Perşembe, Eylül 29, 2011

ev ödevi ya da bilmece; sende olup bende tersi bulunan başka bir şey?*


" ... 'o' buralarda  bir yerlerde. ' içimin bomboş olduğunu biliyordu. '..."**



Bırak elindekileri hemen bir hikâye oku, hemen. Bira ısınmış, unutulmuş bir şeyler. Meyve mutfaktaki masanın üzerinde, oysa unutulmuş her şey hikâyede. Okudun, tekrar oku, belki uykunun bir köşesine kıvrılır, yüz kere dönmezsin yatakta, rahatsız etmemek için. Okuduğum hikâyede iki adam konuşuyor, konuşup tahmin yürütüyorlar. Bir kadın hakkında. İki erkek, arkadaşlar. Biri bir kadını seviyor. Doğrusu, sevdiğini anlatıyor, âşık olmuş bir kadına. Yüzünde kuşkularla yakalıyor arkadaşı onu. Sorduğunda (anlatıcı) "kadınları yeterince anlayamıyorum", diyor. "Kadınlar sevilmek içindir", diyor öteki, "anlaşılmak için değil." güvenemediği şeyi sevemeyeceğini söylüyor şüpheli âşık, bir kadın fotoğrafı gösteriyor meraklı arkadaşına. Fotoğraftaki yüzün gerçeği gösterip göstermediğini soruyor. Nasıl da sırlı bir yüz! Sırların kalıbından dökülmüş bir güzellik, aman tanrım binlerce kopyası olan bir Mona Lisa. Bir faytona bindiklerinde kadınla yaşadığı kısa macerasını anlatıyor. Hayır sarı bir faytona değil, sarı olmaz! Sarı cinnetin kıyısında durur. Bir akşam tanışıyorlar kadınla. Kadın gizemli mi gizemli. Buluşmuyor bir türlü adamla, mektuplar, notlar. Hep esrarlı bir hava. Bir buluşma günü kadın buluşmaya gitmiyor, adam kadını takip ediyor. Otel gibi bir yere giriyor kadın, odaların kiralandığı büyük bir ev. Arkasından bakakalan adamın kadının yere düşen mendilini almaktan başka yapacak bir şeyi yok. Akşam görüştüklerinde kadına bunu anlatıyor, dışarı hiç çıkmadım, tüm gün evdeydim, diyor kadın, mendili veriyor adam. Kavga, gürültü. Adam soruyor, kadın cevap vermiyor. Geri almanın mümkün olmadığı korkunçlukta sözler uçuşuyor havada, adamın kadına söylediği, ayrılıyorlar. Sonra bir mektup alıyor adam ama açmadan geri yolluyor. Bir ay sonra kadının ölüm haberini alıyor adam. O evin bulunduğu sokağa gidip sırrı ortaya çıkarmak istiyor. Ah, çok âşık o dostlar. Hafiyeliği gayet anlaşılır. Kiralık oda soruyor, odaların hepsinin bir kadın tarafından tutulduğu cevabını alıyor. "Bu kadın mı", diyor, fotoğraftaki âşık olduğu kadını göstererek. "Evet", cevabını alıyor, "ne yapıyordu burada", diyor, "bir adamla mı buluşuyordu." "Hayır", diyor otelin görevlisi, "çay içip, kitap okuyordu". "Odada sadece otururdu o."

Böyle işte. Adam, hikâyeyi dinleyen arkadaşına soruyor; "Kadın gerçeği söylemiyordur değil mi?" Arkadaşı verdiği cevapla onu rahatlatmıyor; "Bu odaları, sırf peçelere bürünüp kendini bir roman kahramanı gibi hissederek oraya gitmek için tutmuştu. Gizlilik tutkusu vardı ama kendisi sırrı olmayan bir sfenksten başka bir şey değildi." 

Âşık adamın sevdiği kadının fotoğrafına bakıp; "acaba"  diye sormasıyla bitiyor öykü***. 

(Portrait of Edouard and Marie Louise Pailleron/John Singer Sargent)

(Bakın nasıl da sır dolu bir resim! İyice bakın bir, bilekliğe değil, gözlerine, gözlerine değil, bir gözüne. Ben bu akşam uzun süre baktım bu resme, biraz daha bakayım, yatacağım.)

-------------------
*Eski bir konuşmadan.
**Kara Kitap'ta "Göz" bölümünde geçer bu cümle. Aynı "eski" konuşmada tekrar söylenir.
***Bu gece okuyup, size de anlatmaya çalıştığım öykü, Oscar Wilde'ın Sırrı Olmayan Sfenks adlı öyküsü. Merak edenler için şu kitaptan. Şuralarda öykünün tam metni var; ingilizcesi, ve türkçesi.

16 yorum:

Londoner dedi ki...

Bu kadar aradan sonra bir merhaba demeden geçemezdim. Aslında sadece merhaba diyerek geçmek de istemezdim. Ah bu benim -lüzumsuz- meşguliyetlerim...

Clea dedi ki...

bu saatte evde olmanın şaşkınlığıyla mı yoksa yazının güzelliğinden mi bilmiyorum justineciğim-sanırım ikisi birden:)- hafif tatlı bir sarhoşluk hissi içindeyim. Öykü çok güzel belli sen de ne güzel aktarmışsın, resim ise çok çok güzel. Sargent'ı severim ama bunu görmemiştim ben. bazı resimlerin bu kadar gerçek olması çok korkutucu. sanki orada, o resmin içinde yaşamaya devam ediyorlar gibi.
hamiş: rosto harikaydı canım, ayıla bayıla yemiştim, elin lezzetli zaten bebek! biliyorsun yazıları topluca okuyorum, buraya yazdım, artık kusura bakmazsın:)

justine dedi ki...

Ama merhaba diyerek geçmişsin;)

Aslında biraz kızıyorum sana Londoner, gelmiyorsun diye değil, geldiğini, okuduğunu biliyorum, geldiğin hâlde seslenmiyorsun diye kırılıyorum. Nasılsın, tez işleri ne durumda? Merak ediyorum, kendinden haber ver bana.

Sevgiler.

justine dedi ki...

Yorgunluktandır o sarhoşluk hissi Polişkacığım;) Ben de şoklardayım bu saatte evde olduğun için, üstelik bir de bana yazabilecek zaman bulmuşsun, iki kere şok! (şok'ta içki satılmıyormuş yahu! şokta filan değilim öyleyse, bana ne! evet, berbat bir espri;p)

Sargent çok güzel çiziyor değil mi? Onun fırçası bir tuhaf, beni de biraz korkutuyor, haklısın.

Rosto değil, çiğ et koysaydım orada önüne ona da iyi olmuş derdin sen, yeme şimdi beni. Kibarsın sen, hatırladın değil mi, hatta kibarım;p

Çok özledim seni, çok öpüyorum. Canım benim.

Clea dedi ki...

ya bu şok olayını bir kere daha söylemiştin di mi sen? o zaman yazamamıştım. hakkaten mi ya!!! canım şarap istedi bak:)

justine dedi ki...

Ya ya, öyle valla. İşin tuhaf yanı her gece çay demleyip içen ben, içkici sanılacağım buralarda;p

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Güzel aktarmışsın. Öykü o denli başarılı değil ama garip ki aktarımın öyküyü çok canlı kılmış... Resimde ki bakışlara bayıldım.
İyi geceler...

justine dedi ki...

Aslında öykü çok vurucu Vuslat. Hani etkisini sonra hissettirenlerden. Fazla derinden bir okuması var bana kalırsa.
Hmmm, neden benim anlatımımın öyküyü canlı kılması garipmiş, söyle bakayım?;p

Senin bloğundaydım şimdi, okumadım daha yazını ama sanırım birazcık sinir durumlar(;)) var, bakıp konuşacağım seninle.

Hoşça kal.

TheSaint dedi ki...

Şu an Trabzon'da eski belediyenin karşısındaki caddede bir cafenin tahta sandalye ve masasında oturmuş sarikentte dolaşıyorum. Yorum yazmaktanda okumayı daha çok seviyorum.

justine dedi ki...

Ne işin var Trabzon'da yahu? Herkes geziyor bir ben çalışıyorum sanki;p

Oblomov konuşması olmuş seninkisi biraz canım, yorum yazmaktan çok okumak filan, ama pardon Oblomov okumaya bile üşenir, hayal kurardı;)

Sevgiler.

TheSaint dedi ki...

Gonçarovu da Oblomov u da burdan öğrendim. (sarikentin eğitici ve öğretici yanı da var.) İşimiz gezmek şehir şehir, mülakat yapmak, uygun adayları işe almak...hayal kurmaya pek vakitte olmuyor oblomovluğa da...
p.s :kimse alınmasın ama uzun yorumlardan sarikent 2.etabı kurarım, yani o kadar uzun :)

justine dedi ki...

Demek eğitici ve öğretici bir yanı var buranın, teşekkürler The Saint;p

Adsız dedi ki...

sarıkent merhaba, bu yazın çok güzel, sonuç kısmındaki resim ondan da güzel. dilerim bir gün resim hakkında da yazarsın. sevgiler. deniz.

justine dedi ki...

Merhaba Deniz, resim çok etkili evet ve aslında kendisini yazıya ihtiyaç duymadan da gayet güzel anlatıyor. Yazmak isterdim yine de, şimdilik sadece bakmak yetiyor.
Sevgiler.

Adsız dedi ki...

Oscar Wilde'nin mutlu prens'in de sazlıklara aşık olan kırlangıç benim fovorimdir tek gecerim..ali

justine dedi ki...

Hani prensi asla bırakamayan, onunla birlikte ölen kırlangıç mı? Güzel hikâyedir, ben de severim.
Teşekkürler hatırlattığın içi Ali, iyi geceler.