Cumartesi, Şubat 16, 2013

insan kalbini kesip biçen öyküler ve aşk işleri


Bu güzel sofrayı aklıma radyoz'nin sahibesi, sevgili Zelda soktu, o farkında değildir tabii, ama ben onun yemyeşil masasını görünce acilen yeşil(!) bir şeyler yemeliyim dedim. Bahsettiğim masada balık filan yoktu sanırım, üstelik rakı baş karakterdi büyük ihtimal, olsun ben balık ve (muhteşem) fırında kremalı patates ilavesiyle roka salatalı güzel bir akşam yemeği hazırladım kendime. Bu fırında patates harika bir şey, tarif vereyim mi belki yaparsınız? Veriyorum;) Şöyle; patatesleri ince dilimler şeklinde kestim, fırın kabına yerleştirdim. Yok hayır, yanlış söyledim, ilk önce dilimlediğim patatesleri öğütülmüş tuz ve baharatlarla karıştırdım (kekik, fesleğen, karabiber kullandım ben), sonra biraz krema kattım ve işte bu işlemlerden sonra fırın kabına yerleştirip önceden ısıttığım fırına koydum. İki yüz derecede pişirdim ve yarım saate ayarladım fırının alarmını, yetti o süre. (ayarlamasam kesin unutuyorum, çok dalgınım) Sonra da üzerine kaşar ilave ettim, üstü kızarana kadar tekrar fırında beklettim, bu kadar. Çok lezzetli bir garnitür, yapınca bana hak vereceksiniz.

Hayat yemek filan oyalamasıyla kör topal gidiyor değil mi? Öyle. Çok şey var yapılması gereken, bekliyorlar bir köşede. Doktor kontrolüm var, gitmedim, rutin sağlık taramasını bu sefer pas geçtim, ki o benim için kolaylıktı. İş yerindeki altı ay arayla yapılan bu taramalar benim tembelliğimi ve boşvermişliğimi kolaylaştırıyordu. Eh, nasıl olsa tarama yapıldı, laboratuvar sonuçları da elimde doktora gidip, bir görünmek kolay iş diyordum. Dim, dum, duma duma dum oldum valla, kaldı öyle. Kalsın bakalım.

Yalnız evi temizletsem iyi olacak, bir süre boş verince iyice kirlenmiş her yer, bugün biraz mutfağa gireyim dedim de, of ne çok sürdü, yaptığım da bir şey olsa canım yanmayacak. Buna da miş mış diyelim, geçelim hadi.

Geçenlerde, sabahın köründe yatağa girdiğimde böyle uyumayayım dedim, yorgun ve uykusuzdum ama nöbetin ağırlığını da atmak istiyordum üstümden. Unutmak için kurgu!, bu sloganı sevdim, her eve lazım;) Ne diyordum, hah, Flannery O'Connor'ın İyi İnsan Bulmak Zor kitabından rastgele bir öykü seçtim kendime "Kurtardığın Hayat Seninki Olabilir", öykünün adı. Sadece bir iki sayfa okuyup uyuyacaktım güya, öyküyü bitirmeden bırakamadım elimden kitabı, çok etkilendim. Anlatmayacaktım aslında öyküyü, birazdan -uyumasam bile- yatağa gitmem gerek, yarın çoook uzun bir gün olacak. Hmmm, ama bahsettim şimdi, anlatmamak olmaz.
 (bu harika illüstrasyonu şu siteden buldum. öykünün başka kareleri de var orada. çok hoş.)

Öykü, Bay Shiftlet adında bir adamın, yaşlı bir kadın ve kızının yaşadıkları evin civarında dolanmasıyla başlıyor. Bay Shiftlet, zayıf, hırpani kıyafetli, bir kolu olmayan bir adam, yaşlı kadınla konuşmalarından -hafif ya da ağır bilemem- felsefe yapan, derin derin düşünen bir adam olduğunu da anlıyorum ben, yaşlı kadına ilk sözlerinden biri; "güneşin her akşam aynen bunu yapıp gözlerime bayram ettireceği bir yerde yaşamak için servet verirdim", oluyor. Yaşlı kadının cevabı daha felsefi; "burada her akşam yapar". Müthiş bir kanıksamışlık ve sakinlik;) Kadının kızı otuz yaşlarında zihinsel engelli bir kız. Konuşamıyor, hareketleri dengesiz. Adam ağır mı ağır, düşünsel saptamalarıyla yaşlı kadını biraz sıkıyor ama yine de sohbet ediyorlar. Kadınla, sadece yemek ve bahçedeki hurda arabada yatması karşılığında öte beriyi tamir etmesi için anlaşıyorlar. Yaşlı kadın bahçedeki arabanın kocası öldüğünden beri çalışmadığını ve onun öldüğü gün çalışmayı bıraktığını anlatınca; "ee, artık hiçbir şey eskisi gibi değil bayan, dünya çürüdü çürüyecek", diyor Bay Shiftlet. "orası öyle", cevabını alıyor. İnsan kalbini bir tavuğu incelermiş gibi didik didik inceleyen doktorlardan bahsediyor Bay Shiftlet, ve ekliyor; "o kadar incelemeye, insan kalbi hakkında yine de senden benden fazlasını bilmiyorlar", "daha söyleyeyim, o bıçağı alıp kalbin her yanını ayrı ayrı kesip biçseydi de, yine senin benim bildiğimden öte bir şey öğrenemeyecekti. nesine bahse girelim", diyor. "hiçbir şeyine", diyor yaşlı kadın, çünkü onun aklında başka bir şey var; daha somut, daha faydalı bir şey. Zaman geçip adamın işlerine yaraması hoşuna gidiyor yaşlı kadının, kızıyla evlenmesi için nabız yokluyor. Kızının taş çatlasa on beş on altı yaşında olduğunu söylüyor,"hem çulsuz, hem sakat, hem kimsiz kimsesiz, hem ipsiz sapsız adama şu dünyada yer yok", diyor. Bu kısmı aynen yazmalıyım, Flannery O'Connor'ın tasvirleri öyle güzel ve etkileyici ki özet geçmek yazık olacak.
"Bu çirkin sözler bir ağacın tepesine üşüşen akbabalar gibi Bay Shiftlet'ın kafasına çöreklendi. Hemen cevap vermedi. Kendine bir sigara yaktı, sonra sakin bir sesle, "Bayan," dedi, "insan iki kısımdan oluşur, ruh ve bedenden." 
Yaşlı kadın dişetlerini birbirine kenetledi.
"Bir ruhtan ve bir bedenden," diye tekrarladı adam. "Beden, bayan, ev gibidir, bir yere kımıldamaz; ama ruh, bayan, işte o bir otomobil gibidir: Sürekli hareket halindedir, sürekli oradan oraya..."
Böyle işte, sonra adam kızla evleniyor, bahçedeki hurda arabayı da tamir edip yaşlı kadının parasıyla boyatıyor. Ondan sonra mı? Yok, gerisini anlatıp mahvedemem okuma keyfinizi;) Bu kadarını bile yazmaya niyetim yoktu ya, ne oldu bilmem. Başladım mı duramama huyum var.
Plan benim için hep fasarya;) Oysa ben, kısacık bir yazıyla akşam soframı anlatacak, insanı düştüğü bunalımdan -geçici de olsa- sadece aşkın kurtarabileceğinin dedikodusunu yapacak (sakın öyküyle bağlantı kurmayın, orada aşk yok) ve konuyla çok uyumlu harika bir albümü yazıya koyup öyle uykuya gidecektim. Yarın nöbetim var, uzun nöbetlerden. (kısalara tahammül etmek kolay, uzunları -24 saat- beni öldürüyor) Yine uykusuz kaldım böylelikle, neyse. Geç olsun, güç olmasın madem, müzikler aşağıda. Miles Davis'in bu albümünü Poliş'le çok dinlerdik eskiden. Alırken kapağına bayıldığımı hatırlıyorum. Sade ve silik. Aşk böyle olmalı, desem;p O kadar da uzun boylu değil, felsefeyi öykü kahramanlarına bırakalım, hem, "aşk maşk buz gibi yaşayacaksın", demiş şair, bu daha iyi. Buyurun o zaman;
 

p.s.: Bilmem sıkılıyor musunuz, ama ben son günlerde hep O'Connor okuduğum için bir süre daha onun muhteşem öykülerinden bahsetmek istiyorum size. Bilen zaten biliyordur da, bilmeyenlerin şiddetle okumasını isterim onu. Dilinden, zekasından, espri anlayışından kısaca her şeyinden hoşlanıyorum bu kadının, sevgi ya da aşk böyle bir şey sanırım.

12 yorum:

matias dedi ki...

ohh be guzel izmir:))

justine dedi ki...

;)

Şimdi nöbetteyim Matias, ve uykum var, hep bu yazının suçu, hep:/

matias dedi ki...

juss, ah min el-ask ve minel-garaib:))

Zelda Capulet dedi ki...

hey justine çok güzel görünüyor... ben rakıyı genel olarak hafif yiyeceklerle severim peynir, zeytinyağlılar, salata, zeytin ve otlarla en çok. o akşam da rakıma bol bol ot, peynir, zeytin ve karışık otlardan oluşan bir mücver eşlik. eşimle epeydir rakı içemiyorduk sakince. malum hayatın ritmi ağır. o gece kaçtık, çok güzeldi. rakının sohbeti bir başka güzeldir değil mi?

pelinpembesi dedi ki...

justine, cuma ben de temizlik yaptırdım. bugün de kurabiyeler yapıp evde tembellik yaptık ailece. sofran da gece gece iştahımı harekete geçirdi. yazın da geçen yazarı hiç okumadım ama hemen not aldım. sana iyi nöbetler diliyorum..

justine dedi ki...

Matias, sakın aşk deme bana, sakın!

Şaka yapıyorum, fenayım bugünlerde ondan bu sinir, sevgiler;)

justine dedi ki...

Zelda, merhaba.
Fotoğrafta mücveri görmüştüm, aslında soracaktım sana o gördüğüm mücver mi diye, unutmuşum. Çok severim ben kabak mücverini (başka sebzeyle oluyor mu acaba, niye kabak mücveri dedim bilmem;)), bir zamanlar sık yapardım. Beyaz peynir de katardım ben, harika olurdu.

Rakının sohbetine gelirsek... Hmmm, bilmem ki? Ben rakı içmeyeli öyle çok oldu ki, rahat on beş yıl olmuştur. En son Gerede'de içtiğimi hatırlıyorum, ağzımda kötü bir anason tadı kalmıştı. Şimdi rakılar mis gibi kokuyormuş, anason kokusu baskın değilmiş, çok çeşidi varmış, bilenler böyle diyorlar, inanıyorum, doğrudur. Ama ne bileyim, rakı birden açıp içilmez sanki, bir ortam oluşmalı, bilenle içmeli, ona özel mezesi olmalı, vs. vs. Bira gibi değil diye düşünüyorum, haksız mıyım? Sen eşinle harika bir ortam yaratmışsındır, bundan eminim, orada olsaydım rakıya tekrar merhaba derdim bak, güzel olurdu;)

Çok sevgiler Zeldacığım, eşine de selamlar.

justine dedi ki...

Buket, gönül rahatlığıyla tavsiye ederim Flannery O'Connor'ı, eğer sağlam öyküler okumak istiyorsan O'Connor, listenin başında olması gereken bir yazar.

Keşke ben de temizlik işini halletmiş olsaydım, yeni temizlenmiş, mis gibi bir evde tembellik keyfi yapmak başka hiçbir şeyle kıyaslanamaz.

Bloğuna koydun mu kurabiyelerini, hemen bir bakayım. Bir süredir, iki üç yer dışında hiçbir yere bakamıyordum, iyi bir başlangıç olur hem.

Niye havalar böyle son günlerde bilmem, canım çok sıkkın, hiç keyfim yok. Neyse, geçelim benim dertlerimi;) Çok sevgiler, selamlar.

(Net gidip geliyor, milyonuncu kez hem de, delirmemek işten değil.)

Zelda Capulet dedi ki...

sırayla;

sağlık kontrolünü ne olur ihmal etme tamam mı?

ben rakı severim. ama sakince, masadan kalkmadan, sohbetini sevdiğim insanlarla, uzun zamanlara yayarak içmek isterim. bir tür ayin gibidir benim için... biraysa pek hazetmediğim bir içki. bir deniz kısıyında bir de yine sıcak yaz günleri iş dönüşü dolabı açıp buz gibi bir bira açmak iyi gelir bazen... kırmızı şarapsa en büyük keyiflerimden; eskisine göre daha az içki içiyorum...

evet itiraf ediyorum.hiç flannery o'connor okumamıştım. dün akşam aldım bir kitabını, okuyunca ne düşüdüğümü mutlaka paylaşırım...

kendine dikkat et lütfen...

justine dedi ki...

Sırayla;

-Peki. ;)

-Hepsinin yeri ayrıdır benim için de; bira sıcak yaz günlerinde buz gibi tadıyla harika gider, kırmızı şarabı çok, çok severim, rakıyı ise unuttum;)

İyi bir içici değilim ben de, iki bira yetiyor, fazlası kötü yapıyor beni. Yazın daha çok arıyorum birayı, kışın çay başka hiçbir şeyi aratmıyor. Eh, kahve de var;p

O'Connor'ı yıllardır okumak istiyordum ben, ama fırsat olmamıştı bir türlü. Olsun, geç oldu, ama iyi ki oldu, çok memnunum onu tanıdığım için. Sadece şunu diyeyim; geçen bir öyküsünü okumuştum, yine uykuya dalmadan önce, Talih Kuşu diye, onu hiç ama hiç sevmedim. Genellikle böyle olmaz, sevdiğim bir yazarın ya her şeyini beğenirim ya da eh işte derim, sıradan bulurum. Fakat Talih Kuşu gerçekten kötüydü, nefret ettim o öyküden. Bu da seninle aramızda kalsın:)

Teşekkür ederim ilgin için, sevgiler.

alkım doğan dedi ki...

justinecim,
kendime sakin bir zaman yaratıp flannery o'connor öyküleri okuyup (daha önce hiç okumadım ve çok özendim sen anlatınca) yaptığım limonlu kurabiyelerden (tarifi bir kağıda yazdım, öyle duruyor) yemek istiyorum;)

ne oldu bilmiyorum ama günler bir telaş içinde akıyor. sevmiyorum bu telaşı, bana fazla geliyor. yavaş yavaş daha küçük ve baş edilebilir bir şehre yerleşme fikri ağır basıyor bende. istanbul artık fazla yorucu. bir dokun bin ah işit oldu, di mi:)

öpücükler justine! çok güzel geçsin günün:)

justine dedi ki...

Alkım, hoşgeldin;)

Kafam azıcık iyi, biraz önce eve geldim, hemen çay koydum az sonra kendime gelirim;)

Aslında hiç güzel anlatamadım biliyor musun, iyi oldu bu konuyu açman. Söylemek istiyordum, ama ya unutuyor ya da fırsat bulamıyordum. Her neyse, güzel anlatamadım O'Connor'ın öykülerini, yazıya o amaçla başlamamıştım, ertesi gün nöbet var diye erken yatacaktım, şudur budur, kısa kesip geçtim ama aklım kaldı inan son yazıda. Oysa ben uzun uzun anlatmak, öykülerden bahsetmek ve hatta en sevdiğim öyküleri alıntılarla beraber yazmak istiyordum. Olmadı işte.

Neyse, belki bir yazı daha yazarım bu konuyla ilgili, çok isterim.

Hadi İzmir'e gel;) Burası sakin ve yavaş bir şehir, öyle yavaş ki insanlar yürüyen merdivenin niçin sağında durmaları gerektiğini bile bilmiyorlar;p Nedir yani, yürümek istiyorsan normal merdiven kullan acelen ne kafasındalar;)

Kocaman sarılıyorum sana, çok sevgiler Alkımcığım.