bu bir itiraftır, idam cezasının kaldırılmasını savunuyorum ve savunmanın da suçlama kadar "engin" olabilmesi için bunu yapmak zorundayım, diyor. Şimdi burada, yazarın söylediklerini -temel derdi atlamadan- özet geçmeye çalışıyorum, birebir böyle olmasa da ana fikir bu. Yazıya koyduğum kısa alıntı önemlidir aslında; "Elleri yıkamak iyidir, ama kanın akmasını önlemek daha iyi olacaktır." Bu alıntı yine kitabın kime ait olduğu ortaya çıktıktan sonra (idama karşı çıkmak o dönemde epey riskli bir iş ve roman ilk basımda elbette isimsiz yayınlanıyor) yazar tarafından yazılan önsözden. İlk önce tanrılar, sonra krallar ve en sonunda özgür bir yaşamın teminatı olması gereken devlet(!) ceza verici konumuna geliyor, yazar işte buna karşı çıkıyor, bireyi kollayan özel bir savunma değil, genel bir savunma yapmak amacında olduğunu söylüyor. Toplum bireyi suç işleyen bir canavar haline getirdiyse, ondaki değişimi yine toplum sağlayabilir, böylelikle verilen ceza mutlak olmaz diye düşünüyor. Hepimiz çok tekrar etmişizdir; ceza verilen kişi cezayı çeken kişiyle aynı değildir diye, bunun naif bir düşünüş olmaması için bana göre tam da burada toplum devreye girmeli, toplumun çeşitli mekanizmaları, eh işte devlet oluyor burada işi yürütecek olan, çalışmalı ve suçlu topluma tekrar kazandırılmalı.
Vs. vs., ben de çok yüce gönüllü ve sevgi dolu bir insan değilim, fakat vicdanımı dinlerim, adaleti ararken vicdanı bir kenara koymam.

Şiddetin hiçbir şeyi çözdüğüne inanmıyorum ben, şiddetle verilmiş "adil" cezalar, toplumu en fazla korkak ve sessiz kılar buna inanıyorum, gerisi boş. Yine ceza verilsin, kin tutmak isteyen varsa tutsun (kim engelleyebilir acıyla bilenmiş bir kalbin intikam isteğini?) ama bu ceza, tüm düşünceleri susturan mutlak bir son olmasın, kanın akmasını gerçekten önlesin, içeriye biraz güneş girsin.
----------

Sana yazarken aklıma Venedik Taciri'nden bir replik geldi. Benim hayran olduğum, bayıldığım bir sahnedir; "...sebebi neydi? yahudi olmam! yahudi gözlerim mi var? yahudi ellerim mi var? bedenim, boyum? duygularım, hislerim, tutkularım? aynı yemekle besleniyoruz, aynı silahlarla yaralanıyoruz. aynı hastalıklara yakalanıyoruz. aynı şekilde iyileşiyoruz. hıristiyanlarla aynı yaz ve kışla ısınıp, üşüyoruz. bizi keserseniz kanamaz mıyız? şaka yaparsanız, gülmez miyiz? bizi zehirlerseniz, ölmez miyiz? ve bize zarar verirseniz, intikam almaz mıyız? ben de intikam alacağım."

ama işte, bu çok bireysel, çok öldürücü bir yöntem. Kısasa kısas, anlık ve kişisel bir rahatlama sağlar, toplum olarak rahat uykunun vizesini vermez. Sahne, oyun, edebiyat ve oyunculuk olarak harika tabii, bir de Al Pacino faktörü var;p

----------------

justine dedi ki...

-----------------

Çok uzattım, bu arada iki kere kapı çaldı ve apartman temizliğine gelen kadınlarla sohbet ettim. Sanırım beni çok seviyorlar, ben rahatsız edilmemek için ne yaparsam yapayım (iki kova su, yazılı ve sözlü rica, vs. vs.) benim zilime basıyorlar. Hatta bu sefer güldük beraber, bir alışkanlık, bir bağımlılık olduğuna karar verdik;p
---------

Seni gördüğüme çok sevindim Vuslat, umarım bundan sonra ara vermeyiz sohbetimize, bloğuna ve buralara daha sık uğrarsın. Dava senin adına olumlu sonuçlansın diye dua edeceğim, inşallah kurtulursun, her ne ise başındaki bela biter gider. Devletin neler yaptığını ve hangi yöntemlere başvurduğunu iyi biliriz hepimiz, bu ülkenin "tecrübeli" vatandaşlarıyız. Lütfen iyi ol, çok sarılıyorum. Sevgiler.

justine dedi ki...

Aldım selamını Ebru, benden de sana, oğluna öpücükler, sevgi ve selamlar;)

justine dedi ki...

Guguk Kuşu, ne kadar yaşlanmış olabilirsin öyle, geçmişi tanımlayamayacak kadar, abartma lütfen;) Daha geçenlerde yetmiş yaşlarında bir adam hayatımın baharındayım diyordu, eh Sharon Stone'un da; en güzel yıllarım ellili yaşlarımın olduğu zamanlar, kadınlığımı bu yıllarda keşfettim, lafını duymuşluğum var, biz ne desek boş bundan sonra;p
Sen sıkıntılısın ve kötü hissediyorsun ihtimal, böyle anlarda yaş bile sorunmuş gibi duruyor önünde insanın, cümlelerine tüm ağırlığıyla sızıyor. Unutkanlık gençlere göre çok yoğun tabii, Lily hiçbir şeyi atlamaz, zehir gibi aklında tutarken ben neredeyse adımı hatırlayamıyorum yahu! 76'lı biri konuşuyor, düşün artık:)

Bahsettiğin film Dead Man Walking sanırım, ben izleyeli de çok oldu. Gerede'deydim o zamanlar, güzel filmdi. Düşünmemek de bir tercih elbette, bazen ben de öyle yaparım. Haklısın. Yalnız, düşünmeyince, gerçekten düşünmeyince (kendini kandırmaktan bahsetmiyorum) çıkışsız bir yola ya da dipsiz bir kuyuya rastlamazsın, düşününce tüm o dediklerin olur asıl. Düşünürsün, düşmeye devam edersin, karanlık karanlık karanlık, ne ışık ne de ses var, düşünmek her zaman kurtarmaz. Ne mutlu gerçekten düşünmeyenlere, bizim gibi kendini kandıranlara değil tabii;)
Sevgiler.

justine dedi ki...

Zedka, canım! Çok tatlısın sen, ne güzel seslenmişsin, yorumunu okuyunca kocaman gülümseme yayıldı yüzüme, bir süre saf saf gülümsedim öyle;)

Çığlık atmışsın ya, çok iyi bilirim ben o sahneyi;) İşte bu benim yazıştığım kadın dedim okuyunca; heyecanlı, coşkulu, kitaplara aşkla bağlı, Edgar'ın deli olmadığını kanıtlamaya kendini adamış bir misyoner, tüm deliler adına, hepimizin sözcüsü;)
--------
Kafka'nın Dava'sı bana Gerede yıllarımı (orada okumuştum tüm Kafka'ları) ve aslında yaşadığım bu tuhaf ülkeyi hatırlatır. (yok, kurtulamıyorum hiç) Orada durum daha da kötüdür, ortada gerçekten bir suç yoktur, K. suçunu bilmez ve bürokrasi zamanla ona "her-bir-şeyi" öğretir.

İlahi Komedya'da zoru atlatmışsın, Araf'tasın sanırım, güzel olacak tabii, sen bakışınla Dante efendiyi bile (danteciğime de ırkçı denildi, vay ki ne vay!;)) güzelleştirirsin Zedkacığım.

Niye rahatsızsın acaba? Geçmeyecek şey değil demişsin, rahatladım sen öyle yazınca, lütfen her şey iyi olsun, sen iyi ol, çok içten diliyorum bunu. Öpücükler ve çok sevgiler canım. Güzel yorumun için teşekkürler bir de.

p.s.: Cümlelerin çok ferah, çok çiçekli, çok aşk kokuyor Zedka, acaba?;p

zerka dedi ki...

ölüm söz konusu olunca kelimeler kaçıp uzaklaşıyor sanki, insan ne diyeceğini bilemiyor. gerçi ne güzel konuşmalar olmuş. ben de kieslowski’nin öldürmek üzerine kısa bir filmini hatırladım, idam edilecek kişi hunharca bir cinayet işlemişti ve bu cinayeti tüm ayrıntılarıyla göstermişti filmde, ama idama giderken katil, ölüm karşısında öyle çaresiz ve korkmuştu ki, öyle cani bir adama bile acıyorduk. yine de idam konusunda net bir şeyler söyleyemiyorum sanırım. suçlu kişilerin idamından çok suçsuz insanların idamına şahit olduğumuz için idama karşıyım.ama bir yandan da şunu düşünüyorum; acımasızca cinayetler işlemiş bir adama ne ceza verilmeli mesela. bir de şöyle bir durum var suç karşılığını bulmadığında insanlar cezayı kendileri verme yolunu seçiyor ve bu da daha fazla şiddet doğuruyor.
son olarak, bir de kevin’i düşün derim , o psikopat bakışıyla kevin’i, kevin hakkında düşünmeliyiz:)

davalık, mahkemelik şeyler var demişsin, umarım çok yormaz seni ve istediğin gibi sonuçlanır. biraz da endişelendim, seni üzecek, yoracak konular değildir inşallah.

öpüyorum. çok sevgiler.

aglea dedi ki...

sevgili justine,

o kitap; bir idam mahkumunun son günü, yıllar önce okumuştum. şimdi sen bahsettikçe bulanık hafızamda netleşti, hatta okurken verdiği, elimden bıraktırmayan tuhaf, sıkıntılı merakı yeniden yaşar gibi oldum. ben de bugünlerde bahar günü, çiçekler, böcekler, çıkınca iliklerimize kadar ısıtan güneşe karşı, bahsetmekten mahcubiyet duyacağım filmler izledim. ard arda geldi, tesadüf oldu.

sen güzel güzel yazıp dostoyevski'ye kadar getirmişsin ya sözü, aklıma geldi, son izlediğim filmlerden birinde karakter, "rus halkı daima suçlulara karşı merhametle perçinlenmiş bir saygı ve yakınlık duymuştur" diyordu.

elbette tüm bunlar, bu ağır havasına gönüllü çekildiğimiz kitaplar filmler, "mevsimlerin bize yaptığı fenalıklar"a engel olamıyor. bahar baharlığını, insanlara rağmen sonuna kadar yapıyor. bu sabah kalkıp, yataktan alarmla fırlamadan önce, bi sakin sakin yatağın kenarında oturmak geldi bana, sonra, kendi kendime sırıtıp durduğumu, epey sonra fark ettim zira:)

sevgiler çok çok.

pelinpembesi dedi ki...

demek kitabın bitti sonunda :)) yazını okumaya başlar başlamaz anladım bir idam mah. son gününden bahsedeceğinden..bu kitabı okuyalı yıllar oluyor. sen yazdıkça daha iyi hatırlıyorum. ama yazılarına niye böyle uzun ara veriyorsun? hele endişeli peri ne zamandır yok ortada. sizinde aranız açıldı galiba.tam anlamış değilim ama neyse..bizimde bu hafta sonu kitapfuarımız başlıyor. elimde 54 kitap adı var, bir de orada görüp almak isteyeceklerim olacak.bakalım nasıl kalkacağım bunun altından :)

TheSaint dedi ki...

Napalım justine obsesif derecesinde olmasak da birazcık takıntılıyız...
Doktor ağır konular kaldırma dedi belli bir süre, malum "bel"lek kayması var bu aralar...
Hafta sonu ikea'da gezerken ne gördüm...
http://www.ikea.com.tr/ikea_urun_arama_sonuclari.aspx?arama=justina

bi ara sanırım clea ile bir justina geyiği dönmüştü buralarda :)
sevgileri, selamları ve öpücükleri sahiplerine iletiyorum...

justine dedi ki...

Bırrr, Kevin hakkında anası babası düşünsün bir zahmet (babası nasıl düşünecekse;p), benim hiç işim olmaz Zerkacığım;)

Şaka bir yana çok doğru bir şey söylemişsin, suç karşılığını bulamayınca insanlar adaleti kendileri arıyor diye, haklısın, ama kendi adıma konuşursam, suç cezasız kalsın diye bir düşüncem yok, hiç olmadı. Ceza olsun, fakat devlet kısas yapmasın, bir insanı kaybetmek kazanmaktan daha kolay ama yanlış bir çözüm diye düşünüyorum. Çocuk tacizi ve buna benzer konularda benim de aklım tutuluyor, bilmiyorum, yine de devlet intikam almasın istiyorum, benim adıma bir şey söyleyecekse ağırlaştırılmış müebbetin daha caydırıcı olduğuna inanıyorum.

---------

Umarım dava iyi sonuçlanır Zerkacığım, iyi dileklerin için sağol, hep dua ediyorum bakalım neler olacak.

Canım benim, çok sevgiler.

justine dedi ki...

Havalar birazcık bozacakmış Aglea, yağış var diyorlar, eh öyleyse o kısacık arada bahsedebilirsin izlediklerinden, ne güzel olur;) (nasıl da üçkâğıtçıyım ama, yazı yazdırma taktikleri bunlar;p)

Rus halkı... evet... değil mi... aramızda kalsın, bir tuhaflar, hiç bulaşmamak iyiydi ya, oldu bir kere;p
---------
Yoksa sen de mi alarm çalmadan uyanıyorsun benim gibi? Ben hiç istisnasız, her erken kalkışımda, saat kurduğum zaman, saati asla çaldırmam, tuhaf bir endişe ve korku duyarım çalacak diye. Niye bilmiyorum, kim bilir nasıl bir travma buna yol açtı, ama böyle bu, saati çaldırmam;)

Bahar hepimizi güldürüyor, ne hoş, çok sıcaklar gelmeden doya doya gülelim diyorum.

Sarılıyorum sana Aglea, çok sevgiler.

justine dedi ki...

Evet ya Buketciğim, kitabım bitti sonunda, hiç bitmeyebilirdi de, buna da şükür;p

Bu kitap demek ki unutulmayan bir kitapmış; yıllar önce okumuşuz hepimiz ve kalmış bir şekilde aklımızda, sağlam kitaplar böyle oluyor işte. Aslında yazılara ara vermeyi ben de sevmiyorum Buket, fakat şu sıralar yoğunum, annemler geldi, ben sıkıcı işlerle uğraşıyorum vs. vs. Yoksa blog benim için önemli, buraya yazmak, uğramak iyi geliyor bana, bundan sonra daha sık yazarım, bunu gerçekten istiyorum.

Bana kalırsa al listendeki kitapların hepsini, paramız kitaplara gitsin boş ver, daha güzel bir harcama düşünemiyorum ben. Hem sonuçtan çok memnun oluyoruz, mutlu mutlu kitapları seyrediyoruz tüm gün, daha ne?;)

Çok sevgiler, iyi geceler.

justine dedi ki...

Vay, espri sıkıymış, demek bel-lek kayması var ve ağır kaldırmıyorsun, müthiş;p

Hah ha, baktım ürüne, justina minderler, eh güzelmiş valla. Evet, bir zamanlar bir justina vardı, unutuldum şimdi;)

Bugün erken kalktım, atamadım yorgunluğumu, yatayım ben de, iyi geceler Saint, hoşçakal.

guguk kuşu dedi ki...

aaa gerede...ben boluluyum ve dedemin köyü geredeye oldukça yakın, rahmetli dedem geredede öğretmenlik yapmış:)

justine dedi ki...

Hmmm, Gerede benim hafızamda kötü anılarla dolu bir yer olarak kaldı Guguk Kuşu. Üç yıl kaldım orada, gittiğimde (tayinim çıktığında) on yedi yaşındaydım daha. İnsanları sevimsiz, suratsız ve kötüydü. Burada genelleme yapmak istemem şimdi, eminim harika, muhteşem insanlar da vardır oralı olan, ama ben görmedim. A, haksızlık olmasın, bir iki kişiyi hatırlıyorum; biri kaldığım otelin (o otelde kalmaya başlamam da Geredeli tuhaf insanlar yüzündendir) resepsiyonistiydi, çok iyi bir çocuktu (pardon o Geredeli değildi;)), diğeri otelin karşısındaki gazete bayinin sahibiydi, çok güzel sohbetler ederdik onunla ve bana her gün kaçın, kurtulun buralardan derdi. Bir de beyaz İsmail diye birini hatırlıyorum, Sedef Pastanesi'nde çalışırdı, Geredeli'ydi ve tüm kasabayı tanırdı. Çok tatlı bir çocuktu, pigment eksikliği yüzünden bembeyazdı saçları, kaşı, yüzü, ondan beyaz İsmail derlerdi sanırım, severdim ben onu, iyi kalpli, temiz biriydi, güleryüzlüydü ayrıca;)

Mahalle baskısı filan diye konuşup duruyoruz ya bin yıldır, hah işte gerçekten mahalle baskısı görmek istiyorlarsa en iyi örneğini Gerede'de bulabilirler. Şimdi tüm ülke öyle ya, neyse.

Bir söyledin bin ah işittin Guguk Kuşu, kusura bakma lütfen, çok doluyum ben bu konuda. Demek zamanında deden Gerede'de öğretmenlik yapmış, allah rahmet eylesin dedene, huzur içinde yatsın. O ne düşünüyordu acaba oralar hakkında? Yerliler, hemşehrileri daha iyi bilir tabii, ben yaşadığımı anlatırım sadece.

Böyleyken böyle. Sevgiler.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Hmmm! Uzun zamandır şu blogda hınzırlık yapmamıştım. :)

Sedef pastanesi... Beyaz ismail lakaplı İsmail Gürcan... Şimdi yenilenmiş olan pastanenin müdürüymüş... Görmek istersen burada kendileri :)Tabi biraz daha yaşlı ve saçları eskiye oranla daha uzun...

https://plus.google.com/photos/110003364815298927028/albums/5741634000552340081

Vuslat dedi ki...

Şu hınzırlığı da beceremedim sanıyorum link şu;

http://d-64075.resimlerimnette.com/i-64075.jpg

:)

justine dedi ki...

Canımsın, ama link çalışmıyor;p

Özlemişim ben seni Vuslatcığım, gerçekten öyle.

justine dedi ki...

Şimdi oldu işte, gördüm;) Evet işte, bahsettiğim kişi oydu, yaşlanmış gerçekten. Ama tuhaf bir şey var Vuslat, bazı insanlar sanki yaşsız doğuyorlar, İsmail de öyleydi, sanki hep bu yaştaymış gibi, ne gençliği var ne de yaşlılığı.
Teşekkürler küçük araştırman için, öpüyorum seni;)

zapere dedi ki...

Anne kucağına sığınmalı.... :)

justine dedi ki...

Evet değil mi, hem günün anlam ve önemine de uymuş bu tavsiye;)

zapere dedi ki...

Ya evet, ben anacığıma bir buket karanfil aldım dünden verdim hatta.Resmini de koyuverdim tarihe not olsun diyerekten.. Anneler gününüz kutlu olsun, mübarek annenize uzun ömürler dilerim. Sağ ve sıhhattedir ümidiyle.. :)

justine dedi ki...

Karanfil şahane bir hediye! Benim bir erkekten aldığım ilk çiçek karanfildir, kırmızı devrimci karanfiller;p

Ben annemin hediyesini dün aldım, Polişka'yla. O hediye filan istemez asla, ama sanırım bu sefer çok memnun olduğu bir hediye oldu, beğendi;)

Yazıya baktım şimdi, harika. Ben de annenizin anneler gününü kutlarım Zapere, birlikte mutlu bir ömür geçirirsiniz umarım.

Güzel dilekleriniz için çok teşekkürler, sevgiler.

Clea dedi ki...

şimdiden özledim:-(

zapere dedi ki...

Karanfil deyince devrim aklıma gelmiyor nedense.. Fakat Özgürlük gelir, çingenelerden dolayı...Her devrim özgürlük sunmaz insana bilirsiniz. Hatta devrimler daha bir prangalaşır. Çingene özgürlüğü özgürlüktür gerçekten. Mal mülk bağımlısı olmadan günü yaşamaktır !

guguk kuşu dedi ki...

Elbette genelleme yapmak doğru değil ama senin yazdıklarınla birden babaannemin: gerede insanlık nerede, lafı geldi aklıma:)

justine dedi ki...

Canım, ben de özledim. Anniş'le şimdi senin Diyarbakır'dan getirdiğin kürt kahvesini içiyoruz. Paketin üzerine kocaman kürt kahvesi yazmışlar, 66 yılından beri değişmeyen lezzet filan demişler ama, ı ıh ben pek beğenmedim kahvelerini, sütlü kahve gibi, şekerli bir tadı var sanki. Kahvenin rengi çok açık ve yoğun değil. Neyse, anniş sevdi, ben sevmedim;)

Yakında yanındayım, çok sarıldım canım.

justine dedi ki...

Ben çiçeklere kendi güzelliklerinden daha fazla anlam yüklemem Zapere, devrimci karanfiller derken gülme işareti koymuştum zaten (ah, şu smiley'ler olmasa, ne yapardık?;p). Çiçek doğası gereği güzeldir ve ben tüm çiçekleri severim.
Hmmm, çingene özgürlüğü... Evet, günü yaşamak güzel de güzel olmasına, gerçekte olmuyor sanki öyle vur patlasın çal oynasın durumları, böyle şeyler romanlarda filmlerde güzel bana kalırsa. Hayat Kusturica filmleri gibi değil bittabi;p
Çok sevgiler.

justine dedi ki...

Ya evet, var değil mi öyle bir laf;)) Gerede'ye gittiğimde en çok duyduğum söz, ilk öğrendiğim şey oydu, bilmem ki şimdi ne desem?;p

Kötü niyetli olmayan, bu lafa uymayan tüm Geredeli'leri tenzih edelim öyleyse.

Sevgiler.

Clea dedi ki...

hmmm evet biz Hasankeyf'deki yemeğimizi menengiç kahvesi ile sonlandırmıştık. hiç ama hiç hoşuma gitmemişti hatta bitirememiştim kahveyi. gerçi yanımdaki arkadaşım içtiğimin gerçek menengiç olmadığını söylemşti. sonra sülüklü han'da da içtim, onu da beğenmedim. tadına alışamadım belki de. neyse denemiş olduk. kedi meraktan ölürmüş:-)
çok öpüyorum, sarıyorum sarmalıyorum, hem seni, hem annişi.

justine dedi ki...

Menengiç kahvesini merak ettim bak şimdi de;) İstanbul'da Çiya'da içilebilirmiş, unutmazsam denerim belki.

Hâlâ başım bir tuhaf, dışarıya atayım kendimi, biraz hava alayım bari, kendime gelirim ihtimal.
Hoşçakal canım.

zapere dedi ki...

Yoo hayır filmlerde olmaz. Teyzem bir çingene hayatı yaşadı. Ve çok mutlu bir hayatı oldu. Ömrü boyunca Türk filmlerinde figuranlık yaptı. Sokakta gerdan kırdı yeri geldiğinde, gezmek istedi mi bir film ekibinin külüstür otobüsünde Anadolu'nun en ücra yerlerine gitti. Ünlü bir Türk Sanat Müziği bestekarından evlenme teklifi almış, onu geri çevirmiş istediği hayatı yaşayabilmek için.Boğaz vapuruna biner eline bir simit alır son durağa kadar gider dönerdi. Gerçek bir özgürlüğü başkalarınca "hayatını boş geçirdi" burun kıvırmasında özetlemek büyük bir hata bence(kasdım siz değilsiniz). En azından filmlerde 10-20 saniyelik görüntülerde yaşıyor hala teyzeciğim. Neriman Köksal'da bu anlayışta olan bir hanımefendiydi. Ruhları şad olsun... :)

Adsız dedi ki...

Afedersiniz kahve Güney Amerika'da üretilmiyor mu? Kürt kahvesi nedir o zaman? 1960 lı yıllarım GüneydoğuAnadolu'da geçti. Arap çayı derlerdi, kaçak gelirdi. Meğer binbir türlü yanlış usulle katkılandırılıp harmanlanıyormuş o çaylar. Bir milleti karalamamak için ne ile harmanlandıklarını söylemeyeyim.. Türk kahvesi yoktur mesela, pişirme yöntemi ile ünlendirilmiştir!!!

justine dedi ki...

Zapere, ne güzel bir teyzeniz varmış, bayıldım siz anlatırken;) Özgürlük filan falan, bu 'muğlak' lafları hemen bir kenara bırakayım da asıl meseleye geleyim, ben asla bir yaşam için "boş" demem, boş ve dolu geçirilmiş buna kimse karar veremez üstelik. "Hayatını boş geçirdi!", ne saçma, anlamsız bir laf, hiç sevmedim. Konuşacağız daha sonra, şimdilik bu kadar, hemen çıkmam gerek. Sevgiler.

justine dedi ki...

Sevgili Adsız, kahve konusu çok çok derin ve keyifli bir konu, daha sonra kahvenin tarihini uzun uzun konuşalım olur mu? Şimdi acil çıkmam gerek, çok sevgiler.

zapere dedi ki...

Teyzeme övgünüz için teşekkür ederim. Evet gençken çok güzelmiş.Kafkas kökenli sarışın yeşil gözlü 5 çocuklu bir hanımdı. Hayatının tamamı Kasımpaşa'da geçmiştir,Hacı hüsrev mahallesi, Beyoğlu, Yeşilçam Sokakları onu yad eder. Çingenelerin klarnet, def, darbuka eşiliğinde sokak arası danslarna katılırdı. Tipik bir İtalyan ailesi yaşantıları vardı(akdeniz ailesi).. Sinema sektöründen emekli aylığı bağlanınca biraz rahata erdi, yokluk yoksulluk içinde ama mutluydu...Onun sayesinde 7 yaşımda iki Türk filminde 5-10 saniyelik rol almıştım 1964 yılında(Hülya Koşyiğit'in bir filmi, diğeri ise Memduh Ün yönetiminde Fatma Girik filmi).. Türk sinema sektörünün o zamanki yokluk halini az çok bu yüzden bilirim. Çoğu yan roller santçılarının yarını bilmeden günlük yaşadıklarını, teyzem ve eniştem onlardan biriydi çünkü.. Türk sineması jönlerden ibaret değildir, ne yazıkki onlar para kazanırken diğer rollerdeki insanlar yövmiye usulü yarınları belirsiz o sektörü omuzlamışlardır.. Bu büyük bir hikaye fazla girmeyeyim. Ama bilinki kömür ütülerle ütülü, güzel elbiselerle seyrettiğiniz o insanların tamamı büyük yoksulluk içindeydiler. O elbiseler, takılar 5-10 saniyelik üzerlerindeydi.. Çoğu yoksulluğun pençesinden dünyayı terketti zaten...

justine dedi ki...

Sevgili Adsız, dün konuşamamıştık bugün iki çift laf edelim hadi;) Kahve hakkında aylar önce keyifli bir sohbet yapılmıştı burada.
Hatta yazımda kahvenin tarihine pek girmesem de güzel bir araştırmanın (Bir Fincan Keyif: Kahvenin Öyküsü) linkini vermiştim. Ben kahvenin anavatanının Etiyopya (eski adıyla Habeşistan) olduğunu biliyorum. Hatta isminin Etiyopya'da kahve yetiştirilen "Kaffa" isimli bölgeden geldiği söyleniyor. Nasıl bulunduğu hakkında çeşitli rivayetler var ve bu hikâyeleri okumak bana çok keyif veriyor. Dediğiniz doğru, kahvenin kökeni neresi olursa olsun günümüzde en çok üretim yapan yer Brezilya, yani Güney Amerika.
Kahvenin isimlendirilmesinin (ya da milliyetçi gelenekle sahiplenilmesinin) pişirme yöntemiyle ilgili olduğunu düşünüyorum ben de. Mesela türk kahvesini diğer kahvelerden ayıran en önemli özelliğin şekerinin pişirme sırasında eklenmesi olduğunu biliyorum. Kürt kahvesinin özelliği nedir bilemem, belki oralı bir arkadaş bizi bilgilendirir, güzel olur yeni şeyler öğreniriz. Yunan kahvesi için de aynı şeyi düşünüyorum, ben çok sert değilim bu konuda, belli ki kendilerine özgü bir pişirme yöntemleri var ve bunun için ayırıyorlar kendi kahvelerini diğerlerinden.

Yalnız benim dün yaptığım kahve görüntü olarak da farklıydı, açık renkliydi ve şekerli bir kokusu vardı. Belki kürt kahvesi diye isimlendirmelerinin nedeni budur ve kahve ithal edildikten sonra farklı bir işlemden geçiyordur. Bizim kahvelerin (türk kahvesi) Brezilya'dan gelmesi ve çeşitli şekillerde korunması ve bekletilmesi gibi mesela.

Her neyse, sizinle konuşurken kahve hakkında yazılmış kitaplara göz attım biraz. Çok hoş kitaplar yazılmış, sepete attım birkaç tanesini. Meraklısına;

http://www.idefix.com/Kitap/tanim.asp?sid=IDAK7LMG7K3KQ3F9EE5Y&searchstring=kahve

http://www.idefix.com/Kitap/tanim.asp?sid=JMUNC672P6QRW4WZQZA2&searchstring=kahve

http://www.idefix.com/Kitap/tanim.asp?sid=TSLBDNFG9K2KQEAANTUV&searchstring=kahve

http://www.idefix.com/Kitap/tanim.asp?sid=NYYPQDBLKK3KCGKBFX23&searchstring=kahve

Sizin sayenizde harika bir konuya daldım bugün, hem de kahvemi içerken;) Sevgiler.

justine dedi ki...

Sevgili Zapere, anlattığınız büyük hikâyenin nasıl olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Çok çok iyi biliyorum başroller dışındaki oyuncuların az kazandığını ve hayatlarının yarınları belirsiz yaşandığını. Benim kardeşim dizi sektöründe çalışıyor, yönetmen yardımcısı ve reji koordinatörü olarak. Öyle yoğun çalışıyorlar ki ve çok çok az ücretlerle. Hele oyuncularla kıyaslanırsa komik rakamlar. Çok üzülüyorum, böyle adaletsizlik, böyle bir vicdansızlık bana ağır geliyor. Onun için anlattığınız durum hiç şaşırtıcı değil, anlıyorum.

Neyse, şimdilik bu kadar olsun. Üzlüyorum bu konularda konuşurken. Sinirleniyorum.

Sevgiler, iyi günler.

zapere dedi ki...

Hıms, bilgiler için teşekkürler. Adsız benim (zapere) iki farklı konuda rumuzumu kullanmak istemediğimden adsız olsun adım demiştim.. Kuçu kuçu adı gibi oldu, ADSIZ.
Kahve tiryakisi değilim. Çaysız yapamam lâkin. Sabah kahvaltısı sonrası 5 çayımız vardır aksaksız. Velevki bir sebepten çay içmeyince "bugün eksik geçti neden?" diye sorarım kendime "aman çay içmedim ya" derim HATIRLAYIP hemencik. aH 5 çayı sonrası bir de gece 21.00 den sonra çay içerim. Abartısısdır, 3-4 bardak ve gayet açık tavşan kanı.....

Türk kahvesi eskiden bayram seyranda önemliydi. 1960 lı yyıllar çocukluğumun Anadolu'da geçen yıllarında Erzurum-Kandilli gibi kardan burnunuzu dışarı çok çıkartamadığımız bir muhitte komşuluk gerçekten çok çok önemli idi. Kurabiyeler, kekler kuzinelerin fırınlarında pişirilir, bayramlarda muhakkak Türk kahvesi usulüne uygun köpürtülerek, köpükleri de eşit dağıtılarak sunulurdu misafirlere..
Erkek çocuk olarak ben bile tam bir Türk kahvesi piri idim ki yaşım 8-9-10..
Bakır kalaylanmış cezvede fincan ölçüsü kullanılarak cezveye su konur. Mesela 2 fincan kahve yapacaksanız iki fincan su koyar, her fincan başına tepeleme bir çay kaşığı kahve ilavesi ile(veya dolu dolu olmayan iki çay kaşığı) . Sade, orta şekerli, şekerli kıvamında. Her taşımda köpükler fincanlara bölüştürülür cezvedeki kahve bir fincana aniden boca edilmez. İşin bir püf noktası da kullanılan(şimdi buzdolabından) soğuk su olmalı işe başlarken.Kahve her daim taze çekilmiş olmalı(evlerde kahve değirmenlerimiz vardı). Şekerin pişerken ilavesini pek hatırlamıyorum. Demek sizin usulü bir denemeli,.. :)

justine dedi ki...

Demek adsız sizdiniz Zapere, güzel, komikmiş bu;)

Ben kahveye bayılırım, türk kahvesi içmeyince günüm eksik kalır sanki, filtre kahve müthiştir, kokusu evi ve beni tazeler. Bir zamanlar kahve makinemi devamlı çalıştırırdım, evde taze filtre kahve hep hazır dururdu ama şimdi biraz tembelim sanırım, türk kahvesi yapıp günü kurtarıyorum. Bir de kahveyi sade severim, şekerli ve sade, sütü ve kremayı hiçbir içeceğe yakıştıramam. Çaya gelirsem; çay harikadır!;) Çay keyfi olmazsa olmaz. Benim de sabah kahvaltısından sonra (beş çayına denk geliyor saati, evet) ve akşam hangi saatte olursa olsun çay keyfim mutlaka vardır. Bazen -yalnız bile olsam- gece on ikide çay demlediğimi bilirim. Çayın demlenirken çıkardığı sesi çok severim; mırıl mırıl, kedi gibi ve evi tek başına huzurlu yapmaya yeter sıcak bir fincan çay.

Çay ve kahve arasındaki farkları ablam ve kardeşim Poliş'le bir gece geyik yaparken sıralamıştık, ikisinin de hastasıyız ve haliyle muhabbet çok keyifli olmuştu;)

Yine uzadı laf, yatmalıyım artık. Oysa bu konularda saatlerce konuşabilirim, çok eğlenceli. Bu gece eve geç girdim, arabayı kaldırıma koymak zorunda kaldım, yarın erken kalkıp çekmeliyim. Sinir bozucu durumlar, park yeri olmayınca böyle oluyor tabii.

Hızlı bir bitiş olsun; sevgiler.

:p

zapere dedi ki...

Ya evet, araç parketmesi EGO (erken gelen oturur) gibi oldu(Ankara'nın kulakları çınlasın).Geç kalan dona kalır hesabı.. Kahve tiryakisi değilim demiştim, 30 yıldır kahve pişirmedim bu derece yani. O yüzden çay kaşığı değil, bir büyüğü tatlı kaşığı hesabı kahve konacakmış(bilgi tazeleme için ablama sordum yorum yazımdan sonra).. Yanlış ölçü vermemi 30 yıla bağlayın artık. İyi sabahlar :))

justine dedi ki...

Evet, erken kalkan aracını koymuş valla, ve tuhaftır ki, benim dışımda herkes erken kalkmış!;p

Şimdi çektim geldim, bugün ilk defa umursamadım, arabaya ne olur filan diye, dün uyku tutmadı beşe kadar yatakta döndüm durdum, haliyle sabah kalkmak zor geldi. Kaldırımın kenarında çok mahsun duruyordu araba, tek başına kalkmıştı;)

Ablanız haklı, ben de kahve kaşığıyla yaparım hesabımı ve biraz daha fazla koyarım hatta. Kahve için hiçbir zaman geç kalınmış sayılmaz (benim özlü sözüm, şimdi uydurdum;)) keyif kahvesini deneyin bence.

Size de iyi sabahlar, günaydınlar olsun.

justine dedi ki...

Böyle de bir şey varmış, şimdi türk kahvemi içerken(!) seyrettim, ilginç;


Coffee: The Greatest Addiction Ever

Mehmet dedi ki...

Sanırım epey dağılmış olan konu, Kieslowski'nin Öldürme "Üzerine Kısa Bir Film"ini anımsamayı gerektiriyor. İzleyenler anımsayacaklardır,ceza olarak verilen "ölüm"ün, ucuz diyaloglarla çarpıtılmadan, derinlemesine irdelendiği nadir filmlerden birisi. Finaldeki idam sahnesi aylarca gözümün önünden gitmemişti. konu, insan ve ceza olageldiği sürece hep düşünülecek bir konu.

Bu arada, şehirlerde pek fark edilmeyen "Bahar" tüm donanımıyla, cümbür cemaat gelmiş. haberimiz ola!

justine dedi ki...

Merhaba Mehmet, görüşmeyeli nasılsınız, ve hemen sudeğirmeni'nin yeni tasarımının harika olduğunu söyleyeyim de arada kaynamasın, çok beğendim ben. Hatta bir yorum bırakmıştım oraya, çok oldu tabii.

Konu insan ve ceza olunca sonsuza kadar düşünülür evet, ya da hiç düşünmeden düşünenlerin acı çektiği, üzüldüğü uygulamalar yürütülür. Böyledir bu.

-----------
Bahar fark edilmez mi hiç, mis gibi kokusuyla, yemyeşil eriği ve kıpkırmızı kirazıyla geldi, pas geçer miyim onu;) Haber vermenize de ayrıca sevindim, bir gelir pir gelirsiniz hep, çok yaşayın siz;)

Sizi görünce yüzüm gülüyor benim, Sevgiler, iyilikler olsun hep.

Mehmet dedi ki...

Yazdığım yorumu okuyunca yaptığım yazım hatalarımdan utandım. Akşama doğru, balığa çıkmadan önce, aceleyle yazıdığım için oldu.

Az önce döndüm balıktan. (23.30) İki ağ attık denize, bir kilo balık bile çıkmadı. Ama ağları çekerken güzel bir yağmur yağdı. Onun zevki, gecenin en tatlı karı oldu.

Denizi seviyorum. bunun nasıl bir sevgi olduğunu, tanımlamamın kolay olmadığını biliyorum.

Bu aralar yoğun bir okuma temposu tutturdum. bir hafta içerisinde, beş kitap okudum. İki Sadık Hidayet, bir Ali Teoman, bir Maupassant, bir de Morel'in Buluşu. Hepsi de beğeniyle okuduğum kitaplardı. Morel'in Buluşu ile ilgili izlenimlerimi toparlayıp, yazmaya çalışıyorum birkaç gündür. Kitabı bitirir bitirmez tekrar baştan okumaya başladım. Bu yıl okuduğum en iyi kitapların içerisine girmeye aday bir kitap olduğunu söyleyebilirim.

Daha sırada okunacak, çok güzel olduğunu düşündüğüm, Alıklar Birliği, birkaç Saramago, Fuentes'in öyküleri, Bolano'nun son romanı gibi uğraklarım var.

Hayırlısı!
Neyse.

justine dedi ki...

Denizi seviyorum ben. Bu ne kadar sade ve ne kadar güzel bir cümle. Denizi ben de, çok çok çok seviyorum. Hatta şöyle; yüzerken yüzümü dağlara ya da denizin kendisine çevirip (asla kıyıya, insanlara değil) sırtüstü yatarak kulaklarımda suyun sesi hiç hareket etmeden durmak en mutlu olduğum anlardan biridir. Denizsiz olamam ben.

Morel'in Buluşu'nu merak ettim, bende yok o kitap. İlk fırsatta alıp okumalıyım, biraz baktım da gerçekten ilginç. Elimdeki kitaplar hep böyle vesilelerle aralanıyor, araya başka kitaplar giriyor. Benim hoşuma giden bir durum bu.

Alıklar Birliği'ni lütfen, lütfen okuyun Mehmet, çok seveceksiniz, eminim. Her zaman söylerim, hayran kaldığım romanlardandır Alıklar Birliği. Çok sevdiğim kitapları, sevdiğim insanların da okumasını isterim, üstelik hemen okusunlar isterim. Çok sabırsız bir tipim ben, hiç değişmedi bu özelliğim;) Okuyun lütfen.

Çok geç oldu, yağmur yağmaya başladı burada. İyi geceler size.

Adsız dedi ki...

Deniz güzeldir. Denizciler bedavacı. Toprakla uğraşanlar toprağa birşey verirler.Gübrelerler, bakarlar. Balıkçılar yalnız alırlar, habire. Denize birşey de vermezler. Yok verirler, motorlarının yağını mazotunu sintinesini. Çiftçi ile balıkçı aynımı sizce.Biri toprağı iyileştirmek için işlerken diğeri yanlız alır ve denizin birde gözünü oyar habire habire.

justine dedi ki...

Hmmm Adsız, Zapere?;)

Ben öyle düşünmüyorum, usulünce yapıldığı sürece her iş anlamlıdır ve zararından çok faydası vardır. Balık hastası değilim, severim yerim ama olmasa da olur, yine de balıkçılar lazım bu dünyaya. Çiftçi ile balıkçıyı karşılaştırmadım hiç, gerek de yok öyle bir kıyasa. Hem bazı çiftçilerin kesip biçtiğini de tahmin etmek zor değil, tamam siz hep verenini görmüş, tecrübe etmişsiniz ama;)

Sevgiler.

zapere dedi ki...

hA HA bütün adsızlar ben değilim, günahımı almışsınız !!!

zapere dedi ki...

Adsız kardeş acıcık doğru demiş gibi. Denizin yarasına merhem olmak gerek. KAybolan balık türleri korkunç bir gerçek. Balıkçı hasat etmekle meşgul. Hasat etmekse üretmek değildir, var olanı biçmektir.

justine dedi ki...

Yok canım, kötü bir şey düşünmedim ki günahınızı alayım;)

Biraz doğruluk payı var evet, ama dedim ya, her şey usulünce, işin adabıyla yapılmalı, yoksa tüm işlerde zarar verme vardır, olur.

zapere dedi ki...

Biraz mı? Tarımla amatörce uğraşıyorum. Ektiğim şey domates, onlar için arı aldım, tozlaşma arttırımı için. Ve arı otu denilen çiftçinin işine yaramayan yabani bir çiçek diktim. Bütün bunlar doğa için büyük kazanımlar. Arıların yaptığını ise hiç söylemeyeyim. Ve benim bütün bu işler için verdiğim emek + maddi imkan seferberliğimi. Traktör ve diğer ekipmanlar balıkçının teknesine eşdir. Denize balık eken kaç kişi var? Balık çiftlikleri de büyük zararlar vermekte. Yaptığım iş tamamen organiktir, çiftçi giderek organiğe yöneliyor. Kimyasallar çok pahalı ve bu sayaede topraklarımızın büyük bölümü temiz kalabilmiş durumda. Köylü kimyasala para verecek durumda değil, bilmeden bir çeşit artımız olmuş bu durum..:))

justine dedi ki...

"Biraz" ölçüsünü koyan sadece ben değildim, sizdiniz aynı zamanda, "Adsız kardeş acıcık doğru demiş gibi.", bu cümle size ait, ben size katılmıştım;)

Bilmemek doğaya artı olarak dönüyor değil mi? Ne büyük ironi, ama güzel. Mailime gönderdiğiniz linklere de baktım, elinize sağlık. Çok çok önemsiyorum yaptığınız işi, çok önemli ve değerli bir uğraş bu. Kolay gelsin, çok sevgiler.

zapere dedi ki...

Oh hayır, acıcık derken ben Adsız Kardeşin sözlerinden alınabilecek olan laf attığı arkadaşı üzmemek adına öyle söylemiştim. Gerçek sert olabilir, o sertlikte diyalog bitirici olabilir. Ufak başlarsınız bir konu üzerinde minazara(tartışma değil münazara) yapabilmek için. Fikir alışverişi taktak masaya vurarak yapılmaz, karşılıklı diyalg ile en çetrefil konular bile konuşulabilir.Yeterki sertlikle girişmeyin işe.. :)

justine dedi ki...

Münazara deyince aklıma çok güzel bir Yıldırım Türker yazısı geldi. Dört beş yıl olmuş yazı yazılalı, benim kesip sakladığım yazılardandı bir zamanlar. Şimdi net var, köşe yazısı kesip saklama alışkanlığım bile tarihe karıştı;)

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6733

Sohbetler güzel güzel konuşarak olur, zaten kavga filan sevmem ben, nefret ederim hatta. Böyleyken böyle.

zapere dedi ki...

Verdiğiniz link adresindeki yazıyı okudum.. Münazara adına şiddetle itirazım var o yazıya. Belli ideolojik fikir temsilcileri ile bir toplantıya katılıyorsanız onlarla münazara(fikir alışverişi) yapılmaz zaten. Yazıyı kaleme alan kişi orada tavsadığının farkında mı acaba? ideolojik düşünce sahipleri ile olanca sertlikle tartışırsınız, münazara yapmazsınız.. Ve Tv'lerde açık oturuma çıkan akademisyenlerin çoğu bir tarafın silahşörleri maalesef.. Onları da hiç aklamasın reca ederim.. :))

justine dedi ki...

Türker'in bahsettiği programı tesadüf ki seyretmiştim, yazıda değerli profesör derken Ahmet İnsel'den bahsediyor. İnsel'in aklanmaya ihtiyacı yoktur, oldukça sağlam bir duruşu vardır zaten. Sadece onun yanında olduğunu, desteklediğini söylemeye çalışmış Türker. İkisini de severim ben. Programdaki, yazıda bahsedilen ve benim görüşlerini paylaşmadığım, sevmediğim isim ise; Namık Kemal Zeybek'ti.

zapere dedi ki...

Link adresi verdiğiniz yazarın hiçbir yazısını okumadım şimdiye dek. Az önce araştırdım kimdir bu adam diye.. :)


http://www.zapere.blogspot.com/2009/05/honnkk-yani-bismillah-diyeyim.html

zapere dedi ki...

Malcolm X in sevdiğim bir sözü vardır...

http://imageshack.us/photo/my-images/128/dikkatzqj7yn1.jpg/sr=1


O yüzden gazetelere prim vermem. Birine hayran olmak gerekiyorsa, aynadaki aksinize bakın derim. Fikirleriniz doğru yanlış olabilir fakat en azından olduğunuz gibisinizdir..!! :)

justine dedi ki...

;)

Hayranlık eskide kaldı, ben kimseye hayran olmam. Belki lafın gelişi hayranım kelimesi çıkar ağzımdan ama işin aslı, bahsettiğim kişiyi sevdiğim, beğendiğimdir. Yıldırım Türker'i severim ben. Bana kalırsa okuyun yazılarını, sağlam biridir. Her neyse ben severim, Ahmet İnsel'i de öyle. Bu devirde sağlam duruşu olan birini bulmak zor. Gazeteler mevzusuna ise hiç girmeyelim, iki yıldır gazete okumuyorum ben. İşte, nöbette bazen göz atıyorum o kadar, can sıkıyor, midemi bulandırıyorlar.

Böyle işte durumlar.

zapere dedi ki...

İnanın sağlam duruş yoktur, masanın önü ve arkası vardır. Bugün masanın arkasında olanlar birgün gerisinde kalacak. Mazlum zalim olacak, zalim ise mazlumu oynayacak. Siyaset bir oyundur, orada 2x2=4 etmez. İsteklere göre bükülür. Beğendikleriniz azılı beğenmediklerinize dönüşebilir. 1970 lerin bize verdiği ders budur. Bahsettiğiniz kişiler kimdir bilmiyorum, fakat tabu yıkmak da birşeylere hizmetin yolu. Siyaset yapıyorsa bir kişi asla masum değildir. Süzgecim kendi aklımdır, baş vurduğum yer de o'dur!...

justine dedi ki...

Anlamadım ki ben sizi, ne demek istediğinizi. Sağlam duruş elbette vardır, ben sağlam durmaya çalışırım mesela ve yakınlarımın, iletişim kurduğum kişilerin de öyle olmasını isterim. Bahsettiğim kişiler siyasetçi değil bir kere, birisi akademisyen diğeri de yazar. Siyaseti ben de sevmem, fakat bunun konumuzla hiç ilgisi yok. Söylemişsiniz zaten tanımıyorum o kişileri diye, öyleyse hiç uzatmaya gerek yok. Ve elbette herkesin süzgeci kendi aklıdır, öyle olmalıdır.
Sevgiler Zapere.

zapere dedi ki...

Açık biryerden tartışmayı sevmiyorum. Akademisyen ya da yazardır uğraşmıyor, aksine herkes siyasetle uğraşır. Sizin bile siyasi görüşünüz, oy kullandığınız yeri geldiğinde fikri şiddetle savunduğunuz görüşler vardır. Hayatınızda siyesetin yerinin azlığı çokluğudur sizi diğerlerinden ayıran. Bahsettiğiniz kişilerin internet genel portresinden sol tandanslı olduklarını farkettim. Türkiye sağ-sol kavgasından çok çekti. Ne dediğimi anlayamamanız gayet normaldir, o yılları yaşamadınız. Şimdi herkes birşey fakat Atatürk bir zamanlar herkesin umacısıydı, şimdi geçici simgeleşmesi birşeyi değiştirmiyor.. Daha fazla siyaset yapmayacağım. Sevgiler, iyi geceler :)

Adsız dedi ki...

Maillerinize bakmaz mısınız siz? :)

justine dedi ki...

A, hemen bakıyorum, bir dakika.

Adsız dedi ki...

You have some genuinely beneficial information composed here. Good job and keep posting good stuff.
HTTP://www.KneeNeckBackPain.com/

Mehmet dedi ki...

Victor Hugo - Bir İdam Mahkumunun Son Günü'nün E-Kitabı. Sadece bazı bölümlerde alıntı yapmada kolaylık sağlar diye düşündüğümden. Yoksa kitap okumanın aynı zamanda bir kağıdıyla temas, kokusunu almak, dilediğim en karanlık köşeye çekildiğimde bile, sayfalarından yayılan ışıltıyı görmek demek olduğunu biliyorum.

http://www.mediafire.com/?x5zw25h7bns2sb2

justine dedi ki...

Çok teşekkürler Mehmet, sağolun.

Kitap okuma konusunda aynı şeyi düşünüyorum. İdefix roman alıntı yarışmasında bookeen hediye etmişti, ben de C.'ye verdim. O fazla kitap taşıyordu yanında, çok yük oluyordu, kolaylık oldu onun için. Ben kitabı, kitap şeklinde okurum sadece. Alışmışım kitap sayfalarını çevirmeye, kokusunu duymaya. Eh, yanımda fazla kitap taşıma durumum da yok, okuduğum kitabı, ya da en fazla bir tane daha atarım çantama. Böylelikle, dediğiniz şeyi çok iyi biliyor, derinden anlıyorum;)

Link için tekrar teşekkürler, sevgiler.

Mehmet dedi ki...

Yanımda fazla kitap taşıma benim de sorunum Ama artık buna alıştım. Kendimi bildim bileli, bu halim bana hep yük oldu En son Polatl'dan taşınırken bile kitapları koca kamyonda koyacak yer bulamadım da, ayrı, daha küçük bir kamyonetle göndermiştim. Hiçbir zaman yanıma bir kitap alıp, (kitap almadan çıkmak seçenek olmadı) bir yere gidemedim. Hep ya çabucak biterse, ya beğenmezsem, ya arada başka bir şey de okumak isteği duyarsam(öykü-şiir-vb) gibi dürtülerle, çantadaki kitaplar çoğaldı, gömlekler, pantolonlar geri yerine kondu.

Neyse. Sevgiler.
Bandırma'dan geçerseniz görüşüp, tanışmak isterim. Buradan tren var İzmir'e. Tren Yolculuğunu çok beğeniyorum.

justine dedi ki...

Çok çok isterim tanışmayı Mehmet, hem tren yolculuklarına ben de bayılırım.

Bakalım neler olacak ileride, belki yolum tesadüfen oralara düşer ya da ben yolumu Bandırma'ya düşürürüm.

Sevgiler size de.