Cumartesi, Aralık 16, 2017

istediğiyle çıkardı yollara / giderdi hiç istemediğiyle *


Yukarıdaki küçük sehpadan başımı çevirip odaya bakıyorum, ı ıh aradığım şey orada değil, şehre çeviriyorum yüzümü, kış ayında bahar sıcağıyla gevşemiş, biraz şaşkın sanki, nedensiz ifrata kaçan ergenler gibi başıboş ve sorumsuz görünüyor. Hoşuma gitmiyor bu görüntü, kitabıma dönüyorum. Şair, "odaları şarkı tutan ev" diyor,

biri mistik biri güncel biri öyle eski
pancursuz, yeşile gizli, çekilmiş yarışmalardan
melâli hüzünden ayıran ev

işte o ev"


Gülten Akın'da kalıyorum. 


Onun dizelerinde duran başka bir kadının olduğu bir film var, onu izlemeliyim. Sıkıntımın hafiflemesine değil anlam kazanmasına yarar belki, apansız eylüle giren bu evi ısıtmalı, bir şeyler yapmalıyım. Ve gittim, sonunda izledim dün akşam. Yıllar yıllar önce çok güzel filmler izlediğim Desem sineması'nda gösterimdeymiş, oraya bunca zaman sonra geri dönmek benim gibi ottan boktan etkilenen (!) alık bir kadın için ağırdı, yine de omuzlarımı dikleştirdim, kalbimi karartıp girdim içeri (ahah). "İşe Yarar Bir Şey", muhteşem bir film değil, hatta çok güzel bir film de diyemem ama ben sevdim filmi. Filmdeki kadınların sözsüz iletişimini (yönetmen dahil), Leyla'nın hüzünlü ama sıcak bakışlarını, tren yolculuğunu ve özellikle Gülten Akın okunmasını çok sevdim. Film daha yeni vizyondaydı, konusunu herkes duymuştur bir yerlerden, seyreden de seyretmiştir zaten (ben çok geç kaldım!) anlatmak anlamsız fakat çok hoşuma giden bir sahneden bahsetmek istiyorum kısaca. Yemekli vagonda kendi kendine (kimse eşlik etmediği için) içip türkü söyleyen adama Leyla'nın eşlik etmesi nefisti. Ben de içimden onlarla birlikte söyledim türküyü, çok güzel bir sahneydi. Bir de Leyla akşam yemeğinden dönerken İzmir'in tenha sokaklarında yürüdüğü sahnede gözlerim yaşardı. Bu bende klasiktir, hele son zamanlarda "patetik" ama gerçek bu, duygularımı saklayamıyorum. Neyse geçelim. Aaa, bence komik bir şey daha var film ve benimle ilgili, onu da yazayım; filme gitmeden özellikle film hakkında bir şey okumak istememiştim. Yönetmen, senarist, oyuncular ve tren yolculuğu dışında pek bir şey bilmiyordum. Trende iki kadın karakter konuşurken gidilen yerin deniz kıyısında olduğundan filan bahsettiler sanırım ama ben nedense ısrarla doğuya -Kars'a mesela- gidiyorlar diye kodlamışım, karşıma birden İzmir çıkınca şaşırdım, mutlu oldum. Yüzüm aydınlandı birden, İzmir öyle güzelsin ki..


Eve döndüğüm gibi çay koydum, canım ne şarap ne de başka bir şey içmek istedi, çay içip bir film daha izleyecektim. Hiç aklımda yokken ve pc'de onlarca film sırada beklerken sanki hipnoz olmuş gibi gidip o filmi seçtim. Şimdi düşününce bana büyük bir tesadüfmüş gibi geliyor; yine bir kadın yönetmenin filmi, yine hikâyesinde iki kadının ana karakter olduğu bir film; Tereddüt. Tereddüt, İşe Yarar Bir Şey gibi eksiklerle dolu bir film, oyunculuklar abartılı, bazı sahnelerde 'sanki' yanlış oynanmış fakat çok önemli bir film. Ben sevdim ve filmi izlerken çok düşündüm. Yeşim Ustaoğlu'nun filmindeki iki kadın karakter yaşam tarzı ve kişilik olarak birbirlerinden oldukça farklı iki kadın, Elmas küçük yaşta kendisinden yaşça büyük bir adamla zorla evlendirilmiş sessiz bir kız, Şehnaz ise kendi ayakları üzerinde duran, modern bir hayat yaşayan bir psikiyatr. İkisinin yolu bir trajedi yüzünden kesişiyor. Buraları geçelim, bana kalırsa yönetmenin derdi kadın olmak, kadın cinselliği ve elbette erkek tahakkümü. Şehnaz'ın kocasıyla sevişirken yaşadığı tatminsizlik, adamın erken boşalması, sadece kendi bedenini düşünmesi ve Şehnaz'ın seks bittikten sonra kendini ağlayarak tatmin ettiği sahneler ve Elmas'ın her gece inandığı ve sığınabileceği tek şey olan tanrıya yalvarıp "bu gece gelmesin, lütfen bu gece gelmesin, bu gece olmasın" haykırışları, sonunda tabii kocasının tecavüzüne uğraması, yatağın içinde sessizce ağlaması Şehnaz'la çok benzer. İki kadın da cinselliği bir cehennem gibi yaşıyor. Şehnaz'ın sevişmeyi isteyen, arzulu ve seksi başlatan kadın olması farklı anlamda cinsel şiddet yaşamasına engel değil. 

Ooo, kaptırmış gidiyorum, burada keseyim. İki filmi de izleyin, gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. Ben kadın gözüyle çekilmiş ve oynanmış iki filmi de çok önemli buluyorum yerli sinema açısından. Ve kendi adıma önemli tabii, iki filmi de izlerken etkilendim ve çok düşündüm. İmdb puanlarını yedi! versem de izlediğim için memnunum. ;) Şimdi buraya güzel bir müzik koyup şarabımı tazeleyecek, sonra da hafif (olmasını umduğum) bir film seçeceğim, hadi hadi, gece bitmeden buradan kalkmalıyım. (kendimle konuşmalar volume yüzbinmilyon)




(yazının müziği de bir kadından gelmeliydi tabii, Eleni Karaindrou - eternity and a day, nefis. )

--------------
* Gülten Akın / Sonra İşte Yaşlandım (kısa şiir - on iki) 

15 yorum:

za.de dedi ki...

Hımmm, nefis yazılarınıza başlamışsınız. Ne hoş. Film eleştirmeni ülkemizde yok denir. Sizin yazılarınızı okusunlar o halde derim.. Eleştiri kelimesi kritiğin yerini tam tutmuyor, film kritiği (tam Türkçe karşılığı ne olabilir?) demeliyim sanırım. Kritik yapmak için değil de içinde yaşıyormuşcasına samimi analizleriniz izlediğiniz film yorumlamalarınızdaki samimilik (sıcaklık)size bağımlılık yarattığını söylemeliyim. Sevgiyle, varlığınız hiç eksik olmasın.. :)

Leylak Dalı dedi ki...

Sevindim yazını görünce, özlemişim eski blog dostluklarını :)
Her iki filmi de izledim, İşe Yarar Bir Şey'i vizyona ilk girdiğinde, bir şiir okur gibi izlemiştim. Bence film değil şiirdi zaten ve o yüzden filme benzemiyordu :)
Tereddüt'ü de daha vizyona girmeden geçen yıl festivalde Ece'nin de katılımıyla izlemiştim. Funda eryiğit'in oyunculuğunu çok beğeniyorum, her role gidiyor. Ece de küçük ama üç buçuk ve filmde ben de çok eksiklikler bulmama rağmen seninle femfikirim yazdıklarında, o kısım çok güzel verilmişti, yoksa bir sürü aklın alamayacağı saçmalık mevcuttu. Ama kadın yönetmenleri seviyorum, hayata bakışlarını da ve Justine hanımı da :)
Sevgiler...

www.macerakitabim.com dedi ki...

Seviyorum yazdıklarınızı. Bir kere çok samimi geliyor; ardında da her kelimenin nasıl yerli yerine oturduğunu düşünüyorum dakikalarca. Sanki uzun bir ara vermiştiniz. Gelmeniz, tekrar yazmanız ne güzel. Kelimelerle arası iyi olan insanlar yazmasalar da hiç kaybetmiyorlar aralarındaki dostluğu. İlk okul arkadaşlığı gibi geliyor bu bağ bana. Hep kaldığın yerden devam ediyorsun, ne kadar susarsan sussan da!

Öyle iyi geldi yine yazdıklarınız. Kaleme, kaleme sığınmak istedim okur okumaz.
Hep yazın, hep buralarda kalın, olur mu?
İçten sevgilerimle

Mehmet dedi ki...

"Sonsuzluk ve Bir Gün". öyleydi parça adı.
Boş verin parçayı, onun Eleni'nin- tüm yaptıkları çok iyi.
Angelopoulos -umarım doğru yazdım- büyüktü. Tüm filmlerini içimden bir şeyler atarak bir şeyler koyarak izlediydim.
Biliyorum başka yerdeyim.
Olsun.
'Yer' ile 'başka' ayırımı kötü değil.
Olmamız gerekmediği yerde daha mı rahatız,
Düşünmememiz gerekende neyiz?
Selamlar.

justine dedi ki...

za.de (zapere değil miydi), Leylak Dalı, Özlem, Mehmet Bey, ne iyi geldi seslenmeniz bir bilseniz. İki kadeh şarap rutinimi aştım bu sefer, üçüncü kadeh bitiyor. Son yudumlarımı içip yatağa gideyim, yarın konuşalım. Güzel bir rüya görmek istiyorum, sizin için de dileğim bu, hoşça kalın. (yorumumu editledim şimdi, gerçekten çakırkeyif olmalıyım. komik;))

justine dedi ki...

Merhaba za.de, teşekkürler güzel sözleriniz için. Film eleştirisi olsun diye yazmıyorum aslında o yazdıklarımı, kendime not düşüyorum sadece, aa bir de burayı okuyanlara belki bir faydası olur, tavsiye olur filan diye yazıyorum. Ama teşekkürler yine de, utandım güzel sözlerinizi okuyunca. ;)

Siz de eksik olmayın, hoşça kalın.

justine dedi ki...

Aaa, Leylak Dalı gelmiş! Hoş gelmiş.;)

Senden kaçmayacağını biliyorum, aklımdaki emeklilik hayalini yaşıyorsun, filmler, kitaplar, nefis likörler.:p

Justine hanım da seni seviyor, sarıldım. :)


justine dedi ki...

Özlem, hoş geldiniz. Yorumunuzu dün gece filmim bittikten sonra okudum, belki üçüncü kadeh şarabın da verdiği etkiyle duygulandım, çok mutlu ettiniz beni. Nasıl yazılar yazıyorum, okuyana nasıl geliyor bilmiyorum ama samimi olduğumu çok net söyleyebilirim. Sayıklar gibi yazıyorum çünkü, sanki günlüğüme yazar gibi (evet evet sizin de dediğiniz ilkokul arkadaşlığı ve o yıllarda tutulan günlükler ;)).

Profilinize tıklayınca çok şaşırdım, benim daha yeni gezdiğim gördüğüm yerleri gezmiş bir de nefis yazılar yazmışsınız oralar hakkında. Paris, Brugge! Macera Kitabım'da çok fazla zaman geçireceğim kesin, bu gece nöbette başlayacağım mesela, harika oldu sizi tanıdığım. Ben de o yazılar ve nefis fotoğraflar için teşekkür etmeliyim size, dün gece birazcık baktım ve o muhteşem günlere döndüm. Masal gibiydi.

Çok sevgiler.

justine dedi ki...

Mehmet Bey, yine nokta atışı yapmışsınız sorularınızla. Bilmiyorum. Ben artık çok huzursuz ve "çoğu zaman" mutsuzum bunu biliyorum ama.

İyi ki gelip sesinizi duyurdunuz, sağ olun.

Sevgiler.

mavi dedi ki...

Hoşgeldiniz özlemişim yazılarınızı okumayı.

justine dedi ki...

Hoş buldum Mavi, sağ olun. Sizi görünce eski günler geldi yine aklıma, hani şu şaşaalı blog günleri.;) Sizi de okurdum, yaptığınız yemekleri, iş arama serüveninizi filan hatırlıyorum silik silik. İzmir'de geçiştik mi acaba diye düşünmüşümdür bloğunuzu okurken. Ki öyle de olmuştur çoğu kişiyle, yazılar ve uyduruk birkaç fotoğraf dışında tanımıyoruz ki birbirimizi, öyle olması da çok doğal. Bence gizemli ve güzel bu, benim şapşik ruhuma öyle geliyor daha doğrusu.

Sevgiler. ;)

z.d. dedi ki...

Justine,
Film eleştirisi(kritiği) düşüncesiyle yazmadığınızı biliyorum, biraz film kritiği yapan profesyonellerin kulaklarını çekeyim dediydim yalnızca..:)
zapere göbek adım, z.d. öbür adım, Za.De. gerçeğe yakın adım..

justine dedi ki...

Anladım şimdi. ;)

Mehmet dedi ki...

Biyografik bir film Maudie. Romatoid artrit hastalığının yaşamını çekilmez hale getirdiği, Kanadalı bir sanatçı. Bir ressam. Ressam sözcüğünü fazla iddialı bulabilirler Maudie’nin yaptığı resimlere bakanlar. Küçük kartlara, çevresinde gördüğü çiçekleri, ağaçları, geyikleri, hayvanları ilkokula giden bir çocuk çizimleriyle resmediyor.

Teyzesinin evinden ayrılıp Everett Lewis’in evinde hizmetçilik yapmaya başlar. Boyalarla, fırçalarla arası iyidir. Boş zamanlarında duvara çiçek desenleri, kuş figürleri çizmeye başlar. Yalnızlığını, can sıkıntısını, sağdan soldan bulduğu kontroplak, tahta parçalarına resimler boyayarak geçirmeye başlar. Everett geçimini balıkçılıkla sağlayan bir köylü. Sanatsal veya entellektüel her türlü duyarlılıktan uzak birisidir. Yaptığı resimleri her ne kadar anlamasa da, engel de olmaz. Zamanla Maudie’nin yaptığı resimler çevredeki insanlar tarafından beğenilip küçük paralar karşılığında satın alınmaya başlanır.

Filmi bu kadar anlatmak yetecetir sanırım. Sally Hawkins’in rolünü yaşarcasına döktürdüğü performansı üzerinde durmak istiyorum bir parça. Vücut dili, konuşmasındaki tuhaflık, yürümesi, fırça tutuşu, boya karıştırışı, tümü farklı bir ifadenin sonuçları. Bu oyunluluktaki doğaçlama ve ustalık -Ethan Hawke’nin de hakkını vermek gerek- filmdeki etkileyici duygusal atmosferin de kaynağı.

Maudie’nin sorunlu bedensel durumu, çocuğunu kaybedişindeki trajedi bile izlerken umutsuz, kara duygusallıkların içerisine itmedi beni. Duyu sömürüsü yok filmde. Tersine, Maudie’nin her şeyiyle yaşamda var oluşu, bütün duygusal dalgalanmaları bir hayata tutunuş olgusu olarak gördürüyor.

İzleyin derim. İzlediğimde ben, film hakkında bir şeyler söylemenin, yaşattığı duyguların tarifinin ne kadar zor olduğunu da gördüm. Ama çok yoğun şeyler yaşadım izlerken. Bu da yetiyor.

http://www.imdb.com/title/tt3721954/

justine dedi ki...

İlk fırsatta izleyeceğim, öyle güzel anlatmışsınız ki görüntüler gözümün önünde canlandı. İzleyeyim konuşuruz. Teşekkür ederim tavsiye için Mehmet Bey.