Çarşamba, Kasım 09, 2011

"yanan mumları parlak tut"*


"
I don't believe in an interventionist God
But I know, darling, that you do
But if I did I would kneel down and ask Him
Not to intervene when it came to you
Not to touch a hair on your head
To leave you as you are
And if He felt He had to direct you
Then direct you into my arms
..."

Nasıl bir tanrı isterdim? Dün tüm gece bunu düşündüm. Passive'in yazısını okudum, ellerim eski kitaplara gitti, İvan'a, Lao Tzu'ya, hayaletlere. Biraz içtim, sabah olduğunda kimse kalmamıştı kalbimde, aklımın kapı arkalarında hayaletler. Ne çok hayalet. Gerçeğe ihanet edemem ben, diyen İvan'ın zavallılığına güldüm yatağa girerken, gerçek "hakikat" değildir sevgilim, sen biliyorsun. Ben bunu herkese söylemeliyim. Bir öykü anlatayım; çok çok eskiden uzak topraklarda (mucizeler uzaklarda olmalı) Balaam diye bir adam yaşarmış, bir aziz, ermiş. Moav kralı (işte onu iyi bilirsiniz; lanetlenmiş iki kabileden biri. moav ve ammon. babasıyla yatan kızların soyu, lut kavmi), Balaam'a bir ricada bulunur; İsrail halkını lanetle. Balaam geceyi benimle geçirin, der kralın isteğini ileten adamlara, tanrıya soracağım. Sorulan tanrı, kaderini belirleyen, üstelik iradene güvenen tanrı. Mutluluk için yüksek pahalar biçen tanrı. Tümüyle paradoks. Din de, hayat da, zavallı sen de öylesin. Masalı dağıtmayalım, tanrı yüksek perdeden cevap verir; Sakın! "Onlarla gitme! Lanet okuma, onlar kutsanmıştır" Tekrar ricalar ve tekrar tanrıya sormalar sonunda tanrı "kendi dediğinin yapılması karşılığında" izin verir. Balaam yola çıkar, eşeğinin sırtında. 
 

(Balaam and the Ass/Rembrandt van Rijn)

Tanrı meleğini Balaam ve arkasındakilerin karşısına çıkarır, ama meleği yalnız zavallı hayvan görecektir.

"...
And I don't believe in the existence of angels
But looking at you I wonder if that's true
..." 
Önüne çıkan meleği görünce hayvan yoldan çıkar, tarlaya sapar. Balaam eşeği döver, yeniden yola koyulurlar. Tekrar melek görünür, çaresiz hayvan kendisini zorlayan Balaam'ın ayağını ezer. (Öcü alınmamış acılar**.) Sana ne yaptım, diye sorar eşek, bana neden vuruyorsun? Sözümü dinlemiyorsun, ben senin sahibin değil miyim, der yaşlı, inanmış Balaam. Hep bildiğin, ve hep bindiğin eşek değil miyim diye cevap verir, akıllı hayvan, daha önce sana hiç böyle davrandım mı, diye sorar. Hayır, der Balaam, tanrı o zaman gözlerini açar. Özürler ve af dilemeler. Balaam bağışlanır, tanrı bir kavme meleğiyle sarılır. Bu çok çok eski bir hikâyedir.
Hepimiz bir cennet yaratmaya çalışıyoruz, kimin ayağına bastığımıza dikkat etmeden, nasıl koktuğumuzu görmeden. Yol da nasıl karanlık ve soğuk, kim bizi suçlayabilir? O yazıyı okuduğumdan beri uzun süredir gökten bir haber gelmediğini düşünüyorum, bahsettiğim yollar çok bulanık. 
 ----------------------
Buraya taşınmadan önce oturduğum apartmanda merhabalaştığım, tanımadığım ama bildiğim bir adam vardı, benim yaşlarımda. Dün haberini aldım, ölmüş. İki yıl önce bir "yanlışlıkla" çok zayıfladığını hatırladım, sonra kibar eşini, iki çocuğunu. Ben haberi öğrenmiş, şaşırmıştım, balkondan sokağı seyrediyordum, o sakin sakin evine yürüyordu. Dün duydum ki ölmüş. Hayat böyle böyle geçiyor işte.
---------------
 *Yazıya koyduğum şarkıdan.
**İvan'ın bir cümlesi.

15 yorum:

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Günaydın!!! İlk defa bu saate kadar, ilk defa bu kadar uzun uyudum. O yüzden bu saatte günaydın demek şaşırttı beni. Her neyse, asıl mesele bu değil. Yazını okudum da merak etmeden duramıyorum; bu denli ümitsiz kılan, bu denli durağanlaştıran, açıkçası ruhunu bu denli ümitsizce pasifize eden şey ne acaba?

Bu da dahil bir çok yazında açıkça ortaya konan şey genel anlamda hayata dair bir pasifizm, bir çeşit ümitsizlik, düş kurmaktan bile imtina eden ki bence eğer yerden bir çakıl taşı bile alınıp ufka savrulunmuyorsa zaten doğrusu da bu, bir hal var ya da ben öyle okudum.

Sevgiyle...

justine dedi ki...

Günaydın, yavaş;)

Ruhum ve ben dediğin gibi miyim bilmiyorum Vuslat, kendimi tahlil etmem genellikle, ama eğer öyleysem bunun milyon tane sebebi vardır. Kötülük ve kötü niyetten başlayalım saymaya, sonrası gelir zaten.

Çakıl taşı metaforuna güldüm, işte o konuda haklısın. Beni tanımışsın. Yalnız bir şerh koymalıyım yazıya, orada tam anlamıyla bir umutsuzluktan bahsedemeyiz canım, eşek bile konuşuyor düşünsene;) Seni yola getirmeye çalışan dile gelmiş bir hayvan bile olsa, umut vardır;p

Sevgiler.

Adsız dedi ki...

Soruların nokta atışıyla içimi alt üst ediyor Justine. Satırlarca lafı geveleyip anlatamadığımı iki cümlede anlatıyorsun. Sophia dedikleri bu olmalı. ;)

Nasıl bir tanrı isterdim? Geçenlerde biriyle sohbet ediyorduk, mevzu aşağı yukarı aynı. Ona, "Zor anlarda hatırlayıp güç aldığım, çıldırmamak için sırtımı dayadığım bir iki nokta var:" dedim, "Biri tanrının 'Siz beni nasıl düşünüyorsanız öyleyim' dediğinin söylenmesi. Bu, dehşet verici ve muhteşem; korkunç ve hayranlık uyandırıcı; özgürleştirici ve insanın elini ayağını bağlayan, mahvedici bir şey. Al işte sana free will."

Şurada anlatmayı beceremediğim şeyse beni neşelendiriyor. Daha doğrusu en alttaki alıntıdaki olay. Adalet ve merhametin birbirlerinden ayrı olduğunu düşünemiyorum, biri olmadan diğerinin olabileceğini. (Denge, bu ikisi birbirinden ayrıymış gibi davranınca bozuluyor ve aynı zamanda liyakatsizliğimizin de en büyük ispatlarından biri bu ayrıştırmayı yapmamız sanki.) Bu bakımdan kendini de nihai hesaba çeken, varlıkların da bundan gülümseyerek bahsettiği, her şeyi bırak böyle bir konuşmanın geçmesinin imkanını mümkün kıldığı söylenen bir tanrı fikri..

Beni teselli edense, mysticism dersinde sufism konusunda dinlediğim bir hikaye. Hikayeye göre, cennette tanrı kendini görmek isteyen insanlara, "Asıl suretimi mi görmek istiyorsunuz yoksa zihninizde canlandırdığınız beni mi?" diye sorduğunda insanlar "Tabii ki asıl suretinle seni görmek istiyoruz." demişler. Tanrı, "Ama bakın pişman olursunuz, sizin ne istediğinizi biliyorum" dediğinde itiraz edip isteklerinde ısrarcı olmuşlar. Böylece tanrı asıl sureti ile kendini insanlara göstermiş. Herkes büyük bir hayal kırıklığına uğramış, "Aaaa bu muydu?" diye. Bunun üzerine tanrı tebessüm edip insanların zihinlerindeki halde görünmüş onlara, o zaman insanlar "Hah, şimdi oldu, tamam" demişler, onu izlemeye doyamamışlar. Bu hikayenin beni inanılmaz bir şekilde teselli ediyor oluşunun sebebini açıklayamam. Sanırım bu Wittgenstein'ın susman gerekir dediği zamanlardan biri.

Ama susamıyorum. Kendimi susturamıyorum. Susmak olgunlukla, bilmekle olacak bir şey çünkü. Susmak sadece dilin değil, düşüncenin de susacak olgunluğa gelmesi belki. Lao Tzu'dan bahsetmişsin, ne çok hoşuma gitti. O demişti değil mi, "Bilen konuşmaz, konuşan bilmez" diye? :) Mistik inanışlara göre gerçek manasıyla inanmaz ile gerçek manasıyla mümin arasında pek az fark yoktur ya hani (ikisini de olmak çok zordur, çok zorludur çünkü, mahv ve ispat gibi tamamlarlar birbirlerini. Mesela ben gündelik telaşların insanı, ikisini de olabileceğime ihtimal veremem), belki dayanak noktalarından biri bu olmalıdır, bilmiyorum.

Yazını çok sevdim. Balaam'ın hikayesine hiç anlattığın gözle bakmamıştım. Bunun için Bible hocamı suçlayayım bari, kendimi temize çıkarayım. :) Bize Balaam'ın öykülerini seçilmiş millet İsrailoğulları'nı lanetlemeye çalışan, hırsına yenik düşmüş bir Kenanlı peygamber diye anlatmıştı. Ama, hem Amerikalı hem de Protestan'dı, ondan daha fazlasını da beklememek lazımdı belki de :P

Sevgilerimle.

justine dedi ki...

Şimdi poğaça yapıyorum Passive, mutfağa aldım laptop'ı güzel müzikler seçtim, tek eksik kafamda bu poğaça olayını mistik bir öyküye oturtamayışım;p Hamurum çok güzel kabardı, fırına koyayım seninle konuşacağım. Sohbet için sabırsızlanıyorum, bir de poğaçanın nasıl olacağını görmek için, esasen hayat bu kadar basit işte;)

justine dedi ki...

Passive,
poğaçanın tuzunu katmayı unutmuşum.
Kafalar bulutlu, susmuyor, gözümüzden, gönlümüzden neler neler geçiyor hamuru yoğururken, bilirsin.

"Sözcükleri seyrek kullan ki, her şey yerli yerine otursun", Lao Tzu yıllar sonra bir filozofun ve daha sonra senin söyleyeceğin şeyi kendine dayanak noktası yapmış. Susuyor, kalbine itikat ediyor, susuyor çünkü konuşmanın mühürlenmediğini biliyor. Dağılan, rahatsız kelimeler. İki dayanak noktan da aynı aslında, bir tebessümü koruyorsun. Tanrının gülümseyişini aklının karmaşıklığına tercih ediyorsun. Sen huzur ararken zamanı durduruyorsun canım, zaman durur mu hiç? Kirillov Stavrogin'e şöyle der Cinler'de; bütün insanlar mutluluğa kavuştuğunda zamana gerek kalmayacak. Diğeri, peki zamanı nereye saklayacaklar, diye sorar, zaman eşya değil diye cevap verir ölümü korkuyla seçen Kirillov, zihinlerden silinip gidecek.
Bir şey için gerekiyor zaman, bir "şey"; aydınlanma, anlayış, "hakikat"? O "bir şey"i kendimi bildiğim andan beri soruyorum. Nedir o "şey"? Tanrının rahatlamasını sağlayan, bizi yükten kurtaran, kimsenin bilmediği bir şey. Adalet, merhametin sonucu olsun istiyorsun, onun süzgecinden geçsin. Peki, istediğimiz nasıl bir adalet Passive? Seni rahatlatan hikâyeye geliyoruz işte, gözümüze hoş görünen merhametle yumuşatılmış adalet. Sen rahatlıyorsun, benim hoşuma gidiyor, çünkü bir kabul edişe ihtiyacımız var. Başını sallasın tanrı, evet desin, senin aklındaki görüntü benim varlığım (tanrı konuşuyor bak). Hadi bırakalım şimdi tanrıyı, kalabalık bir yerde oturalım, insan, insan, çok fazla insan olsun, korkmayalım, onlar bizim türdaşlarımız, dizlerimiz birbirine değsin, ağzımızdan ne çıkıyor anlamadan, fiziksel bir temasın sıcaklığına, tüm bu görüntünün basitliğine sığınalım. Bu kalabalığı ciddi bir "hakikatle" anlamak mümkündür. Biz anlayamayız.

Hiç anlayamam. Hala sinirleniyorum, susmak ölüm gibi.

Puşkin'in bir şiiri var. Sanatçılar hakkında daha çok, ya da ben öyle biliyorum. Onu her okuduğumda aklıma senin alıntındaki komik durum geliyor. Kendini hesaba çeken tanrı, günahlarını yükleyecek birini bulamıyor. İsa, bizim içindi, onu kim kurtaracak?
Şiir şu; "çar sensin. yalnız yaşa. kendi özgür yolundan git. özgür kafan seni nereye sürüklerse sürüklesin, değerli düşüncelerinin ürünlerini gerçekleştir. yüce eylemlerin için asla ödül isteme. ödül sensin, ödül senin kendi içinde. kendinin en yüce yargıcısın sen: kendi yapıtını amansızca yargılama gücün herkesten fazladır. sen, iddialı sanatçı yapıtından hoşnut musun?"

"Hayır" diyeceğine eminim, en azından poğaçanın tuzunun eksik olduğunu ve bir şeye benzemediğini itiraf eden ben, öyle umuyorum.


Balaam'a da çok yüklenmeyelim, senin benim gibi bir insan sonuçta, hakikat(?) için, eşeğinin dillenmesine ihtiyaç duyan;p

Sarıldım.

p.s.: O soru işareti, kendimi "birazcık" tanıyorsam eğer, hep orada duracak;)

Ayça Yaşıt dedi ki...

On yüz bin milyon kır iki baloncuk yutmuşsun. Ama ben çok, çok sevdim bu yazını, sana en yakın bulduğum yazın buydu, en gerçek. Katılıyor veya katılmıyorum, önemli olan seni tanıyabilmek için bana iyi bir şans vermiş olman. Teşekkürler.

Sevgiyle.

justine dedi ki...

En gerçek yazı henüz yazılmamış olandır, Atzeciğim;p

Özlemişim seni. Sevgiler.

Adsız dedi ki...

Ah, hayır hayır. Adaletin merhametin süzgecinden geçmesi? Hayır, hayır. Adaletin merhametin süzgecinden geçmesi demek, bir tercihi gösteriyor. Merhamet olmadan da adalet olur ama, onunla olursa daha iyi olur demeye getiriyoruz. Değil işte. Merhamet olmadan adalet olmaz. Adaleti, daha da güzelleştirmek, iyileştirmek için merhamet sosuna bulamamız işleri karıştıran şey canım Justine, ikisinin bir olduğunu, ancak ikisi bir ve aynı olduğunda ortaya çıkacak şeyin adalet şeyin adalet olabileceğini unuttuğumuz için canımız yanıyor.

Zeus bizi şimşeğiyle ikiye ayırdığından beri şu dualizmden çektiğimiz.. Zeus muydu bunu yapan, Eflatun mu yahut Babilli bir mühendis-kafalı mıydı (mimar da olur, artık mimarlara da mühendisler kadar sayıp dökebilme hakkını görüyorum kendimde, mimarlar mühendislerden daha yakınlar belki varlığa ve aynı sebepten daha da kötüler aslında) bilemiyorum. Birileri bizi belki daha rahat öğrenmek, belki daha rahat anlamak için bütünleri ikiye bölmeye ikna etmiş, downfall o zaman başlamış aslında. :) Şimdi, elimizde, her yerde ikiye bölünmüş, parçalanmış, parçalarını iki ayrı, apayrı şeymiş gibi gördüğümüz kavramlar, inançlar, duygular var: zaman-mekan, adalet-merhamet, kadın-erkek.

Tanrı günahlarının hesabını kime verecek? Bu soruyu kendime ne çok sordum. Bir itirafım var, senin bu da yine gülümseme ekseninde diyebileceğin bir şey olabilir. Bunu yazınca taşlanır mıyım bilmiyorum, şimdiye kadar taşlanmadıysam şimdiden sonra da taşlanmam diye umut edeyim bari. Hesap gününü hep çok sıkıntılı anlatırlar ya hani, işte her anın sana gösterilecek "neden böyle yaptın hmm" diye parmak sallanarak duvarı boyamış üç yaşındaki bi velet gibi azarlanacaksın, hatta belki daha kötüsü olacak.. Buna inanmakta zorluk çekiyorum. Hesap gününü hep tanrı ile karşılıklı hayatımı izlediğim, hesaba çekildiğim değil de olayları anlamamı sağlayan bir süreç olduğunu düşünüyorum. Çünkü, gerçekten, kendimizi ne kadar *bil*iyoruz? Ne düşündüğümüzü, ne hissettiğimizi, naptıklarımızın kaçta kaçını neden öyle değil de böyle yaptığımızı nasıl bilebiyoruz? En azından ben bunların pek çoğunu bilmiyorum. Sormak istediğim bir sürü şey var, "ya Tanrım, iyi oldu bu olayı da gördüğümüz, gerçekten de ben neden orada öyle davrandım, neden böyle düşündüm, neden şöyle hissettim?" diyeceğim ve cevap bekleyeceğim bir sürü şey. Tanrıyla bir spor programı yapacakmışız, meleğe de "oynat Maykılcığım" diyecekmişiz gibi oldu sanki ama ne demek istediğimi anlamışsındır. Bunların cevabı (ve hesabı) verildikçe hakikate daha yaklaşacağız diye düşünüyorum. Yoksa, açıkcası, devamlı azarlanıp hırpalandığın, sen süklüm püklüm boynunu bükmüşken sana "o yaptığın da yanlıştı, bu yaptığın da yanlıştı" diyen bir tanrıyla çekildiğin hesabın insana hakikate ve aydınlığa erme açısından ne faydası olur, değil mi? Ve eğer hakikate ve aydınlığa ermeyeceksek, neden bunun isteğinin ışığı hiç sönmeden yanıyor içimizde?

Ursula'nın bir hikayesi var. Uzay antropologları bir gezegene iniş yapıyor, oradaki kültürü inceliyorlar. Nihayetinde, bu insanların ve kültürlerinin dünyadaki Bill isimli ergen bir çocuğun hayalleri olduğu ortaya çıkıyor. Bill öyle şiddetle hayal ediyor ki bu dünyayı rüyalarında, dünya gerçek oluveriyor: insanları, bitkileri, hayvanları, dilleri, adetleriyle. Antropologlardan biri diğerine dehşet içinde şunu soruyor, ya Bill rüyadan uyanırsa? O zaman bütün bu dünya yok mu olacak? Diğeri, pek az kişi rüyadan uyanır diyor. Yani, bilemiyorum Justine, hep konuşup konuşup açmaza girdiğim yerde diyorum bunu ama, belki de en iyisi gerçekten susmak.

Son olarak Yunus Emre'nin bir şiiri var: "Ya ilahi ger sual etsen bana" diye. Bilmeyenler için, link de vereyim: http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=12564809

Dediklerinde çok haklısın Justine, canım, bunu okuyup gülümsemeyecek, bunu okuyup da yazana hak vermeyecek, insana bunları söylemenin imkanının yollarını açmamış bir tanrıyla işim olmaz. :)

matias dedi ki...

Kısa film dmisken:"Bir sonrakini bekleyecegim" i
izle derim:)
Ask bir skec midir, degil midir sen yorumla

Adsız dedi ki...

Düzeltme: Çok hızlı yazdım yorumu, karışıklık olmasın. "bunu okuyup gülümsemeyecek, bunu okuyup da yazana hak vermeyecek" derken Yunus'un şiirini kastetmiştim.

Hem sadece Yunus da değil, mesela,

kıldan köprü yaratmışsın
gelsin kullar geçsün deyü
hele şöyle bir duralım
yiğit isen geç a tanrı

diyen Kaygusuz Abdal ve diğerlerine de.

Sevgiler.

justine dedi ki...

Anladım canım, meleğe söylenen "oynat" kısmını anladım en çok;) Şimdi benim bir travmam var Passiveciğim (hadi canım daha neler, çok şaşırtıcı;p), anlatayım. Yatılı okulda bir din hocamız vardı, kısa bir süre dersimize girmişti adam, ama söylediği bir şey fena aklımda kaldı. Çok gülümserdi adam, diğer hocaların aksine huzurlu bir duruşu ve sesi vardı. Eee, ben de yalnız bir çocuğum tabii, sakin bir sesle anlatılan mistik bir hikâyeyi hayatımın anlamı gibi kabul ediyorum o zamanlar. Ölünce hayatınız bir film şeridi gibi oynatılacak öbür âlemde, demişti, herkes orada olacak, Allah sizin hayatınızı yine "sizinle" seyrederken hesap soracak, diğer bütün insanlar da bakacak vs. vs. diye anlatmıştı. Aman tanrım! Ne çok korkmuştum, zaten kamera fobim var, bir de rol yapmıyorsun, tüm senaryo senin! İşte o zamandan beri çekidüzen verdim kendime.

Hah ha, böyle diyeceğimi sandın değil mi? Yok hayatım, ama bu bilgi(?) paranoya gibi takip etti beni. İvan'ı dinlerken (karamazovlar'da) "Baş Kaldırma" kısmındaki konuşmaları hep fonda bu görüntüyü düşünerek okudum. Diğer insanlar ve tanrı önünde bir hesaplaşma. Çok ağır ve gereksiz. Hem öyle zamanlarda susmanın en anlamlı şey olduğunu da biliyorken, fazladan sıkıntı.

---------------
İkidir telefon çalıp duruyor, işle ilgili. Biz burada tanrısal konularda konuşurken millet nelerle uğraşıyor Passive, şaşıyorum inan;p
-----------------

Şunu söylemeden geçemem. Yunus’un dizelerini yazmışsın, çok sevindim, heyecanlandım. C. Yunus'u başkalarından ayırır, çok sever. Diğer herkesi bir yana koyar Yunus'u diğer tarafa. Bir zaman böyle söylemişti, unutmadım. Biraz önce sana cevap verdiğimi yazdım ona, Yunus Emre’nin sevdiği bir dizesini yazmasını istedim. (evet, fala inanırım)
Onunla bitireyim;

"...
yunus der ki: gör takdirin işleri,
dökülmüştür kirpikleri, kaşları.
başları ucunda hece taşları,
ne söylerler, ne bir haber verirler."


Sohbetin için teşekkürler Passive. Karışık ve geç yazdığım cevap için ise kusura bakma lütfen, bir tek elma almaya kalkmam kendi keyfimdendi, diğer her engel benim dışımda gelişti;) Çok sarılıyorum.


p.s.: Merak eden olursa diye, şiirin tümü şurada var;

http://www.eksisozluk.com/show.asp?t=yalanc%C4%B1+d%C3%BCnyaya+konup+g%C3%B6%C3%A7enler%2F%2324096250

şurada da harika bir yorumu;

http://www.youtube.com/watch?v=Duh2okWk-Qo&feature=related

justine dedi ki...

Matias izledim ben onu, epey oldu izleyeli, çok ilginç gerçekten. Ama ama, biraz fazla acıklı değil mi;)

Aşk bir skeç olmasın, can çekişiyor tabii, fakat olmasına daha var bana kalırsa. Kadının yüzünü hatırladım bak şimdi, ne büyük hayal kırıklığıydı.

Sevgiler.

Adsız dedi ki...

Eyvah ki ne eyvah Justine, neler diyorsun sen? :P Hesaba çekilme yetmedi, bir de herkeslerin önünde mi hesaba çekilecekmişiz? Tam da kendimi eğer bir tanrı varsa ve hesap da varsa herhalde hakikat içindir ve şöyle şöyle olmalıdır diye ikna etmişken bu herkesin bizi izlemesi olayını ne yapayım bilemedim :)

Herkes toplaşacak, birbirini izleyecek, bir yandan da yanındakini dirsekleyerek fısıldayacak mesela: "Bak bak, PA'nın bu varoluşsal buhranı, aynen benim kuzenimin kayınvalidesinin görümcesinin bunalımına benziyor." Diğeri de cevap verecek: "Ay, yok hiç olur mu, o daha turuncuya kaçan bir şeydi, hatırlıyorum onu ben. Bu daha morumsu." "Aaa, hakikaten! Haklısın, sen demesen fark etmezdim. Ne göz varmış sende de." "Eee, onbin yıldır hesap izliyoruz, bir iki şey kapalım artık değil mi?" Felaket! :)

Eğer hesap böyle bir şeyse, benim sıram geldiğinde muhtemelen iki adım öne çıkıp elimi belime koyup başımı yukarı kaldırıp "Tanrım Tanrım!" derim. "Her birimizin zihni neredeyse kendine bile kapalıyken, şimdi bu herkesin önünde ifşaat da ne demek oluyor? Arkada bir kapı görüyorum, nereye çıkıyor o kapı, Araf mı orası? Hadi orada müsait bir oda bulalım da ne yapacaksak ikimiz arasında kalacak şekilde yapalım."

Yine de, düşündüm de, hayatımdaki belli başlı bazı olaylara geldiğinde sıra sevdiklerimi de çağırırdım herhalde, gelsinler de ne neden olmuş, neyi neden yapmışım onlar da benimle beraber anlasınlar diye. Onun dışında, öyle kamuya açık ifşaat, ı-ıh değil dünyada kıyamette bile olmaz, olamaz!! :P

Ben de sohbet için teşekkür ederim Justine, hem sohbet hem de şiir için. C.'ye selamlar.

Sevgilerimle.

justine dedi ki...

Ya ya öyleymiş canım, hayat filmimiz herkesin önünde vizyona girecekmiş, utançlardan utanç beğenelim artık;)

Çok güldüm yorumunu okurken, çok eğlendim. Sevdiklerini -ve belki tanıdığın herkesi- hesap anına çağırma fikrine ise bayıldım. Tek kelimeyle bayıldım, harika! Hem neyi neden yapmışım anlasınlar hem de neyi neden yaptığımın tanrı karşısında şahidi olsunlar. Çok sevdiğim birinden, tanrının yargılayıcı bir lafına karşılık, sıkı bir "objection!" duymayı ne çok isterdim!;p

Fırında tavuk yapıyorum Passive, kalkayım poğaça gibi batırmayayım bu yemeği de. İki işi aynı anda yapamayan sıradan bir havva kızıyım işte;) Öpüyorum seni, hoşçakal.

ruma dedi ki...

Hello, justine.

 Lovely and sweet your works !!
 with awe inspiring...

Thank you World-wide LOVE and, encouragement.

The traditional celebration, with kimono infants.

Japanese colored leaves, in heartwarming space.

The prayer for all peace.

Have a good weekend.
Greetings.
From Japan, ruma ❀