Salı, Nisan 10, 2012

anlatılamayan kiraz ve sisler ardında bir çocukluk

(foto şuradan. orası da başka bir yerden almış. "...derken karanfil elden ele..." gel de edip cansever'i anma;))

 
 (Bir Dalda İki Kiraz)

İlk defa bir yerde kitabımı unutuyorum. Yazıya böyle yekten daldım, çünkü bu unutkanlık yüzünden -sanki- hayatımın akışı değişti;p Tamam, abartıyorum, ama biraz olsun doğruluk payı var bu dediğimde. Anlatayım; geçen Cumartesi nöbetçiydim, 24 saat. Pazar sabahı eve geldiğimde çantamda eksik bir şey olduğunun farkındaydım fakat ne olduğunu bilememiştim. Neyse işte, duş, kahvaltı, uyku, şu bu derken dinlendim ve aklım başına geldi; evet benim idam mahkumu kaçmış. Burada kesin söylemişimdir, İdam Mahkumunun Son Günü romanını okuyordum, üç günlük boşlukta da bitiririm diyordum. Olmadı tabii, kitap yok ortada. Hastaneyi aradım, arkadaşa etrafa bakmasını söyledim, belki üç-dört kere aramışımdır, yokmuş. Abla, baktım hiçbir yerde yok, diyor kız. Bu arada küçük bir ayrıntı, bizim radyolojide herkes ablalı abili konuşur birbiriyle ve bu bana tuhaf gelir. Yeni değil, yıllardır tuhaf ve yanlış gelir bu sesleniş bana. İşyerinde tabii, yoksa dışarıda isteyen istediğini desin. Hmmm bir dakika, bakmayın "yanlış" dediğime, ben de sizli, bizli, beyli hanımlı filan konuşmam, isim neyse o; ali, ayşe, ahmet, mehmet, yaş farkı ne olursa, nasıl olursa olsun, böyle. Mağazalarda görevlilerin de aylin hanım (hep bir aylin vardır), berkecan bey (bu modern bir ad, pekâlâ olabilir) diye konuşmaları güldürür beni. Uzattım, hemen geçiyorum. Sonuçta kitap ortada yok. Orada olduğu kesin, çünkü nöbette bir sayfa bile olsa, okudum. Tomografiye de bakar mısın, demiştim aradığım kişiye, bulursa haber verecekti, bulamadı ki aramadı. Rahatsız etmemek için ben de bıraktım, kim bilir nerede çıkacak kitap? Öyle yorgun ve uykusuz bir nöbetti ki, bir de benim komik dalgınlığım (c.'ye selam;)) girince işin içine iyice zorlaşıyor durum. Dolabımın içine koymuş olabilirim diyorum, bakalım. Ne çok uzattım yine. Kitap olmayınca hangi kitaba, neden başladığımı söylemek, böyle zor bir şey işte benim için. Komik olan, bu hâlimle twitter işine de girdim, kısa cümle kurmayı becerebilecekmişim gibi. Bir cümle yazıyorum, kes-biç kaç  rötuşla yolluyorum bilseniz, acırsınız bana;) 
Evet, dün gece kırgın hissediyordum vücudumu, daha yeni hastalık atlattığım ve antibiyotik kullandığım için biraz sinir yaptım bu soğuk algınlığı işine. Sinirlenince güzel olmanın dışında alıklaşıyorum da, aynen öyle oldu; sabah nurofen ile başlayan ilaç maceram, akşam a-ferin sinüs ile devam etti. Birbirine yakın saatlerde aldığım parasetamol ihtiva eden üç ilaç, beni gece olunca çok şeker bir şey yaptı. Yıllardır salonda yatmayan ben, neden salonda yatmıyorum ki, sanki evde başka biri var, yatak odasına gitmek zorunda mıyım, diye sorular sormaya başladım, film seyrederken ne de güzel uyunur, hem yatarken şehrin ışıklarına bakar uyurum, gibi romantik kurgular da aklımdan geçti elbette. Özetle, uzun zamandır aklımda olan filmi ekrana yansıttım ve izlemeye başladım. (güya ben hazırlık yapmayacak, yatağıma gitmeyecektim değil mi? tabii tabii, dişlerimi fırçaladım, diğer bilgisayarı kapattım, yanıma çerez koydum, battaniye az gelir diye küçük bir battaniye daha aldım, koltuk yastığı rahatsız eder diye yastığımı getirdim, hiç hazırlık yapmadım yani;p)



Victor Erice, benim için önemli bir yönetmen, onun Arı Kovanının Ruhu filmini ilk seyrettiğimde hissettiğim şeyi, bana yaşattığı, o anlatılması zor duyguyu unutamam, işin aslı "özellikle" unutmam. Erice, dokunmadan sarsan bir yönetmen, dağıtmadan, bozan. Dün gece Arı Kovanı... filminden on yıl kadar sonra çektiği El Sur filmini (sanırım "Güney" diye çevrilmiştir) seyrettim. Çok güzeldi. Filmin temelinde yönetmenin anlatmaktan bıkmadığı "aile" var yine. Aile ve onun yarattığı ruhsal travmalar. Ben Arı Kovanının Ruhu filmini seyrederken kendimi küçük Ana yerine koymuştum. Her şeyiyle benim küçüklüğüme benziyordu o kız; konuşması, oyunları, korkusu ve endişesiyle. Bu filmde de Ana'nın yerini Estrella almış. Aynı hüzünlü bakış, düşünceli, doğanın sesiyle uyumlu yavaşlıkta geçen bir çocukluk, korku ve endişe ise hep var. Estrella'nın babası, kızın hayalindeki güçlü baba imgesinin aksine silik bir görüntü. Herkes, uzaklarda titrek bir hayale sığınır, sıcak güney şehirlerine, baba başka bir kadının hülyasına. Sonra işte, hayal gerçeklere çarpar, bir silah sesi duyulur, sarkaç durur, kız büyür. Biz kızlar, böyle kadın oluruz. Bir yerlere çarpa çarpa. Ben hiç "babasının kızı" olmadım, babacı kızlardan değilim, belki babam, ben on üç-on dört yaşlarındayken öldüğü için böyle oldu bu, belki hep böyleydi. O kızları bilirim, büyük, güçlü bir gölgenin serinliğinde yürümenin onlara nasıl ferahlatıcı geldiğini tahmin ederim. Dramatik yapmayacağım yazıyı, sadece şunu söylemeliyim; silik bir baba imgesine sarılıp büyümenin ne olduğunu iyi bildiğim için, bu ve bunun gibi filmlerin, hep, her zaman, kulağıma bana özel  bir şeyler  fısıldadığına inanırım. Arı Kovanının Ruhu benim filmlerimdendir, El Sur onun kadar sarsmadı beni, ama çok sevdim. Bazı filmler kalbine dokunur insanın, işte bu film de Aglea'nın kalbini sızlatmış, onu çok iyi anlıyorum. Aylar önce bir nöbette onun bir yazısını okumuş, sonra unutmamıştım o bloğu. Aglea, filmden bahsetmeden (ki daha o zaman, o da seyretmemiş) bu filmi anlatmıştı sanki, tuhaf, güzel bir tesadüf bu. Benim inandığım tanrılar, tesadüf tanrılarının işi. 
-----------------
Kitabı unuttum sandınız, değil mi?;) Yok yahu, hep aklımda. Bu sabah bana göre çok çok erken bir saatte kalktım. Mesaiye gitmiyorsam on bir-on iki gibi kalkarım ben, bugün saat dokuz buçukta ayaktaydım (gece on kere kalkmamı saymıyorum!). Böyle de fena olmuyormuş hani, gün gayet verimli geçti. Çay keyfim öğlen on iki gibi  bitmişti, tv'yi kapattım, laptop'ı koltuğun erişemeyeceğim ucuna kadar ittim, müzik filan açmadım, yağmur öyle güzel yağıyordu ki, abartmıyorum, hiçbir müzik o dinginliği veremez, kitabımı elime aldım. İşte o meşum kitap, sonunda ismini bahşediyor Justine;p Savaşları, Kralları ve Filleri Anlat Onlara, kitabını okumaya başladım. Tarihi bir roman bu kitap, bugün çok çok büyük bir keyifle okudum ben, bıraktığımda yarısına gelmiştim bile. Yok, yazı fena uzadı. Kitabı anlatmak da sonraya kalsın. Hem o zaman bitmiş olur, ve belki benim İdam Mahkumu kaçaklığına son verir, rahatlatıcı adaletime sığınır, ben de iki kitabı birden anlatırım;) Fena gelmiyor kulağa, tamam öyle olsun. Peki ya kiraz? Onu anlatmadım! Çocukluğuma düşen gölgesini, tadını, filmle aynı kumaştan dokusunu... Of, sonra, sonra düşünürüz onu da, Scarlett'ın kulakları çınlasın. (sayıklayarak uzaklaşıyorum, sorun yok;p)
------------------
p.s.: -Kitapla beraber, akşam üzeri manava gidip, küçük yeşil biberlerden aldığımı, patates salatasını nasıl bir keyif nesnesine (arzu nesnesi demedim;p) dönüştürdüğümü, çayın lezzetini de anlatacaktım fakat olmadı. Twitter'a bakayım ben, belki kısa cümlelerle çok şey anlatma sanatını öğrenirim;)
-C. kiraz sever, çok sever. Ben de;) Yalnız özellikle, ananemin büyük bahçesindeki kirazları, sarı ve kırmızı, karmakarışık, çok lezzetli.
-Carlos Saura'nın bir filmi vardır; Besle Kargayı, diye. İşte o film de yukarıda bahsettiğim Erice filmlerine benzer, kardeş sayılırlar bana kalırsa. Bulursanız  Cría cuervos- Besle Kargayı filmini de kaçırmayın, şiir gibidir, müthiş, müthiş.
-Yazıyı çok hızlı yazdım, hatalar varsa affola. Ne diyorum ben yahu, bırakın hatayı kirazı anlatmaya fırsat olmadı, tam komedi. Neyse, şimdi kaçtım ben.

62 yorum:

TheSaint dedi ki...

Ben de onu diyecektim kitaba ne oldu...bazen kendi kendine kaybolan cisimler kaybolunca içimden ismail,ismail derim....sonra kendiliğinden ortaya çıkar...geçen sene istanbulda kaliteli kiraz bulamadık darısı bu seneye...beyaz kirazi tek geçerim bu arada...

alkım doğan dedi ki...

Justine, bir yazı yazıyorsun hangi satırına yorum yazacağımı şaşırıyorum, bir yay kadınına ayak uydurmak ne zor;) Zihinde vızır vızır işleyen bir trafik, bir kahkaha, ardından boğazda bir düğüm filan...Yazını okuduktan sonra bir süre kalakaldım öyle. susamlı kurabiye neyse ki imdadıma yetişti;)

Cria'yı konuşmuştuk seninle. Ben de çok seviyorum o filmi. Defalarca da izlerim. Erice'i hala izlemedim, film izlemelerim son zamanlarda gitgide azalıyor ama seninle her konuştuğumuzda Erice'i izlemeliyim diyorum. İnternetten izlemelere de alışamadım bir türlü.

"Güçlü bir gölgenin serinliğinde yürümek" (ne hoş bir tabir!) güzel olsa gerek. O hissi bilmiyorum ben de. Anne ile büyümek küçük yaşta daha kırılgan ve daha yalnız bir dünyayla tanıştırıyor insanı. Filmler o yüzden güzel, insanın yalnızlık duygusunu aşıyor. Ben hayal meyal, bir kanapenin iki ucunda annemle oturup izlediğimiz Sisi'yi hatırlıyorum mesela. Her gün yayınlanıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Tam bir şenlik havası içinde izlenirdi o filmler. Öyle...(Bu arada Romy Schneider'ı hatırlayınca aglea geliveriyor aklıma:)

Şu beylerin bayanların havada uçuştuğu yerlerden biri de kuaförlerdir. Çalışanların tembihli tembihli birbirlerine (sadece müşterilerin önünde) bilmemne bey, bilmemne hanım demesi ne komiktir.

Kiraza ben de bayılırım, bir de hemencecik geçiyor ya mevsimi. Her seferinde korkarım kiraza doymadan mevsimi geçiverecek diye.
Kirazsız kirazlı yazını çok sevdim Justine! Çok sevgiler.

Adsız dedi ki...

Canım,
Çok güzel bir yazı olmuş. Okurken görüntüler geldi aklıma ve yazıyı bir solukta okudum. Ben de kiraz severim ama ananemin bahçesindeki kirazlardan satılmıyor pazarlarda ve marketlerde. Üretimi mi durdu ne:)) Aslında ben o güzelim kirazların hiç bir zaman satıldığını görmedim.
Kaybolan kitap için üzüldüm. Dilerim bulursun. Biliyor musun ben çok eskiden, seninle çıktığımız bir tatilde çardakta unuttuğum kitabını hiç unutmadım. O kadar üzülmüştün ki sen kitabın kaybolduğuna, ben de senin üzüldüğüne üzülmüştüm. Ama sanırım artık affettin beni...
Seni çok özledim.
Serap

justine dedi ki...

Bu gece yine salonda yatacağım;) Salon gözüme çok sevimli görünüyor son günlerde, hayır olsun. Biraz önce bir grip ilacı aldım, aslında gayet iyi hissediyorum kendimi ama sabaha çok çok iyi kalkayım diye hazırlık yaptım. Tabii, "son kez" diye uyardım kendimi, ilaç severiz dediysek, bağımlı değiliz yani;p

İlaç uyku getiriyor, hemen uyumam biliyorum, fakat uzanayım şimdi, iyice gevşedi vücudum. Şu krallı, filli kitabıma döneyim;) Yumuşacık battaniyeme sarılayım, belki bir film koyarım, izlerken uyurum dün gece olduğu gibi. Söylemesi bile güzel. Hmmm, gözlerim yanıyor, tamam. Yarın konuşuruz, iyi geceler sizlere, ki ben gevezelik ederken çoktan uyumuş bile olabilirsiniz;)

Serap'a özel p.s.: Ne kitapmış ama! Unutmam, unutamam;p Hey allahım;))

aglea dedi ki...

sevgili justine,

unutkanlık bende had safhada, ama mazeretim var:p yalnız, bir kitabı kaybetmenin, hatırlayamadığın bi yerde unutma şekli dışında daha fenasını diyim; kitaplıktan çaldırmak. hatta zanlıyı tahmin ede ede kitabının ellerinden kayıp gitmiş ve dönmeyecek olması, canhıraş kitapçıya gidip yenisini almak. ama bu yenisinin çok yeni olup diğerindeki altı çizili satırların, kulağı kıvrılmış sayfaların,arasına sıkıştırdığın üstüne abuk subuk kelimeler yazılmış renkli postitlerin olmaması:/ ama neyse ki taze selüloz ve mürekkep kokusunun tesellisi olması.(bunu yeni yaşadım. "dönünce bütün gövdesiyle döndü" mısrası için bir yusuf masalı'nı aradım ve bulamadım, kitaplığımdan evet, resmen çalınmış:)

erice'yi seviyorum ve özellikle bende hatırası olan bu filmi. zaten "el sur"u sayıkladığım sayfanın da linkini vermişsin. teşekkür ederim. ayrıca bir gece nöbette bloguma girip okuman fikri çok hoşuma gitti:)

o sahne; küçük kızın, babasının masasını karıştırırken mektup ve irene'nin resmini bulduğu sahneyi yaşamışlığım var, evet. ben daha anlatmadan, dalgınım desen de, keskin dikkatinle buldun ve konuyu pratik zekanla bağladın, sevgili justine. babamın fransız arkadaşı marie, küçükken kabusum olan güzel kadın, paris'te yaşayan bir kuafördü. babamın "marie" derken gözlerinde gördüğüm ışık, yıllar içinde adının da kendinin de tamamen yok olmasına rağmen, benim hafızamdan içimden hiç çıkmadı. onu blogda anlatırken de, dediğim gibi, durumu bir yönetmen gözü fark etti, sevgili tan tolga demirci; "erice el surda seni çekmiş, o küçük kız sensin" dedi, sağolsun:)

alkım, romy babamın, robert redford'da annemin yıldızıydı. daha çok oyuncu yönetmen filan vardı bizim evde adı konuşulan (meselâ küçücük bir kız dustin hoffman'a hayran olur mu yahu, ama ben hayrandım ve onu müthiş yakışıklı bulurdum:), ama en belirgin hayranlıklar bu ikisineydi. filmleri tv'den günler öncesinden haberi alınıp heyecanla beklenirdi, böylece ben bu arkadaşların filmlerini hiç kaçırmazdım:)

not; bu mağaza görevlilerin birbirlerine hitabı dışında, mağazanın, hatta tüm avm'nin sahibiymiş havalarına tafralarına da ayrıca gıcığım, unutmadan diyim dedim.

sevgiler justine, anlattığın her şey için teşekkürler. öpücükler:*

aglea dedi ki...

aa unuttum bak! küçük kızın babası ne kadar da dostoyevski'ye benziyordu justine. aklımda hep öyle yer etti. derin düşünceli, dalgın, sıkıntılı, karanlık ve gizemli halleri bir yana, görünüş olarak basbaya dostoyevski'ye benzetmiştim ben adamı:)

guguk kuşu dedi ki...

işte en sevdiğim kirazlar....alacalı, tatlılı, ekşili ve sert. Kimbilir biryerlerde birileri okuyordur senin kaçak kitabı. Birşeyimi kaybettiğimde kalbim acır. ahhh canım benim nerelerde kimbilir şimdi, yerlere düştü de insanlar üzerine mi basıyor acaba diye kaygılanırım. geçenlerde pınarın emziğini düşürmüşüz, çok üzüldüm. D&R da düşürmüş olabiliriz diye başka bir gidişimde sordum hemen hiç emzik buldunuz mu diye, kız şaşkınlıkla yooo dedi:) bulsam neolacak ki kirli emziği alıp kullanacak değilim ama demek nesneleri bu kadar benden bişey gibi görüyorum.

Adsız dedi ki...

A,anneannemin bahçesinde de bu kirazdan vardı!

C.

justine dedi ki...

İsmail mi dersin?! Bu çok iyiydi Saint, gerçekten güldüm;)) Dur bakalım ben de sesleneyim "ismail,ismail" diye, belki gelir kitabım;p
Bu gece nöbetçiyim, her tarafa bakacağım, umarım bulurum.

Geçen yaz, Süleymaniye'nin karşısındaki muhteşem kuru fasulyeciye oturmuştuk, adaya gidecektik yine. Kiraz aldı C., çok sevindim. Çok güzel görünüyorlardı, kocaman, sulu, kırmızı. Gece, kaldığımız yerin balkonunda keyif yapmak için oturduk, kiraz yiyecektik güya, berbattı. Abartmıyorum, "eh işte" bile değil, baya kötüydü tadı kirazların. Yenmedi tabii. Sarı ve dediğin gibi beyaza çalan kirazların tadını nereden, nasıl bulacağız hiç bilmiyorum. Sen çok geziyorsun, bulursan bana da haber ver lütfen;)

Çok sevgiler.

justine dedi ki...

Canım Alkımcığım, haklısın aslında, yay burcu ne kadar etki eder, ediyor bu duruma bilmiyorum, fakat beynimdeki trafik hep dediğin gibidir. Karmakarışık, vızır vızır;) Sen asıl C. ile telefon konuşmalarımızı duysan şaşarsın, bir şey anlatmaya başlarım, sonra başka bir şeyi anlatırken bulurum kendimi, arada ona sorarım tabii, ben buraya nasıl geldim diye. Bazen ipin ucu iyice kaçar, o takip edemediğini söyler, ben eğer bozulmuş, kırılmışsam ona;) Ama inan bana, öyle bir trafik olmasa hayat daha sıkıcı olacak. Bazen bizimkiler de söyler, annem, ablam filan, keşke sen de burada olsaydın, konuşan(!), gülen, ballı ballı anlatan yok senin gibi, derler;p

Cría cuervos, muhteşem bir film. Aynı dili konuşuyoruz seninle, onun için dediklerini çok derinden, çok içten anlıyorum.

Bana kalırsa netten izlemeyi boş ver Alkımcığım, bir şekilde eline geçer Erice'nin (erise! diye okunuyor değil mi?) filmleri, acele etme.

Demek sen de anne ile büyüyen kızlardansın. Hmmm, tamam.

Aaa, Sisi demişsin, heyecanlandım bak;) Biz de o seriyi (trt veriyordu sanırım, bölümler halinde) ailecek izlemiştik. Şenlik havası çok doğru bir tabir, zaten bayramda yayınlanıyordu o güzel filmler;) Bir de Rüzgar Gibi Geçti vardı öyle, bayramda bölüm bölüm yayınlanan, izlemelere doyamazdım. Romy deyince artık benim de aklıma Aglea geliyor;) Aslında ben ikonların ya da ünlü birinin fotoğraflarını profil resmi yapmaya karşıyım. Çünkü öyle çok karışıyor ki sonra her şey, konuştuğun kişiyi hep o yüzle hayal ediyorsun. Fakat Aglea'nın durumunu bir istisna, o yazıları yazan, öyle güzel konuşan biri Romy ile pekâlâ temsil edilebilir. Kendisinin de öyle hoş gülümsediğine eminim ben, hatta daha hoş güldüğüne inanıyorum;) Bundan sonra kaldırmak istese bile olmaz, öyle kazındı beynimize;)

(ben bloğu ilk açtığımda, header'da hep kendi fotoğrafımı kullanmayı düşünüyordum, orada sorun yoktu. fakat profil fotosu olarak sevdiğim bir filmden, güzel bir sahne olsun istemiştim. Zarif, hoş bir imaj. Ama illaki filmden bir sahne, kurgu olmalıydı, gerçek bir insana ait olmasın, "görüntü" olsun istiyordum. onun için Godard'ın "Une femme mariée" filminden şu sahneyi kullanmıştım. Sonra karıştıranlar olmuş, filan falan, değiştirdim. Bu da böyle bir anımdır. anlattım, rahatladım;p)
---------------
Ben de yazıyı sevmene bayıldım, teşekkürler öyleyse;) İyi bir gün diliyorum Alkımcığım, çok sevgiler.

justine dedi ki...

Canım ablacığım, o kirazlar herkesin hayaliymiş demek, acaba biz mi üretip pazarlasak, fena olmaz gibi geldi bana, ne dersin?;p

Olympos'ta kaybolan kitabı hatırlıyorum, ben çok küçüktüm o zamanlar (19-20??) ve kitap Tezer Özlü'nün kitabıydı. Öyleydi, değil mi? Yoksa yanlış mı hatırlıyorum? Hem, yaz tatilinde, deniz ve güneşin arasında Tezer'in işi ne? Hatayı en baştan ben yapmışım zaten;p

Neyse, giden gitmiş, bize bir şey olmasın;) Çok öptüm, gelmenizi dört gözle bekliyorum canım.

justine dedi ki...

Agleacığım, bak bir zaman ne olmuştu; ben Gerede'deyim, bir iş arkadaşım benden masamda gördüğü kitabı istemişti. O zaman daha naifim tabii, öyle kolay kolay hayır diyemiyorum;) Çok sonra kitabı geri getirdiğinde Edip Cansever'in Yerçekimli Karanfil'i bambaşka bir şey olmuştu. İçine aşk şiirleri yazılmış (posta gazetesi şiirleri daha iyidir, düşün artık), karalanmış, çizilmiş. Ne bu böyle, dedim. Onu seven bir çocuk varmış, şiirleri o yazmış, o da bana ayıp olur diye üstünü karalamaya çalışmış. Ha, iyi peki, demiştim, oldu öyleyse. O gün benim için milattır. Kitap hediye ederim ama okumak için vermem, isteyen de olmaz zaten. Verdiğim olmuştur belki yalan olmasın şimdi, fakat yine hediye, geri dönmesini beklemem.

Çalma hakkında konuşmayacağım, inanılmaz çirkin bir şey. Bununla ilgili de yaşanmış kötü bir deneyimim var, ama sonraya kalsın. Düşününce bile canım sıkılıyor, zar zor biriktirdiğim keman param gitmişti benim, göz göre göre. Neyse.

Dalgınlık başka, çok dikkatli dinlerim ben önemsediğim kişileri. Hiç unutmam. Okumak da öyle, önemli ayrıntılar unutulmaz, unutulmamalı. Biliyor musun Aglea, kin filan tutmam ben, hiç tutmadım. Sinirlenirim, bozulur, deliririm arada, ama kin tutmam. Fakat öyle derinden kırılırım ki, ondan sonra kendimi kolay kolay tamir edemem. Hiç ama hiç unutmam. Dalgınım evet, ama unutmam;)) Senin yazını da okumuş saklamışım demek, filmde o görüntü gelene kadar da saklandığı yerde beklemiş. Çok güzeldi puzzle'ın parçalarının uyması, şaşırdım, heyecanlandım ben seyrederken. Böyle şeyler iyi geliyor bana, güzel, anlamlı.

Hmmm, Tan Tolga Demirci... Evet, onun Gomeda'sı çok kötüydü de, başka başka şeyler de var aklımda. Neyse kalsın. Ben "Sürrealist Sinema"yı severim, Bunuel canımdır. (hayranım kelimesi komik geliyor;)) Jodorowsky, Arrabal vs. vs. bu isimleri seyretmeyi de severim, ama o kadar. Ötesi hakkında çok lafım var, var da dediğim gibi kalsın şimdi. Sonra konuşuruz.

Ne güzelmiş sizin evin atmosferi, Marie de bir gitsin lütfen, çay filan koysun ne bileyim;p Robert Redford ve Dustin Hoffman konusunda sana katılıyorum, onlara hayran olunur işte, çok hoşlar;))

------
A hah, çok benziyor değil mi!? Ben de aynı şeyi düşünmüştüm filmde, adam bu sıfatla bunalım olmasın da ne olsun demiştim hatta;p Ben birazcık da Tarkovski'nin Stalker'ına benzetmiştim, hani sakalsız, daha sakin halini, birazcık ama;))

Filmi seyrederken aklıma Andrei Zvyagintsev'in Dönüş ve Sürgün filmlerindeki adam da (harikaydı o da) geldi, fakat film bittikten sonra baktım, pek benzemiyormuş. Eh, yaşlanıyoruz tabii, eskiden bu benzetme işinde fevkaladenin fevkiydim, köreldim iyice;p

Çok sevgiler, benden de öpücükler.

justine dedi ki...

Merhaba Guguk Kuşu, nasılsın, demek sen de kiraz severlerdensin, toplanıp bir komün oluşturabiliriz sanki;p

Emzik hikâyesini anlıyorum, kullanmasa bile kendisinin olan bir şeyi istiyor insan, olabilir, çok insanî. Benim kitaba bu akşam bakacağım, kimsenin okuduğunu sanmam, kapağını bile korkunç bulmuştu kızlar (ki ben kapağa hiç dikkat etmemişim, onlar söyleyince, verin ben de bir bakayım demiştim). Bir yerlerde beni bekliyordur canım kitabım, umarım tabii;p

Sevgiler, iyi günler.

justine dedi ki...

Senin ananen var mıydı?!;p Hiç anlatmamıştın, aşk olsun, babaneyi, dedeyi çok dinledim de, anane gizemli kalmış. Demek kirazmış onun tüm sırrı da;)

Deli;)

zapere dedi ki...

Arı kovanı denince zıpladım, işte benim hava saham diye düşündüm. Geçen yıl onlarla tanıştım, hani şu doğanın en çalışkan varlıkları ile. Yok hayır karada karınca ise havada arılar bahsettiğim. Şeker varlıklardır, tanıdıkça daha bir hayretle ve sevgiyle bağlanıyorum onlara. Geçen yıl 3 kovanla başlamıştım, bilerek tercihim olmasada pembe domates maceramın beni zorunlu sürüklediği bir diğer maceradır. Domatesin bolluğu arıların kanatlarındadır dermiş tabiat ana ve ben doğa ananın o sözünü dinleyerek el sıkıştım vızvızlarla.. Bir şato düşünün ve içinde amazon güzel bir kraliçe ve hizmetinde kadın askerlerden kurulu bir ordu. Yalnız ordu değil her görevi kadınların üstlendiği mükemmel bir topluluk, bir amazon krallığıdır arı kovanları. Belki bencilce almak yerine bu dişi "androktones" birlikteliğin doğaya verdiği şeyi çoktur ve uyumlu bir düzen içinde ürettiği herşey hayranlık uyandıran pırıltılı altın rengi güzelliğindedir........... :)

Adsız dedi ki...

Yıllar önce Heybeliada'da anlatmıştım oysa :p

Şu kadarını anlatayım: Ermeniydi, soykırımdan kaçıp Anadolu'nun başka yerlerine yerleşen ve müslüman olanlardandı ve seninki gibi torunlarını ayırırdı :p

C.

alkım doğan dedi ki...

justine, inanır mısın dün yorumu yazdıktan sonra aklımdan geçti "rüzgar gibi geçti" filmi. o da her gün yayınlanıyordu. ah, ah, scarlet o'hara.

annem de robert redford'a bayılırdı bu arada. (ama hakikaten hoş adammış. ki sarışınlar pek dikkatimi çekmez benim.) alain delon'u da yan cepte tutardı (babam da kendinin steve mcqueen'e benzediğinden pek emindi.) romy'ye herkes bayılırdı. (bir orta anadolu şehrinde gezinen karakterlere bak sen!)

aglea, dustin hoffman ne ki, hem tatlı adamdır kendisi. benimse küçüklükte bir samime sanay takıntım vardı mesela. hala geçmişimde bir karanlık nokta olarak durur;) çözemedim! evdekiler bana takılırdı "ayol şarkı söylerken uyuyakalacak kadın," diye. ama ben hiç tınmazdım. sevdim mi tam severim böyle işte:)

justine, aglea, çok sevgiler. kahvemi içtim sizle birlikte!

Adsız dedi ki...

Yukarıdaki adsıza: Pardon, bu hangi soykırım???? Kime soykırım yapılmıştı???

justine dedi ki...

Sevgili Zapere, heyecan ve merakla okudum yorumunu. Ne güzel, doğayla bu kadar yakınlaşmak ve işleyişini bilmek harika olmalı. Geçen gün Passive'le de (en beğendiğim sayfalardandır, meraklısına.) konuşmuştum, doğa karşısında çaresiz kalıyorum ben, elim kolum bağlanmış hissediyorum. Şimdi sen arıların rutininden ve bu rutinin doğaya faydasından bahsediyorsun ya, nasıl etkileniyorum, nasıl heyecanla dinliyorum, anlatamam sana. "Domatesin bolluğu arıların kanatlarındadır.", bunu da çok sevdim, daha düne kadar "arılı domates" lafının anlamını bile bilmezdim ben. Öylesine büyük bir utanç;)
-----------

Biraz önce mail adresime yazdığın mektubu okudum, gülümsedim okurken ve inan işini merak ettim. Oradan da cevap yazacağım, ama şunu diyeyim, o bahsettiğin tembellik bende de var;) Ve hiç de öyle dışarıdan göründüğüm gibi düzenli okumuyorum. Zamanında ne okuduysam o;p

----------
Kahve yapıp geldim, böyle de keyfine düşkün biriyimdir, ana kraliçe halt etmiş yanımda;)

Çok sevdim yorumunu Zapere, verdiğin bilgileri de merak ve keyifle okudum. (peki, arıcılığı hobi olarak mı yapıyorsun?)

Teşekkür ederim, sevgiler.

justine dedi ki...

Sevgili C.,

ağzım yandı! İlk yudumumu hızlı içtim, kahve yaktı dilimi senin yüzünden;p

Tamam, hatırladım şimdi, anlatmıştın. Ama Heybeliada özeldir bilirsin, orada hayatın anlamını fısıldasaydın kulağıma onu bile unuturdum o heyecanla ben;p
Büyükada'da ve evde, ve hatta diğer bilumum yerlerde anlattığın her şeyi hatırlıyorum bak, hadi sor, hiç takılmam cevap veririm;)

Ananeler candır, gerisi hikâye;p Sevgiler, öpücükler;)

zapere dedi ki...

Arıcılık zorunlu bir hobi evet söylemiştim, kendi aile çevreme yetecek düzeyde organik pembe domates yetiştiriyorum. Şehirlerin giderek doğayı ve kırları zincirlerle çevreleyip köleliğe götürdüğü zamanların başındayız. Umutsuz bir durum fakat bu umutsuz durum da bile şanslıyız 100 yıl sonraya göre. Şehirler devasa amipler gibi doğanın bütün yaşam yollarının karşısına dikiliyor, doğanın parçası olan yarattığı yapay mekanların korunağında olanca bencillik ateş-kül-zehrini bütün pervasızlığı ile doğaya boşaltıyor.. Doğa dostlarınınsa çabaları yetersiz. Umarım birgün birileri çıkar ve insan yapısı olan herşeye karşı sınırlayıcı radikal önlemler getirir. Bu tüketiş, tükenişin habercisidir çünkü.... !!!

justine dedi ki...

İnanırım;) Scarlett çok sinirdi, yine de çok tatlıydı yahu. Fakat ben her zaman Rhett Butler'cıydım. Çok çektirmişti o adama, affetmem;p

Alkım gülerek okuyorum senin yorumlarını ben;) Demek baban Steve McQueen'e benziyordu, öyle diyorsa öyledir bence. Hiç kurcalamaya gerek yok, inanırım. Zaten senin gibi hoş bir kadının babası da McQueen'e benzemeli, kaçarı yok;) Ben sarışın severim, türk kadınlarındaki esmer tutkusu yoktur bende, fakat sarışın var "sarışın" var, bilirsin;p McQueen ve Redford yeme de yanında yat sarışınlarından. Cool, havalı, çok hoş. This Property Is Condemned, filmini bilir misin Redford'un, güzeller güzeli Natalie Wood'la oynadığı. O filmde ne kadar hoştur. Bir de The Way We Were tabii, harikadır.

Sinema böyle bir şey işte, en olmadık yerlerde muhteşem hayaller kurdurur insana.

Hah ha, Samime Sanay mı!? Tamam, susuyorum;))

Ben de kahve içtim şimdi, afiyet olsun sana. Çok sevgiler.

justine dedi ki...

Sevgili Adsız,
"yukarıdaki adsız" diye seslendiğin kişi, "C." nickiyle yazıyor burada, öyle bilinir yani bu muhitte;)

C. fikrini yazmış, sen tutmamış olabilirsin bu düşünceyi, sorun yok. Sakin.

zapere dedi ki...

Yazdığım yazıda eksik bir kelime cümlenin manasını anlamsızlaştırmış.Kelimeyi yerine koyayım: "Şehirler devasa amipler gibi doğanın bütün yaşam yollarının karşısına dikiliyor, doğanın parçası olan İNSAN yarattığı yapay mekanların korunağında olanca bencillik ateş-kül-zehrini bütün pervasızlığı ile doğaya boşaltıyor.."

Adsız dedi ki...

Sakinim Justine, soykırım iddialı bir kelime. Uluorta sarfederken bir yere yaranırken başka bir yeri yaraladığını bilerek kullanmalı o kelimeyi bir insan. Aynı uyarıyı diğer C adsızına da yapın. Balkan göçmeniyim, ailemin bir kanadı kafkas, bir kanadı Azeri bir kanadı arap kökenlidir. Son yurt Anadoluya vuruşarak çekildi sülalem, okey mi?

justine dedi ki...

Hmmm, şimdi okudum sayfandaki domates yetiştirme maceranı Zapere, çok ilginç. Heyecanlı bir roman okur gibi okudum inan, acı biberin bitkileri böceklerden koruması çok şaşırtıcı geldi bana. Bilmediğimiz ne çok şey var, doğayla uğraşmak büyüleyici. Benim babam askerdi, ama bahçe işlerine tapardı. Ananemin de inanılmaz büyük bahçesi ve tarlaları olunca babama hediye gibi olmuştu onlarla uğraşmak. Küçüklüğümden unutamadığım, çok keyifli kareler var, taze biberleri ve domatesleri toplardık bahçeden. "Çıt" sesiyle kırılırlardı dallarından biberler, müthişti, müthiş. Hele domatesin kokusu, hiç unutmam o güzel anları.
Sayfanda belirtmişsin zaten, fotoğraf koyamamışsın bu yazında, seneye ölmez kalırsak merakla bekleyeceğim fotoğraflı sebze yetiştirme maceralarını. Burayı okuyan herkes baksın istiyorum sayfana, özellikle bu yazıyı herkesin okumasını isterim.

Radikal önlemler konusunda aynı fikirdeyim, umarım bir gün gerçekleşir. Sevgiler.

p.s.: Mailine cevap verdim, tekrar sağol.

justine dedi ki...

Anladım seni Adsız, uyarı yapacak bir konumda değilim, hiç olmadım. Sadece soru işaretlerinin çokluğu bir heyecanı düşündürdü bana, onun için "sakin" dedim. C. sakin olmasaydı ona da derdim inan bana, en yakınlarımdan biridir o benim, çekinmem yani, derim;)

Gelelim asıl meseleye; sağlam bir argümanı,iddiası var ki, kullanmış o kelimeyi. Kocaman insanlarız, herkesin bir fikri var, ve düşünceler ortaya dökülünce artık sonuç okey mi olur, tersi mi olur, bilemem orasını.

İsim ya da bir mahlas bahşetseniz, hitap etmem daha kolay olurdu, sevgiler.

Adsız dedi ki...

İsim söylemeyeyim, adsız kalmakta yarar var. Dünya döndü devran değişti ümmete dönüştürülmenin kapsamında Türklük utanılacak birşey oldu. Haklılık Osmanlı denilen o zaman Türklüğününde bilincinde olmayan ümmete üstüne yürüyenlerin oldu. Ermeni meselesi Türk'ün yol açtığı bir durum değildir, sonuçlarından suçlanması ne kolay değil mi? Bir hayvanı 6-7 kişi köşeye sıkıştırsanız canavarlaşır.Osmanlıya yapılan buydu. Ermeni Türk katletmedimi? Uzağa değil yakın geçmişe bakın, bugünkü Ermenistanın yaptıklarına diplomat mersleğini seçmekten başka suçu olmayan katledilen diplomatlarımıza, müslüman dünyanın 21. yy da uğradığı Bosna, Kosova, Filistin, Irak, Azerbaycan, Çin Türkistanındaki mezalime ve korunan kollanan Ermeniye. 100 yıl öncede bu böyleydi. Tarihi doğru günümüzden günümüzden yapılan haksızlıklar ışığında doğru okuyalım.

justine dedi ki...

Yok, tarihi günümüzden okumayalım, olmaz öyle, tarihi anakronizme düşmeden okuyalım. Herkes kendi zamanından bakarsa tarihe, kör olur, aman diyeyim. Tanrı herkesi anakronizmden korusun, tek dileğim bu.

Bu konuda bunu söyleyip gideyim, makarna yapıyorum şimdi, akşama nöbet, başımda da ağrı var.

Adsız dedi ki...

Söylediğim şeyi yanlış anlamış anokronizme bağlamışsınız. Günümüz haksızlıkları uygarlaştığı iddia edilen batı tarafından demokrasi adına yapılıyor. Günümüz haksızlıklarının tamamı gine eskiden olduğu gibi aynı coğrafyalara aşağı yukarı aynı milletlerin türevleri tarafından aynı milletleri koruyarak yapılan haksızlıklardır. Söylemek istediğim bu, tarih 'tekerrür' üzerinde yürüdüğünü de ben söylemiyorum. Nedense batı hep medeni, saldırgan müslüman ülkeler midir? Savaşların sebebi kimdir? Rahatsızlığınız için üzüldüm, geçmiş olsun. İyi akşamlar

justine dedi ki...

Batının her zaman medeni, müslüman toplumların da saldırgan olduğunu düşünmüyorum. Savaşların milyon tane sebebi vardır, şu ya da bu diyemeyiz.

Çay demledim, içiyorum şimdi. Bir tane de ilaç aldım, teşekkürler. Birazdan nöbete gideceğim, o zamana kadar geçsin tek dileğim bu.

Size de iyi akşamlar, sevgiler.

Adsız dedi ki...

İki yazıyı da okuyun. Ermeni meselesi neden bizi bize düşürme amacı güdüyor bir daha düşünün...


http://ahmetdursun374.blogcu.com/turban-turbana-cuppe-cuppeye-sakal-sakala-dolanmis/10560795




http://www.toplumsalbilinc.org/forum/index.php?topic=11543.0

Adsız dedi ki...

Savaşların milyon sebebi yok. Basit bir sebebi var emperyalizm. Emperyalizm ise demokrasi kılıflı sömürüye dayalı bir düzen günümüzde. Enerji kaynaklarının, yer üstü ve altı toprağın madenlerin bitkilerin hayvanların insanların birkaç millet adına sömürülmesi. Geçmişte demokrasi bahanesi yoktu yanlızca, açık açık gider alırlardı. Ermeni meselesi Ermeni ulusunun sömürgeci zihniyetin peşine takılıp kendi başına bizzat kendisinin ördüğü çoraptır, suçlu Türk olmuştur nedense. Başarsalardı Türk el üstünde tutulmayacaktı yok edilecekti son ferdine kadar. Ve kimse de ne olduğumuzu sormayacaktı bile. tıpkı günümüzde 1.000.000 yerlerinden edilmiş katledilmiş Azeriyi kimsenin arayıp sormadığı gibi

justine dedi ki...

Kötü haber; kitabımı bulamadım. Çok umutluydum, dolabımdan ya da tomodan çıkar diyordum, olmadı. Sinir oldum, bari bittiğinde kaybolsaydı. Hayatımın kitabı değildi sonuçta, bir tane daha alırdım, yazık oldu.
Neyse, böyle işte.

TheSaint dedi ki...

Evet Justine, buldum biraz geç oldu...İşte karşınızda beyaz kiraz : http://www.google.com.tr/imgres?hl=tr&sa=X&biw=1366&bih=587&tbm=isch&prmd=imvns&tbnid=I7G7fNuNuF76HM:&imgrefurl=http://mutfakca.blogspot.com/2009/07/beyaz-kiraz-receli.html&docid=OVj-RKJey5Wv1M&imgurl=http://3.bp.blogspot.com/_lSnOLWK7uEA/SlcA_1KGKII/AAAAAAAABK8/6bJhqUED4M4/s400/0%252Bbeyaz%252Bkiraz%252Bre%2525C3%2525A7eli2.jpg&w=400&h=399&ei=YgaGT9nNKcndtAaX3dzqBg&zoom=1&iact=hc&vpx=416&vpy=126&dur=2090&hovh=224&hovw=225&tx=101&ty=117&sig=108697677387040879133&page=1&tbnh=121&tbnw=121&start=0&ndsp=21&ved=1t:429,r:2,s:0,i:67

p.s : bu ne biçim link, umarım çalışır. Haa ismaili denemedin sanırım, işin püf noktası şu : ararken sürekli ismail ismail ismail diye sayıklayacaksın...

justine dedi ki...

Çalıştı çalıştı, gördüm;) Sarı kiraz bu yahu! Ama anladım ben seni, içinde hiç pembemsi, kırmızıya yakın bir renk olmadığı için, beyaz demek daha mantıklı geliyor tabii;p

Ya, şimdi ne çok canım istedi bak, Sabahın bir vakti, evimden uzaktayım üstelik. (red kit böyle mi konuşurdu?)

İsmail'i denemedim evet. Denesem kendime yabancılaşırdım Saint, affet beni;p
---------

Hey allahım denesem mi acaba, aklıma takıldı, gelir mi kitabım dersin?;)

TheSaint dedi ki...

Sabah sabah çok güldüm valla Justine.. İsmaili demekle kendine yabancılaşmak ilişkisini kuramasamda da güldüm valla :P

Bu arada biri sana şu yemeği yaparken şunu dene dese yine kendine yabancılaşmış mı olursun ? Bunu açıklamanı istiyorum...

justine dedi ki...

Kendime bir geleyim, açıklarım tabii, yeni uyandım da;)
Ama bir dakika yahu, açıklanacak bir şey yok ki; "ismail ismail" diye eşya arayamam ben, ne yapıyorsun kızım derim herhalde ikinci ismail dediğimde;p İşte gerçek yabancılık budur;p

Sen çok yaşa Saint, uyandırdın beni, hey allahım;)

şenay izne ayrıldı dedi ki...

ben severim siz'li konuşmayı. biz'liyi de severim. ablayı da severim.
ben de şu anda "döşeğimde ölürken" i okuyorum. siz bahsetmiştiniz.
sevgiler.
hamiş : ben bu yorumu yaptığım da 38 yorum vardı (38, vouvvv).

zerka dedi ki...

yine sona kalmışım sanırım, kirazlar falan yenmiş hep, bana hiç bırakılmamış:P

biliyor musun, senin hep hızlı hızlı konuşan biri olduğunu düşünmüştüm, sanırım öyle değil mi? çünkü ben hep yanılırım sezgilerimde, bu sefer yanılmıyorum mu acaba?:)

giden kitap olsun justine’im sonuçta kökü sende değil mi?:) sen yaz yeter ki böyle bizleri dalgalarda sürükleyen, kıyılarda güneşle buluşturan yazılar. sonunda “yine de iyidir hayat, yine de katlanılabilir hayata” diye mırıldandığımız yazılar. (parantez içindeki sözler woolf’a aitti diye hatırlıyordum ama baktım bulamadım, kendim mi uydurdum acaba bilemiyorum:))
çok sevgiler.

justine dedi ki...

Hoşgeldin Şenay;) Senin "siz ve biz"ini ben de seviyorum, sana yakışıyor üstelik. Ben kullanmam, bazen kullanırım, orada da (bana göre) gereklidir zaten. Abla ve abi'ye gelince iş yeri dışında hiç sorun yok, gayet olağan, güzel, kullansın herkes;) Fakat iş, çalışma hayatına gelince bence çok anlamsız bir hiyerarşi yaratıyor abla, abi hitapları. O mesafe, o üstünlük hâlini ve belki de "gereksiz" yakınlık, samimiyeti sevmiyorum. Sorumluna abi ya da abla diyorsun, ama adam sana izin vermiyor diyelim, ya da tam tersi, sen sert çıkmalısın, ama olmuyor aradaki samimiyetten dolayı. Ben çalışma hayatım boyunca hiç kullanmadığım için bu dezavantajı yaşamadım, zorluklarını görmedim, ama yeni gelen çocuklarda bunu hissediyorum. Bildiğin eziyor ve çömez muamelesi yapıyorlar onlara. Bir iki kere uyardım, hak verdiler ama şimdi de dönemiyorlar isme ya da siz, biz hitaplarına;)
Böyleyken böyle işte.

Döşeğimde Ölürken, çok güzel bir roman, ben çok etkilenmiş, sevmiştim. İyi okumalar sana.
----------------------

Skor peşinde değilim Şenaycığım, biliyorsun;p Hem nitelik niceliği havada karada sollar, ki o konuda hiç sorun yok, gayet memnunum buradaki konuşmalardan. Ben bu sayfanın hareketli bir yer olmasını istiyorum Şenay, konuşulan, sohbet edilen. Yoksa kendi kendine konuşmaya da alışığımdır, onu da yaparım;) Dur biraz anlatayım bunu; iletişim kurmak benim için çok kolay bir şey değil. Zerka'nın yorumuna cevap verirken de yazacaktım bu konuyu, madem burada anlatayım, o da okur umarım. Dışarıda sohbet ettiğim bir iki arkadaşım var, sohbetinden zevk aldığım, bir şeyler paylaştığım, sonra ailem ve sevgilim, bir de burada sizinle uzun uzun konuşuyorum. Yazıyla daha kolay oluyor her şey. Dışarıda sevdiğin filmlerden, kitaplardan, ya da herhangi bir şeyden yekten bahsedemiyorsun, bahsetsen de öylesine bir muhabbet oluyor bu. Burada ise uzun uzun konuşuyorsun, ortak dili bulunca da bizim gibi bir araya geliniyor işte.
Buradaki yazışmalarda sahte bir şey olmamasına dikkat ediyorum, pek sevmediğim ilgilenmediğim isimler oluyor, konuşmalar yavan olabiliyor bazen, ama sadece bu kadar. Ne düşünüyorsam onu yazıyorum, karşıdan da o tepkiyi alıyorum sanki. Ailem ve sevdiklerim buraya yazmaz, sahte olur, demek de komik geliyor bana, çünkü burası da benim hayatım. Asıl onlar da yazmalı ki daha gerçek olmalı. Tabii ne kadar yazacaklarını, ne sıklıkla burada olacaklarını ben bilemem, orası onlara kalmış;p

İşte böyle sayıyı boş ver, önemli olan, bir sohbet bile olsa samimi, içten olması. Ben sıkıldım yapmacıklıktan, burada canım diyorsam, canım demek istemişimdir o zaman, seviyorum seni diyorsam tam da o sıra sevdiğimi hissetmişimdir. İşin özü seni seviyorum Şenay;p Hah ha, bunu beklemiyordun değil mi? Böyle de şaşırtırım;p

Of, ne çok konuştum, bir selam verdin, borçlu çıktın. Zengin kalkışı gibi bitireyim; öpüyorum seni, sevgiler;)

justine dedi ki...

Evet öyle Zerka, hızlı konuşurum ama çok çok hızlı değil, bir de sadece sevdiklerimle;) Biraz önce yukarıda Şenay'a da anlattım, sevdiklerimle konuşmak keyif verir bana, onun dışında neredeyse hiç konuşmam, hatta bazen soğuk bulunurum bundan dolayı. Dışarıda yeni tanıştığım birisiyle kolay kolay iletişim kurmam, Serap çok iyidir bu konuda, herkesle hemen arkadaş olur. Ben dururum, tanışmam, konuşmam, hastanede birazcık daha iyiyim (hoş orada da soğuk demişlerdi bana ama, olsun;)) sizinle konuştuğum kadar değil, fakat normal konuşurum işte. İşin özü, yanılmıyorsun Zerkacığım sezgilerinde, birazcık nüans var yalnızca;)

Kitap için gerçekten üzüldüm ben, dün her yere baktım bulamadım. Kimsenin aldığını da sanmıyorum, nereden çıkacak acaba? En kötüsü de okumam yarım kaldı yahu, asılacak mı zavallı mahkûm merak içinde kaldım valla;p

Söylediğin sözler kime ait olursa olsun, çok güzel. Teşekkürler canım, sarılıyorum. Sevgiler.

TheSaint dedi ki...

ismaili dene...ama arama eylemini yaparken...
sarı kiraz = beyaz kiraz

justine dedi ki...

Peki, deneyeceğim;)

Ayça Yaşıt dedi ki...

Ben aylardır salonda yatıyorum, yazını okuyup dedim ki "yahu ben neden yatak odamda yatmıyorum?". Yanıtı olan çok güzel bir soru bu ama biz sevmiyoruz böyle basit sorularla oynamayı. Patates salatası olayına giriyorum bu akşam. Tek kaşımı havaya kaldırdım, o derece ciddiyim. Twitter dünyasına hoş gelmişsin(: Çekinme yazmaktan, senin de hoşuna gidecek. (Yoo, tamam kaçıyorum.)

Sarıldım, sevgiyle.

justine dedi ki...

;) Hemen hemen aynı şeyleri yaşamışız Atzeciğim. Aslında güzel sorular, sorunlar bunlar, hem çözümleri de dert değil, sevmek gerek. Patates salatasına bayılırım, afiyet olsun eğer yapıp yediysen, hatta yemediysen de olsun, nedir yani;) A, tek kaşımı kaldırdım, ciddiyim demişsin ya, benim de hep kendime sorduğum ve kendimi eleştirdiğim bir konudur bu; ben yemek yaparken filan çok çatarım kaşlarımı, iş yaparken de öyle. Alnımı kırıştırırım, çoook düşünceli olurum, ki zaten çok düşünürüm iş yaparken. Sonra başımın ağrıdığını hissederim kaşlarımı çatmaktan, sinir olurum bu yüzden. Kırışıklıklar da cabası.

Twitter işini sevdim ben. Kısa cümle yine zor geliyor ama olsun, güzel şeyler paylaşılıyor o şekilde de. Orada okuduğum bazı sözlere, haberlere bayılıyorum, şarkılar da öyle. Şarkı ve haber paylaşmak için çok çok mantıklı bir yer twitter. Üstelik harika insanlar da tanıdım bu vesileyle. Özetle; çekinmiyorum artık, hoşuma gitti, evet;p (bloğun yeri başka tabii, söylemeden geçemem.)

Yemek yapıyordum, onun için geç cevap verdim canım, kusura bakma lütfen. Şimdi benim için yemek zamanı, öpüldün. Sevgiler.

Mehmet dedi ki...

Arı Kovanının Ruhu'nu izledim bu gece. Uzun süredir"yastık altındaki çocukluğumun şekeri" gibi izlemeyi uzatmıştım bir kenarda.

İyi bir birleşime denk geldi. karidesim vardı, kaynamış, bol acılı, nane-kekikli, limonlu, zeytinyağlı, ve şarabım. Ustüne üstü yağmur sabahtan başlamıştı. nefisti yağışı.

Film çok bambaşka çağrışımlarla, götürmelerle geldi, ve öyle sürdü gitti.

Teşekkürler.
Sevgiler.

justine dedi ki...

Mehmet, sizi görünce seviniyorum ben.
Bahsettiğim, sevdiğim filmleri sizin de beğendiğinizi, beğeneceğinizi biliyorum, bundan eminim hatta.

Hiç keyfim yok bugün. Canım sıkkın. Kötü girdim yatağa, kötü rüyalar gördüm. Evde olsaydım keşke, güzel bir film seçerdim, ya da geçen yaptığım gibi, hiç müzik filan açmadan kitabımı okurdum. Yağmurun yine tüm gün yağacağı belli. Bazen nefis yağar, haklısınız. Güzel olurdu.

Dilsizleşmişim bu sabah, tuhaf.

Sevgiler, ben teşekkür ederim.

justine dedi ki...

Kitabımı buldum. Yok, aslında ben bulmadım da, getirdiler. Kaybolan 24'lük nöbetimde, nöbet arkadaşlarımdan birinin ziyaretçileri (pardon misafirleri daha doğru bir kelime sanırım, işte her neyse, birileri) gelmişti. Sendikadan arkadaşlarıymış. O kadınlardan biri alıp yanlışlıkla çantasına koymuş, kendi kitabı sanmış sanırım, öyle dedi benim arkadaş. Sevindim. Zaten tuhaf bir durumdu, yer yarılmış, içine girmiş gibiydi sanki.
Böyle işte, yazayım dedim. Herkese iyi günler, sevgiler.

Mehmet dedi ki...

Bazı kitaplar, bazen nedenli, nedensiz çekip giderler. Sonra döndükleri de olur kitaplığımızdaki yerlerine. Bende, defalarca tekrar tekrar alıp, çekip giden, hala kitaplığıma dönmeyen birkaç kitabım var. Birisi Bir Gün Tek Başına, diğeri Felsefenin Tesellisi. Onları gezgin kitaplarım olarak kabullendim. Yerlerini boş bıraktım.

Dün aşağıda linkini verdiğim filmi de izlemiştim. Çok füzel bir film. Ne de olsa İtalyadan Fellini gbi yönetmenler çıkıyor.İzlemenizi öneririm.
Sevgiler.
http://www.imdb.com/title/tt0074252/

justine dedi ki...

Vefalısınız Mehmet, unutmamışsınız kitaplarınızı. Yerleri bile belli, kimse dolduramaz boşluklarını, ne hoş.

Fellini benim yönetmenim değildir, işin ilginci sevmem filmlerini. "La Strada" başkadır ama, onu severim, güzel filmdir. Bu tatilde Olympos'ta tanıştığım İtalyan çifte de söylemiştim Fellini sevmediğimi, çok şaşırmışlardı. En sevilenler listesinde bir numara çünkü. Her neyse, yine uzatıyorum lafı, evet Fellini sevmem belki, fakat, izlememi önerdiğin Ettore Scola başkadır, onun "Una giornata particolare" filmini silik silik hatırlıyorum. Trt göstermişti, çok güzeldi. Size katılıyorum, İtalya'dan çok sağlam yönetmenler çıkıyor; De Sica, Rossellini, Visconti, Pasolini vb. gibi.

Sadece isimler değişti;)

Filmi -bende yoksa- hemen bulmaya çalışacağım, izlemek istiyorum.

Çok teşekkürler Mehmet, sizinle filmlerden konuşmak çok keyifli.

TheSaint dedi ki...

kitap bulunduğuna göre ismailin olayla ilgisi kalmadı sanırım :)

p.s : 52 tane yorum mu olur ya? bu yorumlardan bir blog daha çıkar...

justine dedi ki...

Olayla ilgisi; senin devamlı "ismail" demen ve sonunda kitabın dayanamayıp "yeteeeer!" diyerek, çıkıp gelmesi;)

Yeni uyandım, kötüydü nöbet. Şimdi en büyük sorunum kahvaltı, ne yesem acaba, tost yapsam mı? Neyse, çay demleyeyim ben, gerisi gelir.

Günaydınlar Saint, sen buralarda mısın yoksa? İzmir kitap fuarı başladı, eğer buradaysan şanslısın;)

Sevgiler.

p.s.: Çok konuşuyoruz yorumlarda değil mi? En çok da ben;p Olsun, ben laf olsun diye yapılan konuşmaları sevmem, buradaki sohbetlerin hepsi çok keyifli, dolu dolu, ve herkesin diyeceği bir şey var. Güzel.

TheSaint dedi ki...

:) burdayım...şanslıyım...yazdım blogda...ismail her zaman işe yarar...

justine dedi ki...

Hoşgeldin!;) Hep şanslı ol, bloğu işlerim bitsin hemen okuyacağım, ismail candır;p

Bugün çooook yoğunum, çay keyfim şimdi bitti, hemen kalkıp markete gideyim, birazdan annemler gelecek!;)

Çok sarıldım, sevgiler Saint.

guguk kuşu dedi ki...

kitabı bulmana sevindim, aslında kaybedilmesi en zor nesnelerden biridir kitap, dolayısıyla böylesi bir hikayesinin ve açıklamasının olması doğal...

justine dedi ki...

Evet Guguk Kuşu, sabahın bir vakti, hiç aklımda yokken (bir önceki nöbette bulamamıştım çünkü, biraz umudumu kaybetmiştim hâliyle) karşıma çıkması hoş bir sürprizdi.

Ne güzel; ben sevindim, sen sevindin, herkes mutlu dağılabiliriz öyleyse;p

Sevgiler, iyi geceler.

alkım doğan dedi ki...

Ah hadi, sevindim Justine. Noldu bizim mahkumun sonu, öğrenebildin mi;)
Öpücükler,

justine dedi ki...

Şişşt aramızda kalsın, bulunduktan sonra elime almadım kitabı;p Annem, ablam ve Lilişka geldi Alkımcığım, ev daha sesli ve gürültülü şimdi. Ne kitap okuyabiliyorum, ne de buralara bakabiliyorum.
Bir düzene girsin hayatım, bir iki gün sonra kendi rutinime döneceğim.

Öpüyorum ben de, sevgiler.

Ebru dedi ki...

Hem yazıyı hem yorumları okudum epeyce:)

Bir de tatilsen eğer yoksa hastane yarın akşama yazı siparişi vereyim pazar tatilken keyifle akşamım güzelleşsin.
Sevgiler.

justine dedi ki...

Yazacağım Ebru, ama insan öyle bir şey ki (şey?;p) tembelliğe alışınca aynen o şekil gidiyor. Topuksuz ayakkabıya alışınca topuklu giyememek gibi bir şey bu, anla işte;p

Annem, ablam ve Lilişka geldi ya, ben iyice boşladım buraları. Oysa bloğa yazmak alışkanlık haline geldi, yazmayınca tuhaf bir boşluk hissediyorum.
-------
Dur bir dakika...

A ha,aradım ve buldum, aylar önce yine bu boşluk hissinden bahsetmiştim, bak şurada, son paragraf;

bloğu boşlamak ;)

Hmmm, böyle işte. Biraz önce Alkım'a da yazmıştım; aslında şimdi salonda yalnızım, Lilişka odasında uyuyor, ablam çalışma odamda proje değerlendiriyor, annem Rüyalar'da, yazsam yazarım yani. Ama tamamen yalnız olmayınca ve günü kendinle geçirmemişsen, koltuğa oturduğunda tuhaf bir yorgunluk çöküyor insana, bekliyor sadece, bana olan da bu. Sevdiğim blogları okuyorum, bakınıyorum etrafa, bekliyorum. (evet, Godot'yu;p)

Çok uzattım, biliyorum. Yazarsam bu gece, sayende yazacağım öyleyse, şimdiden sağol;)

Sevgiler, iyi geceler olsun.

Adsız dedi ki...

[url=http://paydayloansatonce.com/#bsarikent.blogspot.com]payday loans[/url] - payday loans , http://paydayloansatonce.com/#ssarikent.blogspot.com payday loans