Cumartesi, Haziran 30, 2012

soğuk gazoz...

bir de uzun gündüzler, kısa geceler ve mekânların ruhu


"... Bazı geceler uyumasına olanak olmadığını anlayınca giyinir, sokaklarda dolaşmaya çıkardı, kaldırım taşları üzerinde ağır ağır bilinçli olarak ayak sesi çıkarmaya çalışır, gecenin bayat kokusunu koklar, sesleri duyar, kendisini yeni bir dünyada  -temelini yarı sessizlik ve korkunun oluşturduğu bir dünyada hayal ederdi. pencere önlerindeki saksıların kerpiçleşmiş, besleyiciliği kalmamış, artık toza boğulacak küçük çiçekler vermek istemeyen topraklarının, bodrum katı mutfaklarının bayat kokusuna karışan keskin ve küflü bir kokusu vardı. Seslerin bu kadar yüksek ve rahatsız edici olduğu bir ülkede böyle yürürken bazı şeylerin dikkatini çektiğini, o şeyler üzerine yorumlar yaptığını, düşünce gruplarını karşılaştırdığını ve birleştirdiğini fark etti. Yakın çevrenin sessizliği bozulmamıştı ama uzaktan gelen büyük bir hırıltı duyuluyordu, hiçbir zaman sessiz olmayan kentin atardamarlarında dolaşan kanın güçlü hırıltısı. Acaba kaç farklı kaynaktan çıkan, kaç farklı ses bir araya gelip de bu dev tekbiçim sessizlik hırıltısını oluşturuyordu, merak etti..."
                                                                  (l. Durrell / Mekân Ruhu-Akdeniz Yazıları sf:224-25)
Yalnızlığın şeklinin hangi mevsimde daha ürkütücü olduğunu düşünüyorum. Neşeli, kahkahalı, seslerin, hızla buharlaşan şenlikli hâlin, uzun upuzun bir fon oluşturduğu çok yaşlı bir mevsim yaz. Bu yaz etrafımda ses var, yalnız değilim. Poliş bir süredir burada, annem de öyle. Ayrı odalara dağılsak bile seslerimiz duyuluyor. Hep söylenir; ses dalgaları kaybolmazmış, havanın içinde yayılır ve başka cisimlere tutunurlarmış. Bakmayın böyle anlattığıma, anlatırken bile gülüyorum kendime, benim fiziğim kötüdür, hava yerine atmosfer demeye bile utanırım bu yüzden, böyle bilgiler de inanılmaz etkileyici gelir bana. Tüm seslerin değdiği yerde izinin kalması, yok olmaması, belki yıllar yıllar sonra kulağımızda çınlaması. Yok artık, dalga geçiyorum.

Bu yaz böyle geçiyor; bir-iki sayfa kitap okuyarak, farklı yemek tarifleri deneyerek, tuhaf filmler seyrederek, gazoz içerek, hayır, çok fazla gazoz içerek ve çalışarak. En zoru işe gitmek, sıcaklar hareket etmeyi zorlaştırıyor, konuşmayı, dinlemeyi vs. vs. 
Balkonlar bu mevsimin nefesi, hem korkutucu, hem vazgeçilmez. Geçen gün kısacık konuştuk balkonlar hakkında, ben yükseklik korkumdan bahsettim. Şimdi düşünüyorum; ananemin eski evinde kenarlığı olmayan teras vardı ve etrafında çok fazla ağaç. Ben kenarına kadar gider, aşağıya bakardım, sonra hızla gözlerimi kapar, düştüğümü hayal ederdim. Artık tanrı mı beni iterdi, ben mi tanrıyı, bilmiyorum, bildiğim bu sahneden çok etkilendiğim. Bu kadar çok hayal mi korkuya yol açtı acaba? Belki. Peki, hayal kurmak hasta yapar mı birini?

Sesin mekânlara nüfuzundan söz ediyorum, ama ben dokunmaya inanırım. Daha önce belki yüz kere bahsetmişimdir; elimle taşlara, toprağa, eşyaya, beni hissetmesini istediğim her şeye dokunurum. Benim dokunduğum şeyi hissetmemden çok varlığımı ona duyurmak, beni bilmesi, gerçekte istediğim. Eski duvarlar, evler, eşyalar, onlara dokunarak ben buradayım, hemen yanı başınızdayım, diyorum sanki. Yukarıdaki duvar, Samatya'dan. Kilisenin sokağındaki bir duvar. Benim dokunarak yaptığım şeyi, yazıyla yapmak istiyor birileri. Romalı kardeşlerinden duymuş tabii; verba volant scripta manent* ;) Bu fotoda en çok üzeri karalanmış şeyi merak ediyorum; küfür mü ediyor (hiç şaşmam), kızın adını mı yazmış (yazan erkek sanırım, sondaki isim ona ait olmalı), yine bir sevgi sözcüğü mü karalamış, belli değil. Yanından geçerken de, fotoğraflarken de ve işte şimdi size yazarken de aklımdan geçen hep bu, hangi duygu o kelimeyi silmesine neden olmuş. (başkası karalasa bile soru aynı, neden o kelime?) 
-----------------
Sıradan bir konuşmada, karşımızdaki kişiye o anlamsız cümleyi söyleten şey nedir?  Hangi geçmiş deneyim, hangi cümleniz, onu buna iter? Her şeyi kaydediyorum, kederli yüzler, boş duvarlar, şeytanca sözler, hepsinin masum ve hızla ölen bir ruhu var, bunu anlıyorum. Hiçbiri suçlu değil, suçluyu aramayı bırakalı çok oldu, üstelik her arayışın suçu yarattığını da biliyorum. İlk suçlu, elbette arayan, buna da varım, sadece şunu istiyorum; bir mekânda gezerken hissettiğimiz, belki bir an için, göz göze bile geldiğimiz ruhu, burada da görmek. Bir an için, bir saniye ona bakmak. Ellerimle dokunayım, o dursun. Bu kadar yeter, ben anlarım.
------------------
Mezbaha No:5 hâlâ elimde, "so it goes"larla tanıştım, böyle gidiyoruz bakalım;) Bu çok ünlü sözü benim elimdeki basımın çevirmeni "haydi geçmiş olsun" diye çevirmiş. Her okuduğumda gülümsüyorum, hoşuma gidiyor oradaki dalga. Bu bahsi aslında şunun için açtım, ne kadar keyifli bir okuma da olsa, bu mevsime çok fazla uyum sağlayan bir kitap değil Vonnegut'un romanı. Yaz kitapları vardır; hafif, kolay okunan, "pembe" kitaplar filan demeyeceğim size, demem öyle, üstelik midem de bulanır bu tarz kitaplardan, ya da tanımlardan, şunu diyeceğim; yazın okunması gereken, sıcağın ruhunu ele geçirmiş, sıkıntılı, komik, yalnız, çok sessiz, sarı, romanlar vardır. Onları okurken yazın tüm bunalımını yaşar, sıcaktan terler, ama elinizden kitabı bırakamazsınız. Sıcaktan uyuşan bedeniniz gibi sizi büyülemiş, uyuşturmuştur yazar. L. Durrell'i bilir misiniz, hah işte onun kitapları yaz kitaplarıdır. Kitabın içinden harfler eriyerek terlemiş elinize, kucağınıza akar. Başka tarife gerek yok, bu yaz öyle bir romana geçmek için sabırsızlanıyorum.**
---------------------
*söz uçar, yazı kalır.
**muhteşem polisiyelere laf yok, onlar her zaman başımızın tacı, yazın göz bebeği. önümüzde buz gibi bira,  elimizde bir m. walters romanı varken kim bozabilir keyfimizi?

18 yorum:

Adsız dedi ki...

Su yaz gunlerinde yazilarini okumak cok iyi geliyor. Nigde gazoz bulmus gibi seviniyorum.
Sevgiler

Yagmur K.

Adsız dedi ki...

Hmm, Karakoç'u unutmamak gerek:

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon
Ölümün cesur körfezidir evlerde
Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların
Anneler anneler elleri balkonların demirinde

İçimde ve evlerde balkon
Bir tabut kadar yer tutar
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
Şezlongunuza uzanın ölü

Gelecek zamanlarda
Ölüleri balkonlara gömecekler
İnsan rahat etmeyecek
Öldükten sonra da
Bana sormayın böyle nereye
Koşa koşa gidiyorum
Alnından öpmeye gidiyorum
Evleri balkonsuz yapan mimarların

C.

justine dedi ki...

Canım Yağmur, hoşgeldin. Çoook çok uzun süredir konuşamamıştık, değil mi? Bloğuna da pek uğramıyordun son zamanlarda, şimdi baktım, yine saçların örgülü, çok güzel.

Sözlerin için sağol, aynı hisler benim için de geçerli, sarılıyorum.
Sevgiler.

justine dedi ki...

Hey, kimler gelmiş.

Unutmam canım, çok haklısın balkon bahsinde Karakoç unutulmamalı. Bak şurada ne konuşmuşuz Zedka'yla;

...

;)

Eh, yazıya verdiğim linkleri önemseyiniz bayım;p

Sevgiler.

zapere dedi ki...

BALKON

Hatıralar annesi, sevgililer sultanı,
Ey beni şadeden yar, ey tapındığım kadın.
Ocak başında seviştiğimiz o zamanı,
O canım akşamları elbette hatırlarsın.
Hatıralar annesi, sevgililer sultanı.
O akşamlar kömür aleviyle aydınlanan!
Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen
Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman!
Ne söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden!
O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan!
Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları!
Kainat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar!
Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı,
Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var.
Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları!
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.
Seçerdim o karanlıkta göz bebeklerini
Mestolur, mahfolurdum nefesini içtikçe.
Bulmuştu ayakların ellerimde yerini.
Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece.
Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak;
Yeniden yaşadığım, dizlerinin dibinde
O "mestinaz" güzelliğini boştur aramak,
Sevgili vücudundan, kalbinden başka yerde,
Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak;
O yeminler, kokular sonu gelmez öpüşler,
Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır?
Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler.
Güneşler ki en derin denizlerde yıkanır.
O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler!

Charles Baudelaire

justine dedi ki...

Merhaba Zapere, hoşgeldin.

Baudelaire'in Kötülük Çiçekleri vardı bir zamanlar bende, o zamandan beri okumamışım onun şiirlerini, iyi oldu. Bazı istisnalar dışında (hep söylerim blake şiirleri, özellikle kaplan kaplan şiirinin çevirisi harikadır) çeviri şiir sevmem ama bu güzelmiş.

Şiir için teşekkür ederim, sevgiler.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Hımm! Yaz kitapları konusu ilgimi çekti. İşin aslı ben böyle bir ayrım yapamıyorum galiba. Ama kitap denilince aklıma kış geliyor olması böylesi bir ayrım yaptığım kuşkusuu uyandırıyor gibi. Sebebini bilmemekle birlikte kitap okumanın en sevimli mevsimini kış olarak gördüm çoğu defa. Sıcak bir kahve, serin bir oda, belki biraz atıştırmalık ve en sevdiğin kitabın sayfaları arasında kaybolma... Kitapla kavga etmek, artık yanımda olmayan köpeğime, çoktan ölmüş balığıma ve balığım ile aynı akıbeti paylaşan kedimin hayaline satırları okumak...
Yaz biraz daha rahatsız bir mevsim benim nazarımda. Şekilsiz, kaypak, çirkin bir zaman aralığı... Ama okuduğum kitaplar aynı kalıyor. Mesela şu an üç enternasyonal tarihini okuyorum. William FOSTER'ın ondan sıkıldığı anlarda da James MONACA'nın sineme dili tarihi ve kuramı var. çok kapsamlı bir çalışma. Yani kitaplarımın mevsimi yok ben de...
Durrell'i pek o kadar sevdiğimi söyleyemem ama. Belki de fazla tutucuyumdur. Dürüst olmak gerekirse biraz da cahilim bu konularda. Ben Rus edebiyatı ile gözümü açtım. Ondan sonra da aynı tadı hiç bir yerde bulamadım. O yüzden dönüp dönüp aynı kitapları okumayı yeğliyorum çoğulukla...
Yaz demişken benim de hiç hazzetmediğim bir yaz serüveni 10 günlüğüne başlamış olacak haftaya... Clea ile bir konuşmamızda Çeşme'den hazzetmediğimi söyledim ve bir hafta içinde oraya gitmem gerekliliği belirdi. Sanırım önümüzdeki günlerde ona Maldivlerden hazzetmediğimi söylemem gerekiyor.
İyi çalışmalar...
sevgiyle

justine dedi ki...

Merhaba Vuslat,
yaz kitabı diye bir ayrımı ben de kabullenemiyorum, sevmiyorum. Yazıda da söylemiştim aslında, midem bulanır bu tarz tanım ve kitaplardan diye. Bu konuyu önemsiyorum, çok net yazmamış olabilirim, onun için tekrar açıklayayım fikrimi. Yaz kitabı diye bir şey çıkardılar biliyorsun, kolay okunan, uçucu, pembe kitapları bu kategoriye sokuyorlar. (e. şafak'ın aşk romanı plajları pembeye boyamıştı geçen yaz hatırlarsın;p) Ben ayrım yapmıyorum, yaz-kış diye, ama şu var; bazı romanlar ya da şöyle diyeyim, bazı yazarların dili, bazı mevsimlere çok uyuyor. Mesela elimdeki Vonnegut romanı soğuk havalarda daha iyi okunurdu sanki. Sonra heyecanlı polisiyeler de denize yakışıyor bana göre. Gelelim Durrell'e, onun dili biraz önce söylediğim çoğu yakıştırmadan daha ciddi yazı hatırlatır bana. Belki Justine'i okurken İskenderiye'nin ikliminden çok etkilenmişimdir, ondandır bu düşüncem. Bilmiyorum, tek bildiğim, Durrell'in yazılarının sıkıntılı, sıcak yaz günlerine çok yakıştığı.

Şurada bir yazı var, Cem Erciyes'in, bu konudan bahsediyor. Şimdi okudum ben de, belki bakarsın.

A, bir dakika çoook önce bir yazı yazmış, dalga geçmiştim bu konuyla ilgili. Dur bulayım hemen.
...........
Hah işte şurada, baksana bir;)
---------

Durrell pek sevilen bir yazar değildir zaten Vuslat, oryantalist olduğu onunla ilgili kurulan her cümlede illaki belirtilir. Ajan olduğunu söylerler, dili yaftalı derler, vs. vs. Tüm bunların yanında ustalığı hep kabul edilir ama. Sağlam ve sıkı bir yazardır, severim ben. Rus edebiyatı candır tabii, başımızın tacıdır, bunu da diyeyim ve bu konuyu kapatayım;)

En yakın zamanda Maldivler'e gitmen dileğiyle, çok sevgiler Vuslatcığım;))

Adsız dedi ki...

İcime dogdu resmen :)) Nigde gazozunu kapip geldim sabah :)))

aglea dedi ki...

justine'ciğim,

iki gün önce, markette "niğde gazozu" görünce çığlık atmama neden oldun. hemen içtim, bir dk. bile vakit kaybetmeden. çocukluğumdaki bir tada benziyordu, açıklayamadım ama, öyle güzel bir tat işte. hatta görseli bile var, sırf senin için. mavi ojeli parmaklarımın arasında, niğde gazozu. eve dönünce atarım:)

sevgiler, öpücükler.

justine dedi ki...

Dilekciğim?
Harikasın sen!;) Biliyor musun, o kadar uykusuz ve yorgun olmasam şaşkınlığımı daha net gösterebilirdim, benim için büyük bir sürpriz oldu gerçekten.

Niğde Gazozu'nu koruyup, kollama, ve hatta tanıtma derneği gibi olduk, aferin bize;)

Öpüyorum seni, sevgiler.

justine dedi ki...

Hey, fotoyu heyecanla bekliyorum;)

Bu yaz hep gazoz içelim, özellikle çocukluğumuzun aromalı gazozlarını, sıcaklarla bu şekilde daha iyi baş edeceğiz eminim;p
-------
Şu yazıyı okumanı istiyorum Agleacığım, çok hoş bir inceleme ve benim bir kere içip, pek beğendiğim Ankara Gazozu'nun da görseli var orada. Aslında çoğumuzun bu yerel gazozları sevmesinin önemli bir nedeni var, diğer gazozlarda glikoz şurubu kullanılırken yerel gazozlarda bildiğimiz şeker kullanılıyor. Ben ki böyle şeyleri pek takmam, sağlık dalgalarında değilim, ama şeker ve meyve aroması tadını daha doğal, daha hoş buluyorum. Soğuk, güzel bir içecek içerken birdenbire muz tadıyla karşılaşmak harika oluyor mesela (bkz; ankara gazozu;p).

Çok uzattım yine;)

Benden de sevgiler, iyi geceler Agleacığım.

matias dedi ki...

ben bozmam
okur giderim:)

justine dedi ki...

A. Kaya'nın böyle bir şarkısı vardı değil mi?;p

Adsız dedi ki...

Canım benim!
Çok özledim! Elindeki kitabı ve o dönem pek çok kitabı arka arkaya bitirmiştim de ne çok dalga geçmiştiniz benimle hızlı okuma kurslarına mı gittin diye diye:)) Boşver biter bitmez, sana birşey olmasın:)) Sen unutamıyorsun ama di mi, bitirmezsen yıllar sonra hatırlarsın da sen, işte şöyle olmuştu da, öyle hissediyordum da o yüzden bitiremedim diye diye:)) Latife yapıyorum canım benim, kucakladım çok.
serap

matias dedi ki...

vardı evet
cozumlenemedi hala; bi insan kafasına sıkıp nasıl gider..
mario olsam giderdim ama
onun uc canı var:)

justine dedi ki...

Canım, iyi hatırlıyorum o günleri, Liliş'e hamileydin değil mi? Belki Lilişka okutmuştur sana, içeriden içeriden etkilemiştir seni;)

Yakında görüşeceğiz, çoook özledim sizi. Üçünüzü de öptüm.

justine dedi ki...

Üç canımızın olması fikri fena değilmiş, keşke diyelim;)

Sevgiler Matias.