Pazar, Ekim 23, 2011

kalbi besleyen iki şey; ekmek kokusu ve gerilimli öyküler



"...
Then she drew the curtains down
And said, "When will you ever learn
That what happens there beyond the glass
Is simply none of your concern?
God has given you but one heart
You are not a home for the hearts of your brothers

And God does not care for your benevolence
Anymore than he cares for the lack of it in others
Nor does he care for you to sit
At windows in judgement of the world He created
While sorrows pile up around you
Ugly, useless and over-inflated
..."
Bu şarkıyı çok dinlerdim eskiden, üniversitenin son yılları filandı sanırım. Nick Cave'i çok severdim, hâlâ severim. İyi oldu hatırlamam. Her şeyi unutuyorum ben, hemen hemen her şey silinip gidiyor hafızamdan. Bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum.

Ev daha kalabalık şimdi, annem, ablam ve Lilişka geldi, sonra da Poliş. Poliş zeytinli ekmek yapmış bu sabah, ekmek makinesinde. Mis gibi kokusu geldi önce, o zaman gerçekten uyandım. Tadı da harikaydı. Küçük şeyler büyük mutluluk veriyor, öyleyse tanrıyı her işe karıştırmamalı. Zeytin ve ekmek, kokusu yeter, kocaman imgesi. Bunu unutmamak gerek, notlar almalı, belleğime asmalıyım. Post-it dolusu mesaj, küçük küçük, unutma sakın unutma, tanrının kalbine ihtiyacı yok, aklını çalıştır. Sorunları öyle çözüyorsun. Ekmek ve zeytin kokusu, unutma.

Stephen King'i severim ben. Çok fazla kitabını okumadım, kendisini de tanımam ama severim. Bunun nedeni ortaokul yıllarındaki korku düşkünlüğüm sanırım. Deli gibi korku filmi izlerdim, gece korkudan ölür, uyuyamaz, sözler verir bir daha izlemeyeceğim, asla(!) derdim. Yarın olurdu ve yine izlerdim. Ne çocukluk. Kütüphaneye gider ve korku-gerilim kitaplarına dalardım, hastasıydım o türün. Şimdi geçmişi düşününce komik bir görüntü var aklımda; korku kitaplarının arasında dolaşıyorum, kütüphane görevlisi iki kişi, yaşlı bir kadın ve adam. Aman tanrım, ikisi de ne korkunçlar! Stephen'ın hayal gücüne filan ihtiyaç yok, onlar yetiyor geceleri cehenneme çevirmeye. Kadının topuzu ve kırmızı bir ruju vardı, ikisi de çok çok sinirliydiler. Kitap alacaktım ben, diyorum titreyerek, küçücük bir çocuğum. Sessiz ol, kitapları yerine koy, karıştırma diyor, King'in romanlarındaki tiplerden daha korkunç iki kişi. Adamın suratı hiç gülmüyor, onun öyküsündeki dondurulmuş maymunlar gibi, tek bir kası bile oynamıyor. Cesaretli, yürekli Justine! İkisini de alt edip kitabına ulaşıyor. Biraz kafadan hasta elbette, ama o kitapları çok seviyor. Lisede iyileştim, korku filmlerini hâlâ seyrediyorum tabii, King macerası bitti sadece. Geçenlerde onun bir öyküsünü yeniden okudum. Yüksek lisans tezimi teslim ettiğim gibi çocukluğuma dönme isteği belirmişti bende. Hafif kitaplar okumalıyım, küçükken okuduğum bir şeyler demiştim. Büyük bir rahatlama vardı üzerimde, savunmadan geçmiştim ve rahatlamak istiyordum. Evet, King öyle gelip bulmuştu tekrar beni. Onun Karanlık Öyküler kitabını almıştım. Bir roman olmamasını özellikle istemiş, kısa öyküler olsun, eğleneyim, hemen bitsin diye düşünmüştüm. Orada okuduğum birkaç öyküyü unutmadım, etkileyiciydiler, biri film oldu zaten; 1408.

Şimdi bahsedeceğim diğer öykü ise kısa film olarak çekilmiş, fakat ben seyretmedim. Geçen gün tekrar okudum zevkle. Gotham Cafe'de Öğle Yemeği, kısa ama etkileyici bir hikâye. Baş karakter bir adam ve öykünün başında karısından onu terk ettiğini söyleyen bir not alıyor. Çok şaşırıyor, eli ayağına dolaşıyor ve hemen bir karar veriyor; yıllardır içtiği ve karısının devamlı bırakmasını istediği sigarayı bırakacak. Komik elbette, böyle zor bir anda kendisini deniyor. Karısının avukatı onu arıyor ve bir buluşma öneriyor. Karısıyla buluşacağı için heyecanlanan adamın gözü hiçbir şeyi görmüyor. Tek isteği barışmak. Randevuya erken gidip, hevesli olduğu belli olmasın diye öylesine bir mağazaya girip hiç gerek ve ihtiyaç yokken şemsiye satın alıyor. Kısa keseceğim, böyle öyküler anlatılmaz. O gerilim okuyarak verilir sadece. Neyse, adam restorana gidiyor ve onu hikâyenin asıl kahramanı olacak şef garson karşılıyor. Garson, zayıf, boynundaki yamuk papyonu, başında dimdik duran bir iki saç teli ve gömleğindeki tuhaf leke ile karikatür bir tip. Adam garsona bakıyor ve gülmemek için kendisini zor tutuyor. Daha önce sigarayı bırakmanın iki aşamasını düşünen adam, ilk aşamanın fiziksel etkilerinden çok ikinci aşamanın gerçekdışılık hissini yaşıyor. Beynin bilgi otobanı genişlediği için bütün dünya bir hayal alemi gibi ona göre, garson mu deli, yoksa o mu bilmiyor. (Bunu ben böyle düşünüyorum tabii, öyküde böyle bir şey yok.) Garson ilk karşılaşmalarında adamın elindeki şemsiyenin köpek olduğunu düşünüp içeri sokmamasını söylüyor.  Boşanmamayı ve sürekli delice sevdiği karısını düşünen adam bu saçmalığı takmıyor elbette. Adam, kadın ve avukat çıkışsız bir sohbetin ortasındayken garson geliyor yanlarına. Adamı daha önce elindeki şemsiyesi ile içeri girmemesi için uyaran şef garson, uyarıyı yineliyor; "o köpeği içeriye sokmamanı kaç kere söyledim sana,  iiiiii! beni dinlemiyor musun!? iiiii, hiç uyumadım! iiiiiii!" diye haykırıyor. Buradan sonrası ciddi bir spoiler olur, sadece şu kadarını söylemeliyim; öykünün gerisi kan ve vahşet dolu.

Bu öyküde beni en çok etkileyen, baş karakterin olayların sonunda garsonun yaşamını hayal etmeye çalışması. Onun nasıl bir evde yaşadığını, nasıl bir yemek masası olduğunu, onun hiç kıpırdamadan tavana bakarak uykuyu nasıl beklediğini düşünüyor. Dolabında smokinlerinin idam edilmiş mahkumlar gibi asılı durduğunu, bir karısı olup olmadığını düşünüyor. O uykusuz geceler boyunca yatağında dönüp dururken garsonun da şehrin sirenlerini ve kamyon seslerini dinlediğini hayal ediyor. Hiç durmayan köpek havlamaları. O çığlığın "iiiiiiiiiii!!!", zehirli bir gaz gibi odayı sardığını. 

Adam hikâyenin sonunda sigaraya tekrar başlıyor, beyninde garsonun çığlığını duyuyor ve şöyle düşünüyor; "neden olmasın? her şey kadar bunun da bir anlamı var. iiiiiiiiii. iiiiiiiiii. iiiiiiiiiiiii."
--------------------------

Bomonti bira içiyorum şimdi. Neo sağolsun, bir zamanlar söylemiş aklımda kalmıştı. Tadı çok güzel. Yazıyı yazmaya başladığım zaman açmıştım, yavaş yavaş içiyorum. Birayı kışın içmem ben kolay kolay. Farenjit olmaktan korkarım, şu bu. Bugün sıcaktı hava, klima da ısıtıyor salonu. Bira ve sıcak hava çok yakışıyor. Tanrının bendeki iyilikle filan ilgilenmediğini biliyorum ya da başkalarında bunun olmamasıyla, kalbimin kardeşlerimin yuvası olmadığını da biliyorum, olsun sadece kimse üşümesin diyorum, üşümekten nefret ediyorum. Bir "iiiiiiiii" desem mi acaba?

2 yorum:

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Bir dönem sürekli korku filmi izlerdim. Şimdi de izliyorum ama zıvanadan çıktı artık, özel efektler, yaratıklar vb. Korku filmi olmaktan çıktı onlar. Nerede 13. Cuma'lar, Sevgililer Günü Cinayetleri vb. Stephen King'i de bu filmlerin bazılarından tanıyorum. Ama kitaplardaki gerilim aynı tadı vermiyor bana...

Yine de yukarıdaki öyküden doğru yaptığın eklemeler ve farazalar hoş olmuş. Ekmek makinesinde ekmek mi! İşte bu iştah açar. Ama nıç ben yiyemiyorum. Şu dostum zorla diyet yaptırıyor bana, fena yani. Ama bu süreç bitsin ilk yapacağım şey kendime ekmek makinesi alarak farklı ekmek lezzetleri yakalamaya çalışmak olacak. Mesela pastırmalı ekmek gibi :)
Bomonti bira hımm! Ben Tuborg'cuyum ve evet kesinlikle sıcak havaların içeceği bira. Soğuk havaların ki yaş üzüm rakısı daha soğuk havaların ki kuru üzüm rakısı ve çok daha soğuk havalarda direk boğma rakı...
Neyse benden bu kadar gevezelik yeter, geç kalmış bir afiyet olsun temennisi ile birlikte...

justine dedi ki...

Geç olsun güç olmasın Vuslatcığım, afiyet olmuştu evet;)

Korku filmlerini sevdiğimi defalarca söyledim zaten, gerilim öykülerini de severim ben. Çok uzun süredir King okumuyorum ama, güzeldi diye hatırlıyorum. Sana da tavsiye ederim, adrenalin veriyor hiç yoktan.

Bomonti'yi yeni keşfettim ben. Bu yaz bir iki kere içmiştim, buzdolabına da koymuştum birkaç tane. Tadı güzel bana kalırsa. Tuborg'u ise hiç sevmiyorum, Efes hayranıyım, tüm biralar bir yana Efes bir yana.

Soğuk havaların içkisi -şarap dışında- çaydır canım, daha güzeli olamaz;)

İyi geceler sana.