(Marianne Faithfull/Sad Lisa)
"İki adım daha ilerleyin" dedi, "ışığı açacağım."
"İlerleyemem" dedim, boğazım kurumuştu,
"Önümde bir buz parçası var."
"Tabii" dedi, "zaten göstermek istediğim de o buz parçasıydı."
Hans Henny Jahnn/Gustav Anias Horn'un Notları
Bu alıntı, Vahşeti Kavramak isimli kitabın, "insan zulmünü psikanalitik olarak açıklama denemeleri" bölümünden. Zulüm kavramını müstakil düşünmenin mümkün olup olmadığını soruyor bu bölümde yazar. Öznel hoşgörü dışında bir şey konuşabilir miyiz? Yoksa yalnızca "yapılan zulümler" mi vardır? Ordu, devlet, tıp, vb. kurumları akla getiriyor, ve onların uyguladığı şiddeti. Gereksiz zulüm, anlamsız vahşet kelimelerinin tuhaflığı, hemen arkasından gerekli ve anlamlı olanı düşündürür, diyor. (benim özetim ve anladığım bu) Peki, herhangi bir zulüm "fazla kötü değil" diye onaylanabilir mi?
Vahşet, işkenceye uğrayanın duyduğu acıdan zevk almadır. Vahşetten alınan zevk, eğer ahlâk tarafından koyulan yasaktan güçlü ise, birbirinize iyi davranın, ya da milletler cemiyeti kurallarına uyun, önerilerinin bir anlamı yoktur. İnsanın kıyıcılığı (belki yıkıcılık yumuşak kalır burada) toplumun oluşturduğu kültürle önlenmeye çalışılır. Ya kültür kıyıcıysa? Tuzun kokma meselesi. İnsanın şiddetini engellemek için oluşturulan kurumlar, tüm o büyük otoriteler, devlet, hukuk vb. yeni barbarlık yöntemlerinin üreticisi olmuşsa?
Şiddeti ve zulmü normalleştiriyoruz. Bugün bir insan öldü, öldürüldü. Hiç kımıldamadan, öyle boş boş baktım.
Artık, -bu ülkede- şu sorunun sorulmamasını istiyorum; neden, niye, hangi amaçla oldu bu olay? Kitap şöyle diyor; bu sorulardan, şiddetin kendisini olumlamak için kurulan bu bağlardan kurtulamadığımız sürece şiddet engellenemez. Üzerinde yürüdüğümüz kültür ve uygarlıktan oluşmuş ince buz tabakası kırılınca, barbarların gelmesi kaçınılmaz olur. Ve böyle bir dünya, cehennemdir.*
----------------------
----------------------
*Reemtsma'nın sözü (kitabın yazarı) tam da burada geçmeli; amacın aracı olumladığı bir dünya, ahlâki çöküntü içindedir.
21 yorum:
Sevgili Justine, vahşet kavramı, yani onun bir kavram bir olgu olara yaşamdan ayrılıp incelenebilmesi de uygarlıksal gelişmenin bir ürünü değil mi zaten. Tıpkı diğer canlılar gibi insanın da ölmesi ve öldürmesine anlam biçmeye başladığımızda kendine yer bulan bir olgu bu. Vicdan doğuştan kazanılan bir edinim değil. Toplumsal yaşamın içersinde öğrenilen, öğretilen bir kavram. O yüzden şimdi sen ve ben bir kedinin mesela kılına zarar veremezken çocuk hallerimiz, üzerine benzin döküp yakabilecek kadar sadist olabiliyor.
Vicdan, vahşet vb. olguların kökenindeki toplumsallık bu olguları bu denli acımasızca karşımıza dikiyor. Bir kere kavramın gelişimi ve üretimi toplumsal oldu mu kavramın tüm açıları o toplumun maddi çıkarları ile ölçülür olur. Yani şiddet, toplumsal alanın çıkarına olduğu zaman haklı, karşısında olduğu zaman ise haksız olarak nitelenebilir pekala, öyle de oluyor zaten. Vahşete bireysel yaklaşmak bu biçimi ile anlamsız bir çaba… O halde toplumsal mekanizmaların şiddet üreten ilişkilerini sorgulamak, bu ilişkiler üzerine gitmek ancak ve ancak bu olguyu sönümlendirebilir.
Bir ABD’li gazeteci, şimdi adını hatırlamıyorum, Filistinlilerle beraber İsrail’e karşı mücadele ederken şöyle diyordu: “Bu gün sizin yanınızda savaşıyorum. Yarın siz devlet olduğunuzda size karşı savaşacağım” Şiddeti üreten olgu iktidar olgusudur. İktidar olgusu ise tavandan tabana yayılan, genişleyen bir olgu. O halde şiddet bizzat tavandan doğru üretilip, grupsal çıkarlar adına halklara yedirilirken tekrar ediyorum, olguyu bireyselleştirmenin, psikoloji bilimine konu edinmenin yaratacağı tek şey onun yeniden üretimine katkı sağlamak olacaktır.
Uygarlık ince bir buz tabakasıdır diyebilmek, zayıfta olsa mevcut uygarlığın şiddete karşı bir biçimi ile dayanak olabileceğini iddia etmektir. Oysa uygarlığın ta kendisinin bu şiddeti yaşamın her alanında ürettiğini anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Vahşete karşı çıkacaksak aracı değil amacı sorgulayabilmeli ve onu mahkum edebilmeliyiz…
Ps: Uygarlık salatalığı doğadan doğrudan kopararak elle parçalayıp ağza atmaz bu doğru. Uygarlık onu alır, ürettiği bıçakla dilimler, zeytinyağı ile yağlar, tuz ile tuzlayıp ağır ve naif adımlarla tüketir. Görüntü bizi yanıltmasın, yediğimiz hala salatalık (Hıyar derdim ama çok kaba duruyordu) yalnızca çeşnisi uygarlık… Vahşet ile ne mi ilgisi var; basit, çeşnisi uygarlık…
Şimdi fark ettim de yazının bir bölümünden kendime de pay çıkartmam gerekiyor sanırım. “Hesabını soracağız” dediğim için. “Söz veriyorum” dediğim için. Haklı şiddet haksız şiddeti pratiğimin merkezine oturttuğum için…
Savunmamdır: Bir gülün dahi dikeni vardır. Doğada ki her canlı kendi meşru müdafaa araçlarına sahiptir. Bizlerin neden olmasın. Şiddet kullanarak üzerimize gelen güçlere karşı direnmek mi, direnmemek mi? Direnç şiddet ile eş değer ölçülebilir mi? Bunu tartışabiliriz. Kesin sonuçlara elbette ulaşamayız ama Engels’in de dediği gibi “Önden siz buyurun Mösyö Burjuvazi”
Sevgi ve Umutla
yaşama sevincinden bahsedilmesin artık, işte, kişisel hezeyanlar ne kadar yavan. video'da izledim, arkasını dönüyor, bileklerini uzatıyor ve karadeniz şivesiyle "alın götürün, kurtarın memleketi" diyor polislere.
Vuslat,
"uygarlık ince bir buz tabakasıdır", bir dayanaktır, elbette, sen ya da ben bunu onayalım ya da aksini düşünelim fark etmez. Uygarlık, kültür vb., bu dayanak noktaları bizatihi zulmün kendisiyse işte orada bir durup düşünmemiz gerekiyor. Zaten kitap da, bunu söylüyor; amacın aracı olumlaması korkunçtur.
Bir örnek var, onu yazayım; taksi sürücülerine yönelik seri cinayetlerin işlendiği dönemde katilin "gerçekten fazla bir şey" çalmadığı durumlarda gazete manşetlerindeki "özel" öfke işte böyle bir şeydir. Bu öfke ahlaki açıdan "ciddi" tartışmalı bir tepkidir. Katilin (şiddet uygulayanın) kazanç sağlaması durumu kabul edilebilir kılar mı? Hayır, elbette. Çünkü eğer öyle olsaydı yoksul bir kurbana rastlayan şanssız bir katilin daha ahlaklı sayılması gerekirdi. Kitapta şöyle bir örnek veriliyor; bir insan 1000 mark için adam öldürüyorsa bu çok kötüdür ve böyle bir dünyada yaşamak korkunçtur. Ama yine de yaşanabilir özellikle kişinin cebinde 1000 mark bulunmazsa. Amacın hedefi olmaktan çekilir, kıyıda durursan araçla da muhatap olmazsın haliyle. Laf uzayacak ama aklıma ne geldi bak, şu geçtiğimiz şiddetli 1 Mayıs'lardan biriydi. Taksim olacak-olmayacak kavgası vardı hükümet ve günü kutlamak (belki de anmak tabii, kanlı 1 Mayıs söz konusu) isteyenler arasında. Ben İzmir'deydim yine, tek başına Alsancak'a gittim, yürüyüşe katıldım, sergi vardı gezdim, güzel güzel keyifle eve geldim. O gün izlediğim görüntüler karşısında yaşadığım sinir ve çaresizliği unutamam. Tv. görüntüleri yetmedi, gazete haberlerine de baktım, yine her zamanki gibi arşivledim filan (neye yarayacaksa) sonra yorumlara da bakayım dedim. Beterdi. Bir ev kadınının yazdıklarını unutmadım, çünkü önemli bir düşünceye işaret ediyordu, benim içinden çıkamadığım, ağzımı açık bırakan rezil bir düşünceye. "Çıkmasalardı, dayak yemezlerdi, otursaymışlar evlerinde." İşte böyle. Şimdi mantık tutulması böyle bir şey, sen nasıl anlatacaksın ki; onlar meydanlara çıktığı için seni, kocanı, çocuğunu eşek gibi çalıştırmıyorlar işinde (ki kardeşimin sektöründe hâlâ çalışma saati, sendikal hak, hukuk filan yok), nasıl söyleyeceksin, bu 1 Mayıs tarihinin sembolik bir tarih olmasının nedeninde, vakti zamanında Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu işçilerinin 12 saat (ve daha fazla) olan çalışma saatlerinin 8 saate indirilmesi için yaptıkları büyük yürüyüş ve devamında verilen tepkiler var.
İktidar olgusunun şiddeti ürettiğine katılıyorum, en büyüğünden en küçüğüne kadar böyledir bu. Evde babanın kurduğu iktidar, annenin çocuğuna karşı kurduğu iktidar, güçlü şiddeti üretir ve farklı araçlarla güçsüze karşı uygular. Şiddetin tavandan tabana üretildiğine inanmıyorum. İktidar olgusunun aynı şekilde -dediğin gibi- yukarıdan aşağıya genişleyen bir olgu olduğunu da düşünmüyorum. Ve bunun sonucunda şiddet kavramını bireyselleştirmenin anlamsız olduğuna inanmıyorum. Bireyselleşmeli elbette, fakat bunu yaparken toplum, devlet ve iktidar grupları gibi çoğul ve çok güçlü şiddet üreten mekanizmalar unutulmamalı ve birlikte değerlendirilmeli bana göre.
Gelelim vicdanın, doğuştan kazanılan bir şey olup olmadığına. Ben tüm davranışlarımızın sonradan kazanılan şeyler olduğuna inanmıyorum. Doğuştan, bizimle gelen ve bizim nasıl eğilip büküleceğimizi belirleyen şeyler olduğunu düşünüyorum. Aklıma böyle bir tartışmada hep Suç ve Ceza geliyor. Orada Raskolnikov duyduğu şiddetli vicdan azabını, çevrenin onu zorlamasıyla mı yaşıyordu sence? Onca gece düşünüp, sağlam argümanlarıyla desteklediği cinayetinin sızısını çevre mi veriyordu ona? Hiç sanmıyorum.
Şimdi, sen ve ben bir kediye zarar vermeyiz çünkü o kişiler sen ve ben'iz. Ama, çocuk "ben" de çocuk hâlimle bir kediye zarar vermezdim. Asla. Dediğin şeyi anlıyorum tabii, çocukken sadist olmanın mümkünlüğünden bahsediyor ve vicdan kavramıyla "insan olma" durumunun şekillenebileceğini söylüyorsun bana. Bu konuya hep tedirgin yaklaşıyorum Vuslat, çevreye ve etkiye çok inanıyorken, doğuştan gelen "mistik" (sen dalga geç diye böyle yazdım;)) "şeyin" de bir o kadar önemli olduğunu düşünüyorum. Kalbe üflenen ferah bir nefes. Ayrıcalıklı olma durumunu ise ben çözemem, onu Kabil cinayetinden, yok tanrının Habil'i kayırmasından beri tartışıyorlar.
Sevgili Vuslat, ben sana inanıyorum. Senin yazdıklarını okurken aklımdan şöyle bir konuşma geçiyor;
"-Nereye gidiyorsun Hank!
-Greve katılacağım, öldürülen "Siyah" için yapılan gösteriye katılacağım.
-Ama sen "Siyah" değilsin ki!
-Nereden biliyorsun!"
Bukowski'nin bir romanından bu alıntı. Yazarı sevmem ama hoşuma gidiyor bu konuşma. Sen savaşmayı tercih ediyorsun ben de "savaşamıyorsan bile doğruyu söyleyeceksin, yanlışın yanında olmayacaksın, yanlış yapıldığında bu yanlıştır, diyeceksin."* lafına uymayı.
Çok sevgiler.
*Sezai Karakoç
Seni tam anlayamamış olabilirim Şenay, eğer öyleyse uyar beni.
Anladığım hâliyle sana katılmıyorum. Elbette, yaşama sevinci duyan, içinde böyle bir istek olan, bahsedecek bundan. Buna ne engel olabilir ki? Her gün ama her gün karşımıza çıkan, ciddi, elimizi kolumuzu bağlayan trajediler mi? Yok canım, o zaman hiç yaşamayalım daha iyi. Acı veren toplumsal dönüm noktalarını geç, şahsi hikâyelerimizde bile ne travmalar var. Kişisel hezeyan derken neyi kastettiğini ise hiç bilmiyorum. Orada, o şekilde ölen kişi de öyle bir heyecanla o meydandaydı. Nihilizm (çoğu kişide olduğunu düşündüğüm) kimseyi sokaklara dökmez. Gücü yetmez. Yaşama sevinci ve kişisel "olumlu, hoş bir hezeyan" bunu yapar ancak.
Böyledir bu.
Sevgiler canım.
Justine,
belli ki tartışacağız. İkametimden ayrıldım ve yoldayım. Buradan cevaplamak zor. O yüzden işim (son çekim) biter bitmez cevap yollayacağım. Ama söylemeden geçemeyeceğim. Şöyle demişti Marks: "Bundan önce filozoflar yalnızca dünyayı anlamaya çalışmakla yetindiler. Oysa iş dünyayı yalnız anlamak değil onu değiştirmektir."
Değiştirme eylemi pratiktir. Bu pratiği ister doğruyu söyleyerek, ister de doğru için savaşarak uygularsın. Fark yok.
"savaşamıyorsan bile doğruyu söyleyeceksin, yanlışın yanında olmayacaksın, yanlış yapıldığında bu yanlıştır, diyeceksin."
İnan bana bunu pratiğe geçirebilmek zaten savaşın ta kendisidir.
2. Dünya savaşında Nazileri evinde saklayan Alman, Nazilerle dövüşen Rus ve Nazilerin uygulamalarına karşı konuşan bir gazeteci arasında fark var mıydı? Hayır. Sonuçta üçü de kurşuna dizildi...
Yani, doğruyu savunma eylemi bir ve ortaktır. Nasıl yaptığın önemli değil çünkü bedeli aynıdır.
Bunu eklemek için yazdım. Diğer noktalar için geri dönüt vereceğim.
Sevgiyle...
Şimdi dışarı çıkıyorum ben, akşama bakacağım yorumuna.
Bu ülkenin online işlem merkezlerinden nefret ediyorum, iki saattir bir adsl faturasını ödeyemedim, belki de önce bunu tartışmalıyız ha, ne dersin?;p
Şimdilik hoşçakal.
Polisiyle, ordusuyla, tüm iktidar mekanizmalarıyla, örgütlü olmayan toplumun, örgütlenemeyen bireyin üzerine geliyorlar,susturamadığında öldürüyorlar. Korkunç günler yaşıyoruz ve ben gelecekten hiç te umutlu değilim. İnsanın, konuşan, düşünen, karşı koyan insanın hiç bir değeri yok gözlerinde. Örgütlü olmamızı istemiyorlar, cemaatleşmemiz, evde veya sokakta işsiz, üretmeden, verilen sadakalara şükretmemiz işlerine geliyorlar. Düşledikleri muhteşem bir yüzyıl! Başımızda kendinde o gücü vehmeden padişah bu cesareti halkından alıyor. Eğlencesi parklarda çekirdek çitleyip, çöplerini etrafa savurmak, pazar günleri mangal yapmak ve yine çöpleri etrafa savurmak ve hiçbir şeyden utanmamak olan Türkiye hayatından memnun. Çok mu elitist oldu?? Olabilir, olsun. Hezeyanlar içindeyim, kusuruma bakınız.
ps.Justine,cidden hayranım sana, umudu olanlara ama ben umutsuz vakayım sanırım.
serap
Canım, şimdi geldik biz eve. Çok sarılıyorum sana, yarın nöbetçiyim ama belki konuşuruz. Ben artık takmıyorum hiçbir şeyi, yok takmamaya çalışıyorum işin aslı, başka türlü olmuyor yoksa.
Çok öptüm seni, Lily'yi de, yakında yanınızdayım.
Justine;
İnsan eylemini diğerlerinden ayıran şey, bilince imkan tanımasıdır. Yani potansiyel olarak o bilinci taşıyabilmesidir. O yüzden insan için maddenin bilinç kazanmış hali deriz. Fakat bilinç kümülatif, kolektiftir. Doğuştan getirdiğimiz hiçbir şey olduğunu düşünmüyorum. Aksine insan bilinci eylemi içersinde şekillenen bir yapıya sahiptir. Eylem ise bildiğin üzere kolektif bir olgudur. Toplumsal yapının bağrında şekillenir. "İnsanların varlığını belirleyen şey, onların bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır." KARL MARX Evde şiddet uygulayan babanın davranışı öğrenilmiş bir davranıştır. Doğuştan gelmez. O eylem yaşanılan toplumsal kültürün birey ile girdiği ilişkilerin bir sonucudur. Yamyam kabilelerinde bireyin vahşi olduğunu ya da doğuştan bu vahşete hazır olduğunu söylemek ne denli bilimsel olur sence? Yada daha farklı bir ifade ile; ikinci dünya savaşı yıllarında Yahudiler sabun haline getirilip toplu katliamlara maruz kalırken, Alman halkı bu süreci büyük oranda alkışlıyordu. Biz oturup da bu şiddeti yalnızca Hitler’e yıkabilir miyiz? Yahut tüm Alman nesillerinin bu vahşetin taşıyıcısı olduğunu iddia edebilir miyiz? Eğer şiddet öğrenilmiş, öğretilmiş, şart ve koşulları düzenlenmiş bir eylem olmasaydı yani iddia ettiğin gibi doğuştan kazanılmış bireysel bir olgu olsaydı bu gün Alman nesillerinin her birine aynı şüpheyle bakmamız gerekecekti.
İnsan için şiddet av ile başlar. Ava sahip olmak yaşamak için olmazsa olmaz koşuldur. Bu haliyle bu şiddetten çok hayatı savunma eylemi yani meşru müdafaadır. O yüzden ilkel kabileler incelendiğinde (Buradaki ilkel ilk, özgün, kök anlamında) avlanmanın dahi bir seremoni eşliğinde yapıldığı, avlayanın ava saygılarını sunduğunu görürüz. Üstelik bu ilkel kabilelerin çoğunda böyledir. Doğanın parçası olarak var olan insan doğa ile girdiği ilişki içersinde şiddeti araç olarak kullanmaz. Kolektif zihniyet ve bilinç yaşadığı doğal ortamın yansısı ile şekillenmiştir çünkü. (Yapılan bir araştırma yamyam kabilelerin içe dönük ve dışa dönük olarak ikiye ayrıldıklarını içe dönük kabilelerin ölülerinin etlerini yiyerek kabile varlığını sürdürmeye inandıklarını, dışa dönük olanların ise yine kabilenin varlığını korumak adına düşmanların etini yediğini göstermiştir. Yani bir şiddet üretiminden ziyade meşru savunma güdüsü olarak görülebilir pekala) Fakat artık değerin üretimi ile başlayan (Elbette diğer toplumsal etkileri konu gereği tartışmıyorum. Yaşlı erkek, avcı, toplayıcı, şaman vb.) Ve tırnakla belirtiyorum “Üstten alta dayatılan iktidar olgusu” Devasa bir toplumsal efendi köle ilişkisi üretmiştir. Mitolojik söylem ile ideolojik yanı beslenen bu yapının, ilk askeri örgütlenmesi ile de güç yanı beslenmiştir. Bir önceki toplum modelinin (Neolitik) görece özgürlükçülüğü tehdit olarak algılandığından onun dayandığı olgulara da savaş açılmış ve böylece ana tanrı, tanrıça, kadına yönelik ilk toplumsal düşürme de başlamıştır. (İnanna’nın benim “me” lerimi verin diye bağırması söylencesini hatırla) İlk köle unutulmamalıdır ki kadındır.
Şiddet iktidar gerçekliğinin kendini yaşatma, var etme biçimi olarak bir kez tavandan, tabana doğru bu biçimiyle yayıldıktan sonra, artık bu gerçekliği gün ve gün üreten toplumsal mekanizmalar ile iktidar olgusu beslenmeye başlanmıştır. Aile, okul, din, ahlak kuramları vb. Mesela özde bir iktidar dini, devlet şeması olan İslam dininde şiddet kendini bir çok ayette ve hadiste bütün çıplaklığı ile üretir. Çünkü orada da Allah’ın iktidarı söz konusudur. (Bizim mistik ruhumuz) mesela Maide suresi 33. ayet incelenebilir. (Maraş’ta katledilen insanlar bu ayetin gereğince el ve ayakları çapraz kesilerek katledilmişlerdir.
Oysa Roma iktidarının baskısından bunalan binler içinse alternatif olma ihtiyacı duyan Hristiyanlık’ta ise aksine şiddet kültü başlangıçta yoktur. Çünkü doğuşu ve gelişmesinde iktidar değil, iktidar karşıtlığı vardır. Bu anlamı ile oldukça reformist doğan Hristiyan dini, bir kez resmi din olup da iktidar haline gelince engizisyondan tutunda yasaklamalara, yakmalara kadar şiddetin her türüne bulaşmıştır. “Siz devlet oluncaya karşı sizinle beraber dövüşeceğim fakat siz bir kez devlet olduktan sonra size karşı dövüşeceğim) Yani şiddetin iktidarla kurduğu bağ bu denli dolaysızdır. İktidar kavramı ise insanlığın bin yılları boyu sürdürdüğü direniş ve mücadeleler ile girdiği ilişki sonucu inceltilmiş bir biçimde uygarlık olgusu olarak karşımıza dikilmektedir. Mevcut uygarlık dolaysız iktidardan, mücadele ve kazanımlar ile daha ince, dolayımlı bir iktidara doğru evrilmiştir o kadar. Kaldı ki bu dahi ince bir ipe bağlıdır. Fırsatını bulduğunda iki yüz sene öncesine dönmek için nasıl da çaba sarf ettiğini, Kuzey Afrika’dan, Ortadoğu’ya oradan Yugoslavya ve Gürcistan’a, Guatemala ve Şili’ye kadar görebilirsin.
İktidar dışsal bir olgudur. Şiddet bu iktidar olgusunun bizzat üretip yarattığı bir olgudur. Meşruiyetini iktidardan çıkarı olan toplumsal grupların ona olan ihtiyacından alır (Haklı ve haksız şiddet) Bu gün iktidarın bir öğretmeni Hopa’da katletmesi iktidar bekası, dolayısı ile ona dayanan toplumsal tebaa için nasıl meşru ve haklı görüldüyse (Ne başbakan bir taziye de bulundu, ne de medya olayın üzerine gitti) Aynı biçimde iktidarın dayanağı olan bir güvenlik görevlisinin başbakanlık aracından düşmesi ve ağır yaralanması iktidar ve ona dayanan toplumda tepki ile karşılanabiliyor değil mi? (Medyanın iki gündür duygusal bir kampanya ile polisin ailesinden bahsetmesi vb.)
Sonuç olarak Justine ben iktidarın ve şiddetin dışsal olduğuna, insanın bilincinin çevre ile girdiği ilişkilerden başka bir şey olmadığına, şiddeti üreten olgular ortadan kaldırılınca (Mevcut uygarlık dediğimiz sistem ve İktidar olgusu da dahil –yo anarşist değilim-) şiddetin de sönümleneceğinde ısrarcıyım. Bireysel olarak şiddeti tartışmak, bir intihar komandosunun en iyi ihtimalle ruh hastası olduğu sonucuna ikna eder bizi. Mesela ölüm oruçlarında ölenler, devrimciler vb. Ahmet ALTAN vari bir ucubelikle (Sudaki iz, taraftaki köşe yazıları vb.) onları birer sapkın, ruh hastası olarak görüveririz. Sence gerçekten öyle mi? ABD ve mevcut uygarlık bu yöntemi yıllarca denedi ama işe yaramadı. Her seferinde görüldü ki çok sıradan normal bir insan dahi yeri geldiğinde intihar komandosu olabiliyor. Yani kişilerin iktidar olgusu ile çıplak bir şekilde yüzleşmesinin sonucu şiddetin dolayımsız bir biçimine bürünmeleri olabiliyor pekala… Yani şiddeti tekrar ve tekrar üreten toplumsal olguları ortadan kaldırmadığımız sürece bireysel olarak Ghandivari eylemsellikler şiddeti hayatımızdan çıkaramayacaktır.
Sevgiyle…
Ps : İkametime ancak şu saatte ulaşabildim. Geç cevap için kusura bakma. Sabah hayvan getiren bir simsarın pikabı ile geldim. O da ayrı bir hikaye ya sonra bir ara aktarırım.
Ps2 : Online işlemler benim hayat, can damarım. Şu ana kadar bir sorunla karşılaşmadım. Yani tartışmanın o tarafında söyleyecek negatif bir argümana sahip değilim :)
Ps3 : İyi Nöbetler sana, iyi uykular bana :)
Ps4 : Mevcut hali ile bu uygarlığa ihtiyacımız yok. Onun bizzat mücadeleler ile yarattığımız yeni ve dışsal olmayan biçimlerine ihtiyacımız var.
Ps5 : Ps3 ve Ps4’ün yeri değişmeli, ps5’e ise gerek kalmamalıydı. Ama uykusuz ve yorgunum. Son bir nefesle yazdım…
Ps'ler çok iyiydi;))
Şimdi kahvaltı yapıp işe gideceğim Vuslat, yorumlarını tekrar ve daha sakin bir kafayla okuyacağım. Sonra konuşuruz, çok sevgiler.
p.s.: Online işlemler benim de hayatımı kurtarıyor ama bazen çok arıza çıkarıyorlar. Gerçekten;)
Sevgili Vuslat,
dün yoğun bir nöbet tuttum, uzun süredir ilk defa arabasız gittim işe, sabaha kadar bekledim ve sabahın o korkunç uğultusuyla otobüse bindim. (evet, araba en çok yalnız kalmaya yaradığı için güzel) Kalkalı iki saat olacak, sert bir kahve içtim ama hâlâ kendime gelemedim. Bu girizgâh, saçmalarsam beni affetmen için;)
Bilinç kavramının kümülatif olduğunu kabul ediyor ama, herkesin bilincinin eşit olmadığını iyi biliyorum. Bu da yine aynı sonuca çıkarıyor beni, doğuştan getirdiğimiz şeyler bilincimizin şekillenmesine de yardımcı olur. Bir an koskoca Marx'a karşı çıktığımı düşündüm ama bak o bile ne diyormuş; "İnsanların varlığını belirleyen şey, onların bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır." Bilinç kavramına karışmamış ama toplumsal varlığın öneminin altını çizmiş. Güzel;)
Evde şiddet uygulayan babanın davranışı elbette öğrenilmiştir ama herkes aynı şekilde öğrenmemiştir. Çünkü kişilerin algısı, anlayışı, kişiliği farklıdır. Öğrenme süreci herkeste farklı işler ve kimisi şiddet uygulayan baba resmini bildiği halde onu uygulamaz, kimisi o resme uyar. Neden sence?
Bu konuda farklı düşünüyoruz, bu kesin. Ama seni anlıyorum yine de. Bilimsellikle ve mutlaka öyle olmakla ilgili bir derdim ve çabam yok, yamyam kabilelerini değerlendirirken de bireyin vahşi olduğunu söylemekten ziyade toplumsal yapıya elbette bakar ama sonra yine "birey"e dönerim. Büyük katliamlarda ortaklaşa yaşanan bir travma olduğuna inanır ama karşı çıkanların, öyle bir vahşete hayır diyenlerin olduğunu da bilirim. Daha önce dediğim gibi; Rasko öldürdüğü kadınların acısını vicdanında şiddetle duyarken, Pippa Bacca'yı öldüren adamın, cinayetten hemen sonra bir düğünde öldürdüğü kadının makinesiyle oynarken fotoğraf çektirmesini de bu inanışla anlamaya çalışırım. Sadece doğuştan getirilen özellikler değil, toplumun verdiği diğer her şeyle bir bütündür insan. Ve Vuslat, inan hiç bilimsel değildir.
Alman halkına şüpheyle bakmıyorum, o dönemi yaşayanları suçluyorum, eleştiriyorum fakat öyle bir toplumsal travmanın etkisindeydiler diyorum. Dediğin gibi, öğretilmiş, tüm şart ve koşulları hazırlanmış bir süreçti ama ona uydular, uymama seçeneği hep vardı. Her zaman bir soru işareti olacak kafamda, ısrarla söylüyorum, uymayanlar vardı. Sivas olayında da aynı şey oldu. Bir histeri onca insanı yaktı, dayanamıyorum, sindiremiyorum ama toplumsal algı, öğretilen şiddet şu bu biliyorum. Yine de onları affetmeyeceğim, çünkü bireyin gücüne inanıyorum. Atom bombasını atmak için o düğmeye basan o pilotu da affetmeyeceğim, çünkü hayır diyebilirdi. "Hayır"a doğuştan getirdiğimiz, sonradan kazandığımız her şey hatırına inanıyorum.
İnanna'nın "me"leri, Promete'nin "ateş"i; sen bütün bunlara "alınan" şeyler (ellerinden alınan) olarak bakıyorsun ve toplumsal mekanizmalarla şekillendiklerini düşünüyorsun ben ise "aldıkları" olarak düşünüyorum. İnanna "me"lerini aldı tekrar, Promete cezaya çarptırılsa bile insanlığa öğrettiği şey çok önemliydi. Bunu kişisel güç olarak görüyorum. Konunun başına ve gelişimine aynı gözle baksak bile sonuçta ayrılıyoruz işte, tüm iktidar (kuran da dahil buna, o bizim mistik ruhumuz başka bir mesele, hatta belki dinden bile ayrılmış bir durum o) kurumlarına ve onların oluşturduğu şiddete karşıyım, fakat insana bir fırsat veriyorum. Neticede Allah mistik bir kavram, onu şekillendiren insan. Eğri ya da doğru yapan, çirkin ya da güzel yapan yine insan. (Hıristiyanlık ve İslamiyet kavramlarının başlangıcındaki şiddete ise hiç girmeyeceğim. Uzun bir konu o. Sadece şunu demeliyim; ikisi de şiddetten arınmış başladı ama büyüyüp şekillenince ve resmi hale gelince şiddeti üreten konumuna geldiler.)
Şimdi, bu iktidar (bu ülkeden bahsediyorum) istediği kadar şiddeti onasın, koyar mı şiddetten arınmış bir bireye? İsterse iktidara sıkı sıkıya bağlanmış onun en önemli koruyucu kuvveti olsun, etkiler mi? Birey karşı çıkarsa çıkar. Şiddetten etkilenir, canı acır ama kendisi bulaşmaz kötülüğe. Yoksa bırak bin yılı milyon yıl sonrasına gitmek bile işten değildir. Girmedik mi? Gitmiyor muyuz? Unutma Vuslat ben Arkeoloji okudum. Durumun boktanlığını iyi görüyorum. Şiddet sönmeyecek Vuslat. İster tüm şartları, şiddeti üreten olguları kaldır ortadan yine de sönmeyecek. Senin söneceğine inanman beni mutlu ediyor, sana inanıyor ve destekliyorum ama derinden bunun böyle olmadığını biliyorum.
Nekrofiliya'ya yüz vermem, intihar komandosunu lütfen geçelim. Anlamaya çalışırım ama Gandhi'yi daha çok anlıyorum. En azından -mümkün olmasa da- bireyi işaret ediyor. Üzgünüm.
Yok, hemen sevgiler filan yazıp bitiremem onca laftan sonra. İyi ki varsın sen Vuslat, bana hiç benzemiyorsun ama ne kadar anlamlı senin varlığın. Ben bireye inanırken ve boş vermişken, senin bireyden çok toplumsal yapının çarpıklığına bakıp daha çok mücadele etmen ne güzel. Hayat baya bir tuhaf, gülüyorum ben ikimize;)
Şimdi diyebilirim işte; çok içten sevgiler;)
p.s.: Artık bir şeyler yemeliyim, çoooook acıktım.
Mistik ruh konusunda kesinlikle size katılıyorum Justine hanım. Açıkçası kaba materyalizme pabuç bırakmayışınızı da özellikle alkışlamalıyım. Bir ruh vardır. Bu ruh var olmanın özüdür. Dünya üzerinde ne kadar iyilik ve kötülük varsa bu ruha bağımlıdır. Tartıştığınızvuslat hanımın ifade ettiği gibi dünyayı salt maddecileştirmek hem uygarlığın bu güne getirdiği tüm kötülüklerin hem de insanoğlunun mutlak ruha erişerek vücut bulmasını engellenmesinin sebebidir kanımca.
Vuslat hanım gibi komunistler yazısından komunist olduğu anlaşılıyor, farkında olarak ya da olmayarak insanlığa nasıl büyük bir duygu kaybı, maneviyat kaybı yaşatıyorlar.
Şiddeti ortadan kaldırmak için gereken şey ruh yüceliğinden başkası değildir ve bu ancak insanın içe dönüşü ile olacaktır.
Vuslat hanıma benden bir öneri sapkın ideolojilerden kurtularak ruh yüceliğine erişmelidir. Ancak o zaman umuttan bahsedebilir.
Size de teşekkür edyorum. ruha verdiğiniz şans için.
İdealist, ilk önce hemen bir karışıklığı düzelteyim, Vuslat kadın değil, erkek.
Asıl konuya gelirsek; Vuslat komünist olduğunu kendi bloğunda ve başka yerlerde açıklıyordu zaten, orada bir yanlışlık yok. Umuttan bahsetmek için ise, sadece mistisizme dönmenin gerekli olduğunu sanmıyorum ben.
Ama dediğiniz çok doğru; ruh benim için önemlidir.
Teşekkürler yorumunuz için, sevgiler.
Hımm pardon diyeyim ben. İsim öyle olunca. yanlış anlaşılmak istemem. Ama yanılıyorsunuz sizde galiba çünkü vuslar beyin bir bloğu yok. ama varsa adresini verebilir misiniz tartışmak isterim kendisiyle
Hep bir fire veriyorsunuz, şimdi de "vuslar" olmuş;)
Vuslat, biraz sıkıntılı günler geçirdiğini yazmıştı son olarak bloğunda. Ve sanırım dün ya da bugün bloğunu kaldırmış. Eski adresi şuydu;
http://vuslat-aktepe.blogspot.com/
Hoşçakalın.
Teşekkür ederim iyi akşamlar size. yalnız fireyi veren siz derken herhalde ben değilim. tekrar iyi geceler hoşçakalın
Bu tartışma çoktan küllendi diyordum sevgili İdealist tekrar alevlendirmiş görünüyor. Hanım sözüne çok güldüm. Sapkın sözüne de bir o kadar kızdım. Sevgili İdealist anladığım kadarı ile isminizdeki idealizm, yeni, hevesli, iyi niyetli anlamlarında ifade edilen idealizm kavramlaştırmasından çok, felsefi anlamdaki bir kampa işaret ediyor. Bizler bu kamp için son iki yüz yıldır ağacı görüp ardındaki ormanı göremeyenler yakıştırmasını uygun buluyorduk. Sizler de sanıyorum, kaba, vulgar, dar görüşlü yakıştırmalarını bize uygun görüyordunuz. Son bir kaç yılda bir şeyler değişti herhalde. Ama yine de Dar görüşlü olmayı "sapkın" olmaya tercih ediyorum bilginize. Gelelim ruh tartışmasına, inanın bunu sizinle uzun uzadıya tartışmak isterdim ama böylesi bir tartışma için yeterince yoğunlaşabileceğimden emin değilim. Yo! Lütfen kaçıyormuşum algısı oluşmasın ben yine de tartışmaya bir kaç cümle de olsa eklemek isterim.
Sarılıyorum
Kollarım ve bedenim kadar
Öpüyorum
Dudaklarım ve dilim kadar
Gülüyorum
Yanaklarım, gözlerim kadar
Kanıyorum, acıyorum, seviyorum
Her sinirim, kasım, yüreğim kadar
Ve ölüyorum işte
En az yaşadığım kadar
Yani söyler misiniz bana
Senin o meş’um ruhun
Bunca hayatın hangi yanında
Yorum Gönder