(filmin diğer afişini -türkçe- beğenmedim ben, oysa yukarıdaki çok güzel.)
“Ah, bir leş benim suçum, gökleri tutuyor kokusu;
En eski lânet, ilk kardeş kanı var içinde.
Dua edemiyorum, ne kadar istesem de,
Günahım ağır basıyor dua isteğimden.”
En eski lânet, ilk kardeş kanı var içinde.
Dua edemiyorum, ne kadar istesem de,
Günahım ağır basıyor dua isteğimden.”
Hamlet/Shakespeare
Bugün boş günümdü, kahvaltıdan sonra koltukla bağımı asgari düzeyde tutmak için kendime söz verdim, hatta daha geceden başlamıştım telkine; oturmayacaksın, oturmayacaksın, oturmayacaksın (biraz şiirsel bir okuma yapmak istiyorsanız siz bu sayıklamaları öldürmeyeceksin olarak alabilirsiniz.). Aklımda bir süredir Nuri Bilge'nin "Bir Zamanlar Anadolu’da" filmine gitmek vardı, gittim rahatladım. Gidişim elbette(!) macera doluydu (justine nerede, saçmalıklar orada), 17.30 seansına gidecektim, bir saat önce çıktım evden. Yol uzun değil İzmir sonuçta, ama ne olur ne olmaz dedim, erken gittim. Yolda yine daldım ben, sahil yolundan güzel güzel giderken ilk sola sapmadım, biraz sonra sapayım şehir trafiğine girmeyeyim dedim, gidiş o gidiş. Çeşme otobanına girmişim mis gibi, çevre yolunda ilerliyorum, yanımdan da sinema binaları (alışveriş merkezleri) akıyor. Ne ara daldım, ne düşündüm bilmiyorum, o sıra Karma Police çalıyordu ve gerisini hatırlamıyorum;p Hah ha, bu günlerde "The Mentalist" seyrediyorum ya ondandır bu ifade verirmiş gibi hâllerim. Neyse, buradan bir çıkış olmalı dedim, zaten yol yön bilmem, bir de son aylarda (günlerde yazamadım çok uzun bir süre çünkü, yıllarda, yüz yıllarda bile olabilir hatta) ev, hastane ve benzin istasyonu şeytan üçgeninde dolanıp durduğum için unutmuşum iyice yolları. Narlıdere sapağı varmış, oradan döndüm allahtan, yoksa Bir zamanlar Çeşme’de! olacaktı size anlatacağım hikâyenin adı;) Uzatmayayım, buraya yazdıktan sonra yine The Mentalist seyredeyim diyorum, çok geride kalmışım ben, adamlar dördüncü sezona geçmiş ben biri bitirmiş kalmışım. Of, dizileri de seyret seyret bitmiyor ne çok sağlam dizi var öyle. (yabancı diziler elbette!) Uzatmıyordum değil mi; evet gittim sinemaya, aldım kahvemi ve çok çok güzel bir film seyrettim.
Ben Nuri Bilge sinemasına alışığım, hâliyle; yok çok uzundu, sıkıcıydı, filmde hiçbir şey olmuyordu lafları pek bir anlam ifade etmiyor benim için. Uzun demişken; yine kısaltsa kısaltırmış ya, ben hiç sıkılmadım izlerken, eline sağlık iyi ki böyle bir film çekmiş dedim sadece. Yalnız önemsiz bir düşüncem var, onu kısacık paylaşayım sizinle. Bizim yönetmenlerimiz çektikleri sahnelere kıyamıyorlar, öyle seviyorlar ki bakışlarını; çerçeveledikleri her şeyi ama her şeyi bizimle paylaşmak istiyorlar. Montaj odasına boşuna giriyorlar aslında (tamam tamam abartıyorum, komiklik işte) orada attıkları bir sahne yok çünkü. Bir düzenleme yapıp, sahnelerin zaman kurgusunu halledip bitiriveriyorlar işi. Elbette bahsettiğim yönetmenin her sahnesi mükemmel, harika ve anlam dolu ama kendi bakışlarına kıyamadıkları da bir gerçek. Bak oysa Bunuel'e, Bergman'a bir iki örnek dışında 90 dakikada işi bitiriyor adamlar. Uzaklardan bir de Tarkovski var böyle uzun seven, fakat onu ayırıyorum, hem benim ilk göz ağrım, çok severim hem de Rus. Rusları karşıma almam dostlar, bir de mistik filan, hiç uğraşamam elin dindar Rus'uyla ;p
A, bu kadar geyik yeter, filme geçeyim;
herhangi bir kasabada, bir içki sofrası muhabbetiyle açılıyor film, sonra bir cesedin peşine düşüyoruz. Savcı, doktor, komiser ve yardımcıları dağ-tepe bir ölüyü arıyorlar. Taşrada zaman kolay akmaz, yine öyle oluyor; yavaş yavaş ilerliyor, bin çeşit insan doğası seyrediyoruz. Ortada bir ölü var, kafada ise farklı farklı ölüler. Savcının intihar eden karısı, kadının "sert" acımasızlığının altını çiziyor. Doktor "boşluğu" düşünüyor, şoför arabadaki ölünün yanına kavunu yerleştiriyor, muhtar köye mezarlık duvarı yapmak istiyor, savcı bir cezayı (kendisine verilen) sorguluyor, katil acıyı öteliyor; biz hepimiz biraz içkiliydik aslında. Düşünceler hepsinin karanlık kuyusunda, isteyen istediğini çekiyor oradan. Kuvvetli esen rüzgâr, dalından düşüp amaçsızca diğer çürük elmaların arasına sürüklenen "sağlam" elma, kesilen elektrik, güzel bir yüz (melek mi acaba?), içi boşaltılan vücut, hepsi bir coğrafyanın yol işaretleri. İçine toprak dolmuş, kafasına türlü ıvır zıvırlar, ama her biri tanrının ilgisine muhtaç. Benim delirdiğim mesele budur; tanrı neden çocuklarını ayırır.*
Hiç sevmem filmleri anlatmayı ve hatta üzerinde konuşmayı da. Aynı şeyleri hissettiğimi düşündüğüm birisi yanımdaysa rahatımdır, susarım. Gerisi sayıklama zaten.
Çok güzel bir film Bir Zamanlar Anadolu'da. Ben sıkı bir roman okuyormuşum gibi izledim filmi. İzlemeyen varsa izlesin bana kalırsa, belki bir kentin, kasabanın, köyün neden bırakılamadığını daha iyi anlarız, içine toprak dolmuş bir ülkeyi düşünürken içimiz titrer, üzerimize sıçrayan bir damla kanla kalakalırız olduğumuz yerde. Üstelik gidecek hiçbir yerimiz yok ve hikâyemiz çok silik.
-------------------------------------
* Tanrının çocuklarını ayırma hikâyesini biliyorsunuz zaten, Habil'in hediyesini beğenirken Kabil'in gönlünü de alsaydı belki… Yok, yok olmuyor öyle, kan hep akıyor. Akar.
--------------------------------------
p.s.:
-Filmde tüm oyunculuklar harika. Özellikle muhtar rolündeki Ercan Kesal'ın oyunu unutulmaz. Nasıl gerçek bir tip yaratmış, gözlerime inanamadım izlerken. Bir de benim dedeme (ananemin üçüncü kocası, üvey sayılır ama ben öz sayar, çok severdim.) çok çok benziyordu karakter. Zevkle izledim. Muhteşem bir performans.
-Nuri Bilge'nin Mayıs Sıkıntısı'na bayılırım ben. Bu film de neredeyse onun kadar güzel. Yine de Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmine biraz daha bağlıyım sanırım. İklimler ve Üç Maymun bana göre daha gerideler.
-Biraz önce güzel bir espri yaptım ama sildim. İkinci biradayım, her an saçmalayabilirim. Kontrol manyağı Justine!
- Durrell, Justine romanında; “Neden bu kenti bırakıp gitmiyoruz, Justine, neden kendimize böylesine kökünden kopmuşluk ve başarısızlık duygusuyla dolu olmayan başka bir yer aramıyoruz?” diye sorar. Bu filmi seyrederken bu soru kafamda dolanıp durdu, cevap; bilmiyorum.
-The Mentalist dizisinde, ajan Cho'yu oynayan aktör nasıl hoş, nasıl hoş anlatamam. Tamam Simon Baker (bir tanecik Patrick Jane’imiz) harika ama Cho boyunun kısalığı dışında harikulade. Laf aramızda ergen tipler gibi biraz bakındım nette, okumuş etmiş adam, akıllı üstelik;)
-Konu son anda, birdenbire, böyle dağıtılır işte; Anadolu'nun gerçek bir otopsisi yapılsa içinden sağlam deliler çıkar. Örneğe gerek var mı?;p
------------------------
son son son, gerçekten son not(!); Bakın ne geldi birden aklıma. Başlayamadım diziye, zaten biram bitsin yatacağım. Unuttuğum bir şey var, onu söylemeliyim. Ben felsefe sevmem, özellikle "sevmem". Yine de bu filmi seyrederken sevgilimin bana söyleyip durduğu (burada ister gülün, ister ağlayın) Heidegger'in varoluşçu felsefesi, "bırakılmışlık" ya da "fırlatılmışlık" fikri kurcaladı kafamı. Bu filme bir de öyle bakın isterseniz. Hepimiz dünyaya atıverilmiş varlıklarız belki de, tek sorun "kendimizi" düzgünce (evet, lego gibi) kuramamamız. Ne yapalım; olmuyor olamıyor bir türlü, sir! (ma'am mı demeliydim;p)
------------------------
son son son, gerçekten son not(!); Bakın ne geldi birden aklıma. Başlayamadım diziye, zaten biram bitsin yatacağım. Unuttuğum bir şey var, onu söylemeliyim. Ben felsefe sevmem, özellikle "sevmem". Yine de bu filmi seyrederken sevgilimin bana söyleyip durduğu (burada ister gülün, ister ağlayın) Heidegger'in varoluşçu felsefesi, "bırakılmışlık" ya da "fırlatılmışlık" fikri kurcaladı kafamı. Bu filme bir de öyle bakın isterseniz. Hepimiz dünyaya atıverilmiş varlıklarız belki de, tek sorun "kendimizi" düzgünce (evet, lego gibi) kuramamamız. Ne yapalım; olmuyor olamıyor bir türlü, sir! (ma'am mı demeliydim;p)
11 yorum:
Burda bir hata yapmışsın arkadaşım, hem de çok büyük bir hata! Arkadaşsız gidilen, yalnız seyredilen filmler var elbet. Lakin bana haber verecektin, müzeden alcaktın beni hatta, beraber izlerdik.
Hiç aklıma gelmedi canım, yalan yok, hiç düşünmedim birisiyle gitmeyi. Bu arada, sen arkeoloji ve tezin dışında bir şeylerle ilgilenir misin ki böyle sitem ediyorsun, ha canım?;)
Yakında müzeye ziyaretine geleceğim, oraya bir an önce kafe, çay ocağı, kantin gibi bir şey açarsanız sevinirim, çay iyidir.
Sevgiler.
Çok eğlenceli bir yazı olmuş; Biliyorsun ben Matrix severim. Holüvud'çuyum yani. Nuri Bilge Ceylan konusunda da oldukça yoğun duygularım var. Daha anlaşılır olması açısından şöyle ifade edeyim oldukça yoğun negatif duygular içerisindeyim. Beni o darlıklarımda zor bela vakit bulup gidebildiğim salonlarda iki defa ters köşeye yatırmışlığı vardır kendisinin İklimler ilk hatam üç maymun ikinci hatamdı... O yüzden bu film konusunda o kadar olumlu eleştiri almama rağmen gitmedim. Üç Maymun içinde methiyeler düzülmüş ben o methiyelere güvenip güzelim holüvud klişelerimi, güzellemelerimi elimin tersiyle itip o salona girmiştim. Hele ikinci yarısında artık öyle bunaldım ki filme bir hareket katabilmek adına, elimdeki koca kola bardağını pipetle höpürdeterek sesler çıkarmıştım ki bence filmin en heyecanlı yeri burasıydı. Şayet o kadar höpürdetmeme rağmen kimseden bir şşşşt! güzellemesi gelmemesi bir yana ben her an uyarılma ve tepki alma kaygısını her saniye yaşamıştım.
Ama sen beğenmişsin ki bu güzel senin adına, aksi durumda kola köpürtmeye değmiyor harcanan vakit ve nakit...
Sevgilerle...
Sağol Vuslat, nasılsın?
Ben Matrix sevmem, ama kendimi Hollywood sever ya da sevmez olarak ayırmadım hiç. Ne gişe filmlerine ve Hollywood tarzı filmlere küçümseyerek baktım ne de Avrupa filmlerine gereğinden fazla önem verdim. Sevdiğim, bana göre sağlam yönetmenlerim vardır o kadar; haliyle onların filmlerini tekrar tekrar seyrederim, çok kıymet verir ve önemserim. Nuri Bilge de onlardan biri. Onun filmlerini seviyorum, Mayıs Sıkıntısı'nı kaç defa izlediğimi hatırlamıyorum bile, o kadar çok. Hayranıyım o filmin. İklimler iyi bir konunun, hepimizin derdinin çok da samimi olmayan anlatımıydı bana göre, yine de ilgiyle izlemiştim. Üç Maymun keza. Uzak ve M. S. kadar sevmesem de iyiydiler. Bu son filmi ise, Bir Zamanlar Anadolu'da, çok çok iyi bir film. Bence bir kere daha şans ver Vuslat, kendine tabii;) Eminim beğeneceksin. Acele etmeden izle, sakin sakin, yabancı, öylesine bir şehirde, uyduruk bir kahvede otururken gelip geçenleri izliyormuşsun gibi izle. Sıkılırsın belki, ama o kahvenin önünden geçenlere boş gözlerle bakıp dururken daha çok kendine dönersin. Kendine dönerken acı çeksen bile izle, inan bana bu en gerçek deneyimimizdir.
Zamanımızı neler için harcamıyoruz ki, zamanın kıymetli olduğu da koca bir palavrayken üstelik.
Sevgiler.
sarhoşsun ayol sen, çenen düşmüş :)
hamiş : naber?
Beni tanıyorsun, Şenay;p
Kötüyüm aslında canım, dün kötü bir gündü, şimdi biraz biraz kendime geliyorum. Börek yapıyordum, çok acıktım. Can sıkıntısına börek iyi geliyor, aklında olsun.
Canım sarılmak istedi birden, sarılıyorum sana. Hoşça kal, ya da hoş çakal, ya da hoşçakal. İlhan Berk ve Ece Ayhan'a sevgilerimle;)
Merhaba tekrar ben iyiyim, fakat anladığım kadarı ile sen pek iyi değilsin!
Börek iyi gelir kesinlikle katılıyorum. Genelde çikolata tavsiye edilir olumsuz durumlarda, şu hormon salgılatır vb. meseleler işte, Ama kesinlikle iyi bir böreğin yerini tutmaz. En azından benim için.
Filmi izlerim.
Anadolu kahvesinde oturmak ha! Biliyor musun tüm anadolu kahveleri aynı ortaklıkla süzer yabancıyı. Değişmez bu kural. Gözlemci gözlediklerine etki eder ister istemez. Temkin vardır o bakışlarda, huzursuzluk, soğukluk... Ama bu ya yine de gülümserler sen gözlerini her diktiğinde... Anadolu kendine yabancı, uzak bir ülkedir. Kahveleri de öyle... O ülkenin uç karakollarıdırlar. Gözlerler, izlerler, tartışırlar... Dün ne ise bu gün o olmalıdır, eğer o kahvede gördükleri kişi, yani sen dün olanın dışında isen, sei iterler, dışlarlar... Yok eğer resme uymuş isen evet kahvede sessiz sedasız bir sandalyede senin olur.
Evet bir anadolu kahvesinde oturur gibi izleyeceğim, ve evet kendim için,
iyi olman dileğim ile...
afiyet olsun
;)Evet, izle Vuslat, seversin umarım.
Böreğim fırında şimdi, salata filan yaptım, çay demledim. Harika bir şarkı dinliyorum. Daha iyiyim, çok sağol.
Sevgiler.
Ben de yazacağım film üzerine ama biraz zaman geçsin istiyorum. Çok önceden Uzak üzerine karalamıştım bir şeyler... Yine öyle olsun, şöyle belli bir sahne üzerinden anlatım kurayım diyorum. Ama sen öyle güzel yazmışsın ve notlarını okumak öyle keyifliydi ki, sanırım erteleyeceğim BZA üzerine yazmayı...
Bu arada ben de filmi pek beğendim. Diğerlerini düşünürsek oldukça başarılı bir diyalog yazımı vardı filmde... Bu açıdan çok ama çok başarılı buldum. Nuri Bilge ve diğer iki senarist yandaşları halkın içine daha bir karışabilmiş sanırım. Hele Kesal! hakikaten yahu, Üç Maymun'daki vasat oyunculuğundan sonra ne denli başarılı bir tipleme çizmiş değil mi? Sanırım doktorluğunun Anadolu kasabalarında geçen (herhalde bir kısmını orada geçirmiştir) yıllarından kalma izlenimler var üzerinde...
Neyse, dediğim gibi film güzeldi, Uzak'ın yeri ayrı da olsa BZA da yine kendini keyifle izleten bu sefer merak duygusunu da içine katmış bir kısmıyla azıcık da olsa Jean-Pierre Melville'i andırtan bir film olarak kazındı zihnime. Tabi bu tamamen benim iç sesim. Yoksa film incelemesi yaparsak böyle bir sonuca ulaşmak oldukça zor.
Neyse yine uzattım. İyi geceler...
Duramadım baktım Justine Ercan Kesal'a. Meğerse Avanos'luymuş ve çocukluğu orada geçmiş. İzlenimleri Anadolu'nun orta yerinden:)
Cüneyt, hiç ama hiç aklıma gelmemişti Jean-Pierre Melville filmleri "Bir Zamanlar Anadolu'da"yı seyrederken, şimdi düşünüyorum da, haklısın aslında. Özellikle kara film ve yavaşlık açısından benziyorlar. Filmi beğenmene sevindim ama tabii Uzak ve Mayıs Sıkıntısı'nın gönlümüzdeki yeri başka. Kesal muhteşemdi evet, keyifle seyrettim onun olduğu sahneleri.
Tekrar iyi geceler, hoşça kal.
Yorum Gönder