Perşembe, Temmuz 14, 2011

ya aldırma, ya da kendini tamamen ona ver*

“…
insanlar tıpkı diğer yerlerdeki dağlı köylüler gibidir. özgür, gösterişsiz.
çalışmaları gerektiğinde çalışır, içlerinden gelirse gülerler...
ve insanlara hürmet etmezler.
erkekler yine erkek. başka yerdekilere kıyasla, ne iyi, ne de kötü.
kadınlar yine kadın. çocuklar yine çocuk.
..."
(filmde bay Dean bölge insanını bu sözlerle tarif ediyor.)

Black Narcissus'u seyrettim, biraz önce bitti film. Çok geç oldu, yine de uyku görüntüleri ve anlamı bulanıklaştırmadan bir şeyler anlatmalıyım. Powell'ı bilen bilir, Peeping Tom'u ve The Red Shoes'u seyreden daha iyi bilir ne kadar sağlam bir yönetmen olduğunu. Black Narcissus, Powell ve Pressburger iş birliği ile yapılmış bir film. Bu ikili, bir dönem çoğu kült filmi yazıp yönetmiş. Çok iyi yapmışlar, ellerine sağlık, uzun süredir ilk defa harika bir film izledim sayelerinde.

46 yapımı filmde, bir grup rahibe Himalayalar'da kendilerine hediye edilen bir binayı okul, hastane, manastır  haline getirmek için görevlendirilirler. Grubun başında rahibe Clodagh (Deborah Kerr) vardır, bir yaşlı, bir şişman, bir sevimli bir de hasta rahibeyle yola çıkarlar. Gittikleri yerde hiç durmadan esen rüzgâr ve cam gibi bir gökyüzü vardır. Doğaya söz geçiremezler, sebebi olmasa da (rahibe giysilerinin içinde bile ihtiraslarını saklayamayan bu kadınlar için sebep ne kadar önemlidir?) iklim delirtir. Kalmaları için onlara verilen bina önceden harem olarak kullanılmış ve duvarlarda hâlâ erotik resimler asılı. Yaşlı bir hizmetçi bizim rahibelere yardım eder, genç general (yaşlı generalin oğlu, neredeyse çocuk prens) orada ders alıp olgunlaşmak ister. Yerli bir kız -yine ergen-, akıllanması için rahibelerin emrine verilir. Kız elbette prense abayı yakar. Cinsellik, tensel arzular, sömürü filan dinlemez. İlkel ya da değil, insan "önemli olmak" ister ve farkedilmek ihtiyaçtır. Çok yaşlı bir yerli gözlerini ileride bir yere dikip kımıldamadan, uyumadan, yemeden, içmeden, kısaca hiçbir şey yapmadan yaşar. Orada yerli olmayan tek kişi vardır, Bay Dean. Kibar, küstah ve akıllı biridir. Duyguları bu denli bastırılmış kadınlar arasında elbette kıskançlık başlar ve çanlar bu sefer başka bir tınıda çalar. 
Filmin sonunu söylemek yersiz, zaten netten biraz bakılırsa bu kadar az bilinen filmin sonu, (evet şaşırtıcı) ayan beyan yazılmış her yere. Esasen, o tuhaf ama tahmin edilebilir son önemli bile değil. Çünkü, dağa da gitsen, bin kat elbise de giysen, kendini götürüyorsan yanında, orada sorun vardır. Gözlerin kızarır, başın ağrır, ellerin terler. Sen tüm bunları "Siyah Nergis" isimli bir kokunun yaptığını sanırsın ama beynin kokudan da keskindir. Yabancı bir eleştirmen film için; rahibelerin fantezileri hakkında erotik bir İngiliz filmi, nadir görülen bir şey", demiş. Sadece şunu eklemek istiyorum bu tanıma;  başının içinde esen rüzgârdan daha fazla, hiçbir şey kafanı karıştıramaz ve bunun ilacı temiz hava değildir.

Hemen hemen uyumalıyım. Uyku unuttursun tüm sesleri ve görüntüleri.

   
  


* Filmde yaşlı rahibe gitmek istediğini ve artık dayanamadığını söyler. Kaldıkları yere katlanabilmek için ne yapılması gerektiğini başlıktaki cümleyle açıklar.

14 yorum:

Clea dedi ki...

vay vay vay, izleyelim izleyelim dedim justine hanımefendi ben İstanbul'a gidince fırsat buldu ve izledi! neyse, canım benim filmin iyi olduğunu hissediyordum zaten, görüntüleri de harika zaten ödüllü (farkındaysan yine sinema bilgimi konuşturuyorum:p), ne güzel anlatmışsın filmi de, çok sarıldım.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Garip! Neden bilmem film benim aklımın bir yerlerinde siyah-beyaz olarak kalmış. Senin fotoları görünce renkli olduğunu fark ettim. Bu filmi babam yıllar, yıllar önce Hindistan'dan getirmişti. Ciddiyim! O sıralar bizde şeritli film makinesi vardı ve babam makaralarla birlikte gelmişti.
Kardeşim ve beni yanına oturttu ve bu filmi izlemeye başladık. Elbette İngilizce'ydi ve biz o sıralar anlayamıyorduk. Babam filmin her cümlesini çevirirdi.
Bundan yıllar sonra Dijital platformdan tekrar elde ettim aynı filmi. Bir kere daha izledim. Ama nedendir bilmem başta da belirttiğim gibi hep siyah-beyaz kalmış bilincimin bir yerlerinde...
Bunun dışında filmin vermeye çalıştığı şey ilgimi çekse de o gün de karşı çıkmıştım bu gün de... İnsan olabilme olgusu kendini, daha net bir deyişle güdülerini baskılama kabiliyeti ya da olayıdır. Yani inanç ve düşünce sistemleri, değerler tarafından yaratılmış asıl benlik güdülerden daha güçlü olduğu sürece insanız gibi geliyor bana. Rahibeleri anlamıyorum, anlayamıyorum. Bence bu doğal değil, aksine zayıf ve çaresiz.
Sevgiyle...

justine dedi ki...

Sorma Poliş, birden elim o filme gitti, yoksa seninle izlemek daha keyifli olurdu tabii;p Sarıldım canım.

justine dedi ki...

Vuslat,
filmin renkleri önemli aslında çünkü Technicolor'la renklendirilmiş ve canlı bir tablo gibi izleyiciye sunulan film hem en iyi görüntü yönetimi hem de en iyi sanat yönetimi oscarını almış. (burada Poliş'e seslenmeliyim; ben de bilgi veriyorum;p)
Ben Technicolor tekniğini severim, aslında biraz yapaydır; kırmızılar çok kırmızı, yeşiller çok yeşildir çünkü, ama o canlılıktan hoşlanırım ben. Belki senin de aklında, o renkler eskiyi hatırlattığı için siyah beyaz bir filmmiş gibi kalmıştır. Bir ihtimal işte.

Rahibeleri ben de anlayamıyorum, bastırılmış duygularla beslenen hiçbir şeyi anlamam zaten. Tabii anlamamak var olmaları gerçeğini değiştirmiyor ya, neyse;)
Sevgiler.

justine dedi ki...

A Poliş, unutmuşum, sağol canım ama güzel anlattığımı sanmıyorum, en azından bu sefer. Öyle uykulu ve yorgundum ki, ne yazdığımın bile farkında değildim gece. Hiç kontrol etmeden, hızla yazdım, yolladım. Beter olabilir, ki olsun, canımız sağ olsun, değil mi ama?;)

Ayça Yaşıt dedi ki...

Hey, Jus!

Ne güzel yazılar yazmışsın, çok özlemişim. "Happy doggy" okuya okuya delirdim, sen bütün nevresimle, tanrım nasıl bir sabırdır sendeki, hayranınım. Elinde kırılan bardak nedir yahu, hadi buzluktaki birayı anladım...allaallaaa?! Şimdi iyi mi peki dirseğin? Kendi kendinin makarası olmak her yiğidin harcı da değildir yani, kimi toz kondurmaz kendine, küçük dağlarla yetinse hadi, büyük dağları da o yaratmıştır. Kendinle samimiyetini bozmayışına bayılıyorum. Clea'nın doğum gününü de kaçırmışım, geçmiş doğum günü kutlaması yapsam, utançtan kızarmış bir yüzle, işe yarayıp yaramaması hususunda beklentim dahi olamaz. Yine de demezsem de ayıp olacak, ımhh, kutlu mutlu olsun Clea'nın doğum günü. Yorumları yazılarının altına yapmadım diye garip oldu. Ama bir Justine yazıları açlığı çekerek girmişim ki bloguna, hiç yazmakla falan bölemedim, peşpeşe okudum. Kocaman bir gülücükle ayrılıyorum sayfandan, teşekkür ederim.

Sevgiyle.

Tolga dedi ki...

uykulu,yorgun böyle bir yazı çıktıysa;uykusuz,dinlenmiş bir yazı nasıl çıkardı,merak ettim doğrusu:)
sevgiyle.
tolga

justine dedi ki...

;) Hoşgeldin Atzeciğim. Clea'ya ayıp olmaz tabii, olur mu hiç öyle şey? Onun yerine hemen ben teşekkür edeyim doğum gününü kutladığın için.
Sevgiler.

justine dedi ki...

;) Teşekkürler Tolga, sana da sevgiler.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Bu arada filmi edindim tekrar. Daha izleyemedim ama şöyle bir hızla geçtim. Sanırım film makinesı, geçmiş anı olması ile filmin dönemi itibari ile siyah-beyaz kalmış aklımda. Söylediğin gibi oldukça renkli ve canlıymış. Yarın izlerim artık.
İyi geceler...

justine dedi ki...

Güzel bir film Vuslat, ben sevmiştim. İzle bakalım, sen ne düşüneceksin? Tabii filmi dönemin şartları ve durumunu da göz önüne alarak değerlendir lütfen, acımasız olma tamam mı?;)
Sevgiler.

Unknown dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
justine dedi ki...

Merhaba Fatih,
sizin bahsettiğiniz üst seslendirme olayını bilmiyorum, fakat yıllar önce bir belgesel izlemiştim, orada Martin Scorsese en sevdiği filmlerden bahsediyordu ve filmin görüntüleri akarken o konuşuyordu. Şimdi mesaideyim, uzun yazacak vaktim yok ama daha sonra size o belgeselin adını yazacağım.

Selam ve sevgiler.

Unknown dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.