Salı, Nisan 16, 2013

o bir gölgedir varlık sanırsın


Nisan yarılanmış bile. Neler oluyor yahu; zamanı bir yerinden tutamamak kabullendiğim bir şey tamam, peki ya zamanın elinde oyuncak olmak, buna ne demeli? İpi kokmuş kukla gibiyim, ne hafızam duruyor yerinde ne de aklım. Yuvarlanıp gidiyorum, neyse, hayırlısı.  Ne yaptım yuvarlanırken ona geleyim ben; izne ayrıldım, İstanbul'a gittim, döndüm ve dönmekle kalmayıp, iki nöbet bile tuttum. Çok fazla yarım kalmış iş var, onlar kafamı meşgul ediyor, ya geçiştiriyor ya da bir şekilde halletmeye çalışıyorum. Olmuyorsa da olmasın diyorum artık, hem Vonnegut nasıl akıl vermişti Mezbaha No 5 romanında; so it goes! Onun dediğini dua kabul edip tekrarlayıp duruyorum, çevirisini de severim ben; hadi, geçmiş olsun! Daha önceki yazıda çok oyalandığımı söylemiştim, internet başında dalıp gitmek kolay, ayrıca unutmaya da yarıyor. Eh işte görün modern zaman passiflorası'nın bana ettiklerini; elimdeki beckett'lar duruyor, ders çalışamıyorum, film izleme hızım azaldı vs. vs. Kitaplara dönmeli, en güzeli bu. Çünkü sadece onlar suçu almaz üzerine, sizi delirtseler, öldürseler bile sizi tanımazdan gelir, pişmanlığınıza uzaktan bakarlar. Kim böyle bir gölge istemez. İkiz kardeşin rahatlatıp vicdanımızı acıtan yakınlığı, kitaplar aynamız, evet onlara dönmeli.


Morel'in Buluşu'nu okuyalı çok oldu. O zamandan beri yazmak aklımdaydı ama neden bilmem olmadı bir türlü. Bazı kitapların demlenmesini beklemeniz gerekiyor belki de, lezzetini iyice anlamak, hatta tadına "gerçekten" varmak için. Beyaz Kale ile birlikte demlenen kitaplarımdandı Morel'in Buluşu, bugün aklıma geldi ve bir bira açıp size anlatmaya oturdum. Okuduğum en tuhaf kitaplardan biri bu roman, elime alıp bırakamadığımı hatırlıyorum. Düşünüyorum da zehir gibi yazarlar var şu dünyadan geçip giden, Casares için konuşuyorum; böyle bir kafa nasıl rahat eder yaşarken? Korkutucu bir hayal gücü. Romana geçemiyorum değil mi? Bunun nedeni ise dostlar, bira da korkutucu derecede güzel, içerken bin türlü şey hatırlatıyor insana, o la la la.. ;) (şu tonla söylüyorum, aman dikkat;p sabırsız, zamane insanları için yardımcı olayım, 31-32. saniye)

 

(bu şahane illüstrasyonlar norah borges'e ait. evet doğru tahmin; bu hanım borges'in kardeşiymiş, aile boyu yetenek. şu sitede başka çizimler de var, meraklısına.)

"...i have been here before
but  when or how i cannot tell: 
i know the grass beyond the door,
the sweet keen smell, 
the sighing song, the light around the shore ..."

Borges'in önsözüyle açılıyor roman, Borges, serüven romanıyla psikolojik roman arasındaki farkı ustaca özetleyip Ruslar'ın biz roman okuyucularına ettiği kötülüğü (latife yapıyorum tabii) anlatıyor; Ruslar hiçbir karakterin olanaksız olmadığını bıkkınlık verecek ölçüde gösterdiler, derken, aşırı mutlulukla intiharın, merhamet nedeniyle işlenen cinayetin, aşk yüzünden ihanetin tadına vardığımızı  ve bu çeşit mutlak özgürlüğün 'mutlaka' mutlak düzensizlikle son bulacağının altını çiziyor. Bunu söylemesinin nedeni Casares'in -bence bu önsöze hiç gerek duymayan- büyülü romanına işaret etmek. Ona göre polisiye kurgulu romanlar, akla uygun bir olayın önce doğrulayıp sonra ünlü kıldığı gizemli olayları anlatıyor. Şu cümleler onun, önsözü şöyle bitiriyor Borges; "entrikanın ayrıntılarını yazarıyla tartıştım, onu yeniden okudum; onu kusursuz olarak nitelemenin bir yanlışlık ya da abartma olacağını sanmıyorum."

Olayları roman kahramanı anlatıyor, bunun nedeni kendisinin "sevimsiz mucize" diye nitelediği duruma şahit aramak, tanıklık edecek insan ve kanıt bırakmak. Adını bilmediğimiz ama bir suç işlediği için romanın geçtiği adaya kaçtığını iyi bildiğimiz bu kişiye kaçacağı yer fikrini bir sandalcı veriyor;  ezilen biri için bu dünyada tek bir yer var ama orada kimse yaşayamaz, diyor. Adada bir kilise, bir havuz ve bir müze dışında hiçbir şey olmadığını, üstelik adanın gizemi bilinmeyen, üzerinde yaşayan her şeyi dıştan içe doğru öldüren bir hastalığa ev sahipliği yaptığını belirtiyor. Orada yaşayanların önce tırnakları ve saçları dökülür, ardından derisi ve gözünün saydam tabakası ölür ve en sonunda ise tam anlamıyla yok olurlarmış. Tüm bu korkunç hikâye kahramanımızı fikrinden caydırmıyor, adaya gidiyor ve orada o 'meşum' güne kadar sessiz, sakin ve huzur içinde yaşıyor. Nedenini anlayamadığımız bir sebeple yapımı yarım bırakılan müzenin bir odasında kalmaya başlıyor. Yazın sürpriz yapıp erken geldiği, mevsimin sıcak bir gününde fonograftan yayılan müzik sesiyle irkiliyor. Kalabalık bir grubun adaya geldiğini şaşkınlıkla fark edip adanın ıssız bir yerine kaçıyor. Merak bitmez tabii, ortada bu kalabalığı adaya getiren ne bir uçak ne de bir gemi var. Ayrıca bu insanlar küstah bir şımarıklığa da sahipler, dans ediyor, kahkaha atıp, yüksek sesle konuşuyor, ölüm adasını utanmadan neşeye boğuyorlar. Zaman ilerliyor, günler geçiyor ve kalabalık bir türlü adadan gitmek bilmiyor. "Züppeliğin kahramanları yaşıyor burada (eğer terk edilmiş bir tımarhanenin sakinleriyle karşı karşıya değilsem)", diyor anlatıcı. Onu ele vermelerinden korktuğu için ağaç dalında yatıyor, gel gitlerden korunmaya çalışıyor ve bu zaman içinde daima davetsiz misafirleri izliyor. İlk önce hayal gücünün bir oyunu sandığı kişilerin zamanla gerçek olduklarını kabulleniyor. Bir gün bir şey oluyor; bir kadın her akşam gelip, kayalıkların önünde güneşin batışını seyrediyor. İlk önce ondan kaçan adam, sonra onu izlemek için içinde duyduğu dayanılmaz isteğe karşı koyamıyor. Kadın saçında bandanası, siyah saçları ve yanık teniyle "bohem" bir tip, böyle tarif ediyor onu, adı "Faustine". İstisnasız her gece kayalıklara geliyor Faustine, bir gün ani bir kararla ondan kaçmak istemiyor adam, ama kadın onu görmezden geliyor. Sanki başka bir boyutta, aynı şeyleri yaşamıyor, hissetmiyorlar. Üstelik adam bazı kapıları açamadığını, sesini duyuramadığını ve bazı maddelere dokunamadığını da anlıyor endişeyle. Dördüncü boyut nasıl olurmuş romanda böylelikle görüyoruz. Daha önce zamanda sıçramalı bir roman okumadıysanız benim gibi ağzınız açık kalabilir uyarayım. Her neyse, adamın kadına ilk görünme anında hissettiklerini yazmak istiyorum buraya, çok etkileyici; "oradaydı: renkli fularıyla, elleri dizinin üstüne kavuşmuş, dünyanın sınırlarını geriye iten bakışıyla...soluğumu bastıramadım. kayalar, deniz sallanıyor gibiydi." Sesini duyurmak istiyor, kadın bakmıyor, tenezzül etmediğini düşünüyor, ama hayır, başka bir şey var, davranışı beni işitmemiş gibi değil, diyor adam, sanki kulakları işitmeye, gözleri de görmeye yaramıyor kadının. Bir hayalete dokunmaktan korkuyor, bu his bile onu ürpertmeye yetiyor. Sizce de aşk böyle bir şey değil mi? Geçelim şimdi bilim kurguyu, macerayı filan, aşk aslında korkuyla karışık, adanış değil mi? Bana kalırsa öyle ama şimdi beni de geçelim romana dönelim. Kadının ilgisini çekmek için topladığı çiçeklerden uzun uğraşlar vererek harika bir bahçe yapıyor adam. Yazgısının bu alçakgönüllü girişiminin cezalandırılmaması için dualar ediyor, evet, bahçesi rüzgârla bozulmuyor, çiçekle kadına bir not yazmaya karar veriyor o da; bu adada ölümümü uyandırdın. Yok, hangi cümle daha etkili olur, bunun peşine düşüyor. Karşılaşma başarısız oluyor, kadın yine onu görmüyor, hatta bu sefer yanındaki sakallı adam da! Yabancı adamla kadının konuşmalarını dinliyor, aklına başka bir düşünce geliyor; acaba o mu görünmez? Bu ada beni görünmez yapmış olabilir mi diye şüpheleniyor, bunun işine geleceğini bile düşünüyor, çünkü o zaman kimseler görmeden Faustine'i kaçırabilir!

"Ne bir düşü gerçek, ne de bir gerçeği delilik olarak görmenin gerekli olduğuna inanıyorum."

Adada olaylar artık tekrar tekrar yaşanıyor. Kadınla sakallı adam kayalıklara tekrar geliyor, onun çiçek bahçesinin içinden özensizce geçiyor ve aynı ısrarcı, gizemli konuşmayı yapıyorlar; "-Bana olan bütün güveninizi kaybettiniz mi? -Hepsini -Eskiden bana inanırdınız. ... -İnanın bana Faustine... " Çocukken oynadığı bir oyunu düşünüyor adam, okuduğu kitabın resimlerine uzun süre bakıp, nesnelerin belli belirsiz ortaya çıkmalarını hatırlıyor. Tut ki öldüm! diyor, bu düşünceyle öyle çok heyecanlanıyor ki, (yazınsal ve düşünsel açıdan tabii;)), yaşamını özetlemeye koyuluyor. 

"Nereye gidiyoruz? İşitilmeyen müziklerin plakta durması misali tanrı bizi doğurtuncaya kadar nerede kalıyoruz? İnsanların yazgısıyla görüntüler arasında bir koşutluk görmüyor musunuz?"  ...." Şöyle ya da böyle, artık yaşamayanların görüntüsünün, dokunmasının ve sesinin bir yerlerde olması gerekir. (hiçbir şey kaybolmaz...)."

Sonrası; Faustine'in gerçekten yaşayıp yaşamadığı, ölümün bir kurtuluş olup olmayacağı, bilim kurgu, makineler, Morel'in tuhaf buluşu, bir mekânda sıkışıp bekleme, Dante’nin İlahi Komedya’sı, arafta kalma, filmler, görüntüler, kokular, sesler... Kitabın sonlarına doğru öyle çok yeri çizmişim ki şimdi dönüp baktığımda adadaki adam gibi düşünüyor, okurken gerçek bir cinnet geçirmişim diyorum;) Umarım bu satırlar merak uyandırmıştır sizde, daha fazla anlatıp işin heyecanını kaybettirmeden burada keseyim. Morel'in Buluşu, sadece okuduğum en güzel kitaplardan biri değil, aynı zamanda en deli, en belirsiz, en etkileyici kitap da oldu benim için. Gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum bu romanı; çünkü yaşadığımız şu hayat Casares'i tanımadan, onun yazdığı muhteşem satırları okumadan hep biraz eksik kalacak, inanın bana.

--------
p.s.: Bu yazıyı Casares'in memleketlisi Mercedes Sosa'yı dinlerken yazdım. Buraya da seçtiğim bir iki parçasını koydum, bakalım beğenecek misiniz? Son olarak, yazar romanını Borges'e adamış, bunu da önemli bir not olarak buraya düşelim. 

-Hmmm, header'ı da değiştireyim biraz nefes alsın sayfa. Hepimiz biraz tozlanmıyor muyuz durduğumuz yerde? Silkinelim biraz, hadi;p 

13 yorum:

Zelda Capulet dedi ki...

yazını okurken, içimden "dur justine ne yapıyorsun? herşeyi anlatıyorsun" diye mırıldanmaya başladım :) neyse iyi bir noktada durmuşsun. ben de kitabı okurken kilitlenmiştim ve zihnim allak bullak olmuştu.

ve böyle bir kafanın yaşarken rahat etmesine olanak yok tabii. sanırım insanlar önce ikiye ayrılıyor: huzurlu ve huzursuz yaşayanlar olarak. huzurluları boşveriyorum. ama huzursuzlar kendi içinde tekrar ikiye ayrılıyor galiba. bu huzursuzluğu inanılmaz eserlere dönüştürenler ve kendi huzursuzluğunda boğulanlar :) biz mi; boşver biz başka bir yerdeyiz :)

TheSaint dedi ki...

valla harika bir analiz...ağzım açık kaldı...bak hala açık :D

Adsız dedi ki...

Hareket etmezsen acı üzerine birikir, demiş Barış Bıçakçı. Acı mı, bu yoğun ve ekşimtrak tada acı demekle haksızlık edildiğini düşündürecek kadar keskin bir tarif değil mi sence de? Bunu gitmiş ve gelmiş olduğun; tanıdık duvarlar ve odalar hatta sigara dumanından bulutlarla uzlaştıracağın -sonuncusu mecburen, meecbuuren, mecburiyetten- günlerinin hatırlatacağı tecrübene dayanarak cevaplamanı istiyorum, söylediklerine çok değer veriyorum, bu seni korkutur mu ;)

Ah hoşgeldin! Adınla aynı tınıyı taşıyan bir karakter ama Casares'in yarattığı evren ve elbette bu kadar içten bir sorgulayışın verdiği düşünceler .. Bu kitabı merak etmemenin pek de mümkün olduğunu düşünmüyorum. Kitap hakkında çok da şey söyleyemeyeceğim çünkü yazdıklarını neredeyse içtiğimi söyleyebilirim. ve beni birazcık tedirgin eden şey Beyaz Kale'nin bende bıraktığı belirsizlik. Yani birtakım şeyler hakkında emin değilim. Onunla ilgili yazacağın yazıyı da -yazacağını söylediğin için, vazgeçtiysen ama psikolojik baskı yapmam yazmana yardımcı olacaksa hep buralardayım! :)- iple çektiğimi söyleyeyim. Bazı şeyler insanın kendisinde tamamlanmıyor, biliyorsun.

Aşk konusunda da .. Çok korkuyla adayış. Anlayamadığın her şeyin sonradan içinde belireceğini düşünüp ileri adım atmak cesareti, neyi neden yaptığını bildiğin anda bile hatta gözleri kapalı, seni bekleyen yüze karşı kendini sürekli didiklemek. Hep tetikte ama ısrarcı, leylak kokulu bir ılıklık. Bir şeyler kötü gittiğinde, -iyi olduğu değil- kötü gitmediği zamanlarda nasıl olduğunu hatırlayamamanın verdiği adressizlik .. demleniyorsun, demleniyorsun. ama dedim hani cesaret diye, seni dünyanın üzerine çıkaran. en çok.


Hey, gerçekten uzun zamandır buraya gelmemişim. Ve nasıl da özledim! Çokça sarılıyorum Justine, kocaman bir sevgi, özlem ve sabırsızlıkla hem de! :)

alkım doğan dedi ki...

Sarı Kent'e bahar gelmiş! Header'ı unutuluyor çoğunlukla, tozlanıyor gerçekten orada. Sen çalışkansın bu konuda ama Justine, değiştirmeyi ihmal etmiyorsun. Ne tatlı bir fotoğraf!
Mercedes Sosa'yı ilk dinlediğimde çok sevmiştim, sonra unutmuştum dinlemeyi. Ne güzel oldu şimdi bu.
Yazını okurken (ben de Zelda gibi bir "spoiler endişesi" yaşadım biraz, itiraf edeyim) kitap eklerindeki çoğu kitap yazısının ne denli bayat olduğunu düşündüm. Böyle bir şey okuyamıyorsun, çoğu belli bir kaygıyla yazılan yazılar olduğu için.
Ah, bu kitabı okumalıyım! Gelirim yine, şimdi şu fırtınalı havaya karışacağım izninle:)

justine dedi ki...

Hey, merhaba. Çok uykum var şimdi, nöbetçiyim, ve üstelik -saklayamam hiç- biraz da mutsuzum. Sonra konuşuruz. Uzun uzun sohbet ederiz kitap hakkında. Zaten, üzerine konuşulacak daha önemli ne var ki şu hayatta? Geçelim hepsini.

Herkese sevgiler.

justine dedi ki...

Zelda, kitaplar hakkında yazarken öyle bir endişe hep var;) Bin kere demişimdir kesin, ben kitap özeti çıkarır gibi okuduklarım hakkında yazmayı sevmiyorum. Kitabı okurken ne hissetmiş, ne düşünmüşsem onu söylemeyi seviyorum. Yalnız, hâl böyle olunca, okuyan kişi ne oluyor şimdi, kim ne yapmış, hiçbir şey anlamadım, demesin diye, kısa da olsa biraz konudan bahsetmek gerekiyor sanırım. Senin endişeni iyi anladım, özellikle de bu kitap için. Okuma keyfini bozmamak için dikkatli olmak şart, çok haklısın.

Huzursuzların ikiye ayrılması doğru, ben huzursuz huzursuz dolaşıp, hiçbir şey yapmayanlar alt kümesindeyim, haddini bilmek güzel şey;p

Çok sevgi ve selamlar.

justine dedi ki...

TheSaint, epey vakit geçti şimdi ne hâldesin?;p Teşekkürler, sevgiler;)

justine dedi ki...

Zedka! Hoşgeldin, çok özledim ben seni;)

Şimdi profiline tıkladım uzun süredir uğramadığın bloğun değişmiş, bence çok daha sade ve güzel olmuş. Hepsinden önemlisi dönmüşsün, şahane bir haber bu. (son yazının başlığı nasıl da vurucu; "Alfabede bir hayalkırıklığı olarak C.". konuşalım bir ara bunu ve Aylak Adam'ı tabii;))

Soruları konuşalım, Beyaz Kale'yi konuşalım, bunca zaman ne yaptığını konuşalım ama her şeyden önce seninle aşkı konuşalım Zedkacığım, bilirsin beni, hiç ama hiç korkmuyorum her şeyi sorabilirsin bana;p Feekat, acı hakkında konuşmayalım bugün, lütfen. Anlıyorsun beni, değil mi?

Kitabı merak etmen çok sevindirdi beni, başındaki dertleri atıp, azıcık rahatladıysan eğer okumanı isterim. Olmadı, ben hediye ederim bu kitabı sana, bir gün tanışır ve görüşürsek sözüm olsun.

Özlediğini biliyorum, benim de her zaman gözlerim seni arıyor yorumlarda, hislerimiz karşılıklı canım, çok sarılıyorum sana;)

Çok sevgiler, iyilikler, canım benim.


justine dedi ki...

Alkım;)
Eskiden daha çalışkandım header konusunda, şimdi ya tembelleştim, hevesim azaldı ya da fotoğraflar tükendi, bilemedim doğru cevabı inan;p

Mercedes Sosa'nın sesi muhteşem. O şarkı söylemeye başlayınca diğer her şey susuyor, bayılıyorum ona.

Herkesi endişelendirmişim, bu da demek oluyor ki bundan sonra kitaplardan bahsederken daha gizemli olacağım ve daha çok kendi hayatımdan konuşacağım, kapiş?;p

Güzel yorumun için teşekkür ederim Alkım, kitabı oku bakalım, sevecek misin merak ediyorum. Yok, seversin eminim, tanıyorum ben seni;)

Çok sevgiler.

Adsız dedi ki...

Oh my dear! -heceleyerek söyledim ve buna hitap edecek bir video bilmiyorum :/-:) Ahha, konuşacak ne çok şey, değil mi! Seni bilemem ancak ben çeneden yaratılmış bir insanım, o sebeple bu en çok beni mutlu eder ;) Dönmeyip de ne yapacaktım? Gidecek yerim mi var? Büyüyeyim biraz, işim ne :P

Bloğum için teşekkür ederim. Eskisi gibi zırt pırt yazamayacağım bir yere dönüştü ama. Aslında bunun sebebi benim, yazdığım şeyler içime sinene dek, bir oturuş ve tek nefeslik olana dek yazmıyorum. Bu aradaki zamanı uzatsa da benim için çok daha değerli bir yere dönüştürüyor bloğu. Ahh teşekkür ederim! :) Aylak Adam'ı sevmediğimi hissediyorum için için .. Zaten -öyle değerlendirmek istemesem de- çok insanın bildiği şeyi özünden ederler sanki. O sebeple okurken çok büyük bir şey beklemiyordum, ona rağmen hayal kırıklığı. Nasıl desem, biraz daha deli dolu ama aslında içini saklamak için bunu bir yol kabul etmiş birini bekliyordum. Çok samimi hissettiğim anlar da var elbette mesela kafedeki garson hakkında, onu tekrar görmeye gittiğindeki düşünceleri çok hoşuma gitti. Çok konuşurum kendimle ben, bunu hatırladıkça sevindim içten içe. Bunun gibi birkaç küçük nokta daha .. Ancak nasıl desem, birtakım şeyleri geride bırakmak için çabalamak gerekir Justine, C.'de o çabayı göremedim ben. Mücadele etmiyor, bu beni kırdı sanıyorum ona karşı.

Haa, C.'nin gerçek hayata yansıyan kısmıysa .. Ah, bence son derece lüzumsuz ama konuşmak istersen neden olmasın derim :)

Tabi bu C.'nin bir yüzü. Bir de Mrs. C. var ancak onu yazacak gücü bir türlü kendimde bulamıyorum. Hikayeyi anlatmayı deniyorum ama yapamıyorum -herkesin sizinki kadar tatlı bir üslubu yok efendim :)- nereyi anlatırsam anlatayım, beni Mrs.C'ye bu denli bağlayan şey orada hissettikleriydi ve bunu hikayeyi vermek yoluyla yapamıyorum. Denedim, denedim. :)

Nisan oldu, değil mi? İnanamıyorum, kutlamayı unuttuğum bütün doğum günleri geliyor aklıma şu an, ah ha, nasıl da yalıtmışım kendimi. Birtakım tatsız konuşmaların zemininden kurtulmak için ideal bir şey gene de :) Sonunda sorularıma cevap vermeye en azından çabalayacak biri! Bu beni mutluluktan deli bile edebilir! :)

Öyleyse sabırsızlığımı ikiye katlıyor ve seneye için kafamda tasarlamış olduğum İzmir gezisini şöyle bir iki gün daha uzatıyorum. :) İzmir'i görmeyi de öyle istiyorum ki, orada sevdiğim çok insan var. Sevdiğim insanların yarısından fazlası orada ya da oralı .. Bu ilginç :) Başımdaki dertler, ıhh, haziran bir geçse de balkonlara atsam kendimi, şıkıdım şıkıdım niğde gazozlar ;)

gece gece şen kesildim bak hiç hayra alamet değil bu :) the mentalist izlemek istiyorumi onu açtım şimdi, bir bakalım neymiş ne değilmiş, hiç bilmiyordum onu. yaşıtlarım pretty little liars izleyip dört sezon daha gerim gerim gerilmeye devam etsin valla :D

Huhuuv, şu çene şeyini inanılır kılacak bir yorum olmuş bu. Kafamın nasıl karışık olduğuna bak ve okudukça gülmekten kendini alama :D Çok eğleniyorum bu hallerimle, önümüzdeki iki ay biraz zor ama bu hallerin tadı bir güzel. :)

Çok çok öpüyorum, kendine iyi bak.

ps. mutsuzluk ve acı kısımlarına hiç değinmiyorum, eskiden konuşmak ve böylece çözmek gerektiğine inanırdım ama kelimelere döküp somutluk kazandırmaya hiiç niyetim yok. Hele ki senin gibi, ağzı açık güldüğü fotoğraflarda bile güzel çıkabilen birisine! :)

justine dedi ki...

Zedkacığım, müthişsin;)

Aylak Adam'ı ben de sevemedim, tamam farklı bir karakter, Yusuf Atılgan'ın cümleleri şahane ama tuhaf bir iticilik, soğukluk vardı o karakterde. Bilmişliği rahatsız etmişti beni, kadınları kendisinden özellikle uzak tutması (elbette fiziksel değil) ve bu uzaklığı gidermek için parmağını bile oynatmaması. Kız arkadaşı vardı adamın yahu! Onu da takmıyordu, inanılmaz büyük bir nihilizm. Tabii, ben romanı okuyalı çok oldu, net hatırlayamıyorum olayları, yine de C.'ye sinir olduğumu iyi hatırlıyorum;) Şurada bir şeyler yazmışım zamanında, şimdi iyice unuttum. Hmmm, Atılgan'ın roman ve karakterleri arasında bir seçim yapmam gerekirse Anayurt Oteli'ni ve Zebercet'in karanlığını tercih ederim sanırım ben. Yalnız, eskiden yazdığım gibi tutamak konusunda kesinlikle katılıyorum C.'ye, o konuda çok haklı. Böyleyken böyle;)

Kafam ne çok dağınık;/

Üslubumu tatlı bulman tamamen senin kişiliğinden kaynaklanıyor canım, sen güzel bakıyorsun ve beğeniyorsun hâliyle;) Yine de teşekkürler Zedkacığım, binlerce teşekkürler sana;p

Mentalist'e başladın mı, beğendin mi peki? Heyecan yaptım bak, sevdiğin birine sevdiğin bir şeyi tavsiye edince böyle heyecan heyecan oluyorsun, beğenmezse acaba endişesi var üstelik. Senin söylediğin diziyi bilemedim, baktım imdb sitesine, hiç duymamışım. Sanırım, 'gerçekten' fazla genç işi o dizi;p

Delireceksen eğer mutluluktan delirmen dileğiyle diyor ve artık burada bitiriyorum, şimdilik hoşçakal canım. Kocaman sarılıyorum sana, gülerken çekilmiş fotoğraflarımla ilgili sözlerin için de sağol, çok tatlısın sen;)

Mehmet dedi ki...

Kitapları bence kıyaslamanın hiçbir anlamı yok. "Morel'in Buluşu kadar güzel bir kitap da bu nedenle anlamlı bir cümle değil. Her kitap kendisiyle değerlendirilebilir. Sözü uzattım. Şunu demek istiyorum, güzel, etkileyici bir kitap bulduğumuz, okuduğumuzda hep onun kadar güzeli diye bir şeylere taklırız.

Morel'in Buluşu ile ilgili yazınız çok güzel. Kitabı keşfedip önermiş olmam da ayrıca bir mutluluk verdi bana. Kitabın tavsiyesini, Alberto Manguel'in Okuma Günlüğü adlı kitabından almıştım. Bu arada Mangue’in istisnasız tüm kitaplarını, okumayı yaşamının bir parçası olarak görenlere öneririm.

Manguel’in hoşuma giden bir değinmesi vardı kitapta; Buenos Aires’te insanlar hayaletleri görmüyor, diyordu. Düşündürmüştü bu cümle beni. Acaba günlük yaşamda etrafımızdaki hayaletleri görebiliyor muyuz? O, hayalet sözcüğünü sıradan, ürkütücü anlamından soyup da düşünürsek, yaşamın çeşitli uçlarında gezinen hayaletlerle çevrili değil miyiz her zaman? Hatta bazen bir yanımız yeşermeye, çiçek açmaya, dallanmaya giderken diğer yanımız soluk, görünmez bir hayalete dönüşmüyor mu?

Kitapta(Okuma Günlüğü) 12 kitap var. Her aya bir kitap olarak düşünülmüş. Dr. Moreau’nun Adası, Kim, Dörtlerin Simgesi, Söğütlükteki Rüzgar, Don Quijote, tatar Çölü, Sei Şonagon’dan Yastıkname gibi kitaplar. Özellikle Yastıkname’yi bayan okuyucuların daha fazla seveceğini düşünüyorum.(Türkçeye çevrildi.Metis’ten) 10. Yüzyılda Japon sarayında, kraliçenin nedimeliğini yapan bir kadının günlüğü, tuttuğu notlar denilebilir. İçindeki en güzel şeyler, kadının çeşitli konularda hazırladığı listeler. Bir örnek;

İçinizi Kıpır Kıpır Eden Şeyler
-Yavrularını besleyen serçeler.
-Küçük çocukların oyun oynadıkları yerlerden geçmek.
-Mis gibi tütsü kokan bir odada uyumak.
-Zarif Çin aynasının biraz puslandığını görmek. (Banyodaki buğulanmış aynayı anımsattı bana-Bir sevişme sonrasına dolaylı bir gönderme olabilir mi?)
-Yakışıklı bir erkeğin arabasını kapınızın önünde durdurup hizmetkarlarına “geldiğimi haber verin” demesi.
-Saçlarınızı yıkamak, üstünüze çeki düzen vermek ve parfüm kokan elbisenizi giymek. Kimse sizi görmediği zamanlarda bile kalbinizin derinliklerinde kendinizi mutlu hissedersiniz.
-Birini beklediğiniz gecelerde rüzgarın camınıza savurduğu yağmur damlalarının sesiyle birdenbire irkilmek.

Kusura bakmayın yazı çok uzadı. Aslında şu aralar Nikos Kazancakis’in Zorba adlı kitabını okuyordum, onu okumanızı önerecektim. (Bir-iki cümleyle. Ama söz uzadıkça uzadı) Kitap kitaplar arasında dağılmış, kaybolmuş birisiyle, yaşamın bilgesi zorba arasında geçenler. Zorba gününü yaşayan, (yüz yaşımı da bulsam, bir türlü akıllanmayacağım; cebimde küçük bir aynam olacak…) diyen birisi. (Unutmadan, eskiden, çok eskiden küçük yuvarlak cep aynaları vardı. Hep arka ceplerde taşınırdı. Erkekler sevdiklerinin gözlerinde, uzakta olsalar bile, onunla güneş huzmesi yansıtıp, selam ederlerdi.)

Daldan dala ferdi gibi bir şey oldu yazı. Müzikler için ayrıca teşekkür. Fado’yu yoğun olarak Polatlı’da dinlerdim. Hep bir yerlerinden şarap kokuları sızar bana göre.

Yastıkname ile ilgili daha fazla şeyleri aşağıdaki linkte yazmıştım.

http://www.uzunhikaye.org/icerik/sei-sonagon-yastikname

justine dedi ki...

Sevgili Mehmet,
yorumunuzu keyifle okudum, uzun olması sorun değil aksine daha da mutlu ediyor beni. Sırayla;

-Kıyaslama demeyeyim ama ben öyle cümleler kurarım, bazı kitapları da bazılarıyla karşılaştırırım. Her kitaba aynı özeni göstermem ve hatta okumam bile. Ama işte gelin görün ki, çok sevdiğim kitapları asla birbirleriyle kıyaslamam; Alıklar Birliği, Karamazov Kar., Cinler, Kara Kitap, Yaratık, vs. vs. vs. , bunların hepsi tek başına çok özel ve şahane kitaplar, bunlara dokunmam.

-Yazıyı beğenmenize sevindim, sizin tavsiyeniz ve yazınız etkili olmuştu okumamda, bu vesileyle tekrar sağolun.

-Manguel'in Okuma Günlüğü hâlâ yok kitapçılarda, bulursam asla kaçırmam, öyle çok okumak istiyorum.

-Şonagon'un Yastıkname'sini Ayhan hediye etmişti bana, sanırım altı-yedi yıl olmuştur. Bölümler hâlinde okuyordum, parça parça ve özellikle uyumadan önce yatağımda. Böyle bir okumanın kitabın ruhuna da uygun olduğunu düşünüyorum, nereden baksak başucu kitabı çünkü;) Güzel bir kitap Yastıkname; şiirsel, incelikli, keyifli. Ortak çeviri olması da ayrıca ilginç, sevmiştim ben.

-Ve Zorba.. Kitabı okumadım, filmi seyrettim. Bahsettiğiniz bölümü biliyorum, Kazancakis'in dili sihirlidir. Anlattığınız ayna hikâyesine ise bayıldım, çok güzel, nasıl büyük bir zarafet, aklım şaşıyor böyle şeyleri duyunca.

Müzikleri beğenmenize sevindim, buraya koyduğum şarkıları özenle seçiyorum, yazıyla uysun istiyorum, defalarca dinliyorum filan, böyle çocukça işler, beğenildiğinde de seviniyorum tabii;)

Yorum için tekrar teşekkürler, çok sevgi ve selamlar.