" — Anlatmazsan kötü olur senin için. Söyle! Neden öldürdün?
'Kim bilir belki de iyi olur yalnız uzatılmasın böyle…' "
Sabah ne çok yağıyordu, yine kötüydü nöbet. İyi nöbet var mıdır acaba? Kesik kesik hasta geldi, gece yağmurda koşturuyordum. Aklımda hep Zebercet. Bazı kitaplar bazı zamanlarda okunmamalı belki de, nöbette Anayurt Oteli'ni okumak yasaklanmalı mesela. İyi gelmiyor, kafanda bir şizofrenin gölgesi, elinde hastanın kağıdı, insanlarla senin aranda kirli bir cam var, biraz daha dikkatsiz olsan kırılacak. En çok sen zarar göreceksin. Bildiğim için dikkatliyim, kendimi hatırlayıp duruyorum; bahçedesin şimdi, şimdi makineyi itiyorsun, hastanın altına kaset koyulacak, serumuna dikkat etmelisin, bağırıyor mu acaba, annesini uyar, biraz dalgınsın ama işini yapıyorsun. İşte film göründü ekranda, sağ işareti doğru yerde mi, tamam, Zebercet'in iç sesini dinlemeye devam edebilirsin.
Ben otelde yaşadım uzun bir süre, hep söylüyorum bunu. Fena etkilemiştir beni o dönem, kendi kendime konuşmalarım, saatlerce balkondan caddeyi seyredişim, oda, banyo, banyo, oda, koridor, balkon, dönüp dönüp bu on-on beş metrekarelik yerde dolaşmam, hep aklımda. O zamanlar okumamıştım Anayurt Oteli'ni ama her şeyini biliyordum, filmini seyretmiş çok sevmiştim. Biraz önce filmine tekrar baktım da, olmamış. Çok içten bir çaba olduğuna eminim, Macit Koper her zamanki gibi yine olağanüstü fakat olmamış işte. O iç sesler, bilinç akışı, hayaller, gerçekle düşün karmakarışık olması, oturmamış bir şeyler filmde. Yalnız Zebercet elbette Macit Koper'in suretinde, diğeri benim için mümkün değil. Hiçbir zaman beynime kazınmış görüntüyü değiştiremedim, bu da böyle kalacak.
Filmde bazı önemli ayrıntılar yok; Zebercet'in don gömlek intihar etmeye kalkışması, takım elbise giydirilerek değiştirilmiş, 10 Kasım'da ölmesi, ölmeyi seçmesi (bilmeyerek tabii?), sirenlerin tam o ilmeği boynuna geçirdiğinde çalmaya başlaması, filmde işlenmemiş. "İyi kitaplarda öyle olur tabii." Benim aklımda başka bir şey var oysa; bu çok tuhaf, sağdı o, daha her şey elindeydi, intihardan vazgeçebilir, konağı yakabilir veya kaçabilirdi; "Dayanılacak gibi degildi bu özgürlük.".
Zebercet, bir taşra otelinin katibi, ailesinden bir tek o kalmış orada, hepsi ölü. Geçmiş devamlı kafasında, ölenler, katiller, eski konak. Cinselliğini bela gibi taşıyor, beyninde. Organını bastırıp duruyor eliyle, yolu olsa beynine bastırıp elini, yatıştıracak; gelmeyecek beklediklerin, bekleme! Neden, neyi bekliyorsun, bekleme! Gecikmeli Ankara treniyle gelip bir gün kalan kadın, çok farklı. Temizlikçi kadına benzemiyor, "ahh, nasıl da seninim" diye inleyen kadınlardan ihtimal. Tüm kadınlar karışıyor sonra, bir kadın Zebercet'i iyi eder miydi acaba? Hiç sanmıyorum, o vücudunun ağırlığına dayanamayanlardan, bıyığı sarkıyor, burnu, ağzı sarkıyor, yüzü sarkıyor aşağıya. Bıyığını kesecek!
Yusuf Atılgan'ı Aylak Adam ile tanımış, tedirgin olmuştum. Tuhaf, hastalıklı bir bakışı vardı kadınlara, dilini sevmiştim ama bekliyordum. Anayurt Oteli'ymiş beklediğim. Bu akşam, balkona çıkıp geriye dönerek tekrar tekrar okudum kitabı, çok sevdim. Aslında sevdim demek bile gelmiyor içimden, böyle can sıkıcı, iç acıtıcı bir roman nasıl sevilir? Böyle bir karakter? Kestaneciden laf işittiği zaman söylemek istedikleri, söyleyemedikleri; mangalına bir tekme atılır, suratına bir tokat. İç sesi hiç susmuyor, görüntüler rahat bırakmıyor Zebercet'i; kestanelere bir avuç kum atılır, o sırada öldürdüğün kedi üzerine atlar, yüzünü çizer, temizlikçi kadının cesedini testereyle kesebilirsin, bir o kaldı konakta, arkasından yaklaşıp kasketini düşürüverse mangala adamın..., ben inandım, Zebercet çok hasta. Kendi ağırlığını taşıyamayan herkes gibi. Kendilerini bilmeseler her şeyi yapabilir bu insanlar.
Yolunuz düşer belki, öyle olsa da kalmayın bir taşra otelinde. Sağlam iz bırakır. Tüm taşra otelleri birbirine benzer, bunu da unutmayın; hepsinin girişinde bir desk, masanın arkasında uyuşmuş yüzü ve oda sayısı kadar karışmış belleğiyle bir kâtip (resepsiyonist büyük şehirde olur. benim oteldeki görevlinin adı Mihri'ydi sanki, ne iyi çocuktu.) bulunur. Bırakın o deneyimi de yaşamamış olun. Zebercet açmıyor hem kapıları, zillere cevap vermiyor. "Çok tuhaf, olur saçmalık değil."*
----
*Zebercet sinemada bir kovboy filmini seyrederken içinden devamlı böyle konuşur; olur şey değil. çok tuhaf.
------------------------
p.s.: Kitabı tekrar okumaya başlamadan önce, çay demledim, balkona çıktım. Her yer ıslanmıştı, ama ne güzeldi hava. Kuru bir minder buldum sandalyenin üstüne koymak için, saatlerce oturdum dışarıda. Mis gibi gökyüzü, yağacak tekrar sanırım, yağsın. Fotoğraf o andan.
Çok güzel bir rüya gördüm bugün, Orhan Pamuk'la karşılaşmışız, gerçekte asla yapmayacağım bir şeyi yapmış ve "Kara Kitap inanılmazdı" demişim. Oturup saatlerce konuşmuşuz. Eski bir İstanbul yapısında, bir kafe(?) belki. Ne konuşmaları ne de gerisini hatırlıyorum, sadece geriye dönüp; çok güzeldi Kara Kitap, dediğimi biliyorum. Bazı kitaplar ne güzel, rüyayı renklendiriyor.
Filmde bazı önemli ayrıntılar yok; Zebercet'in don gömlek intihar etmeye kalkışması, takım elbise giydirilerek değiştirilmiş, 10 Kasım'da ölmesi, ölmeyi seçmesi (bilmeyerek tabii?), sirenlerin tam o ilmeği boynuna geçirdiğinde çalmaya başlaması, filmde işlenmemiş. "İyi kitaplarda öyle olur tabii." Benim aklımda başka bir şey var oysa; bu çok tuhaf, sağdı o, daha her şey elindeydi, intihardan vazgeçebilir, konağı yakabilir veya kaçabilirdi; "Dayanılacak gibi degildi bu özgürlük.".
Zebercet, bir taşra otelinin katibi, ailesinden bir tek o kalmış orada, hepsi ölü. Geçmiş devamlı kafasında, ölenler, katiller, eski konak. Cinselliğini bela gibi taşıyor, beyninde. Organını bastırıp duruyor eliyle, yolu olsa beynine bastırıp elini, yatıştıracak; gelmeyecek beklediklerin, bekleme! Neden, neyi bekliyorsun, bekleme! Gecikmeli Ankara treniyle gelip bir gün kalan kadın, çok farklı. Temizlikçi kadına benzemiyor, "ahh, nasıl da seninim" diye inleyen kadınlardan ihtimal. Tüm kadınlar karışıyor sonra, bir kadın Zebercet'i iyi eder miydi acaba? Hiç sanmıyorum, o vücudunun ağırlığına dayanamayanlardan, bıyığı sarkıyor, burnu, ağzı sarkıyor, yüzü sarkıyor aşağıya. Bıyığını kesecek!
Yusuf Atılgan'ı Aylak Adam ile tanımış, tedirgin olmuştum. Tuhaf, hastalıklı bir bakışı vardı kadınlara, dilini sevmiştim ama bekliyordum. Anayurt Oteli'ymiş beklediğim. Bu akşam, balkona çıkıp geriye dönerek tekrar tekrar okudum kitabı, çok sevdim. Aslında sevdim demek bile gelmiyor içimden, böyle can sıkıcı, iç acıtıcı bir roman nasıl sevilir? Böyle bir karakter? Kestaneciden laf işittiği zaman söylemek istedikleri, söyleyemedikleri; mangalına bir tekme atılır, suratına bir tokat. İç sesi hiç susmuyor, görüntüler rahat bırakmıyor Zebercet'i; kestanelere bir avuç kum atılır, o sırada öldürdüğün kedi üzerine atlar, yüzünü çizer, temizlikçi kadının cesedini testereyle kesebilirsin, bir o kaldı konakta, arkasından yaklaşıp kasketini düşürüverse mangala adamın..., ben inandım, Zebercet çok hasta. Kendi ağırlığını taşıyamayan herkes gibi. Kendilerini bilmeseler her şeyi yapabilir bu insanlar.
Yolunuz düşer belki, öyle olsa da kalmayın bir taşra otelinde. Sağlam iz bırakır. Tüm taşra otelleri birbirine benzer, bunu da unutmayın; hepsinin girişinde bir desk, masanın arkasında uyuşmuş yüzü ve oda sayısı kadar karışmış belleğiyle bir kâtip (resepsiyonist büyük şehirde olur. benim oteldeki görevlinin adı Mihri'ydi sanki, ne iyi çocuktu.) bulunur. Bırakın o deneyimi de yaşamamış olun. Zebercet açmıyor hem kapıları, zillere cevap vermiyor. "Çok tuhaf, olur saçmalık değil."*
----
*Zebercet sinemada bir kovboy filmini seyrederken içinden devamlı böyle konuşur; olur şey değil. çok tuhaf.
------------------------
p.s.: Kitabı tekrar okumaya başlamadan önce, çay demledim, balkona çıktım. Her yer ıslanmıştı, ama ne güzeldi hava. Kuru bir minder buldum sandalyenin üstüne koymak için, saatlerce oturdum dışarıda. Mis gibi gökyüzü, yağacak tekrar sanırım, yağsın. Fotoğraf o andan.
Çok güzel bir rüya gördüm bugün, Orhan Pamuk'la karşılaşmışız, gerçekte asla yapmayacağım bir şeyi yapmış ve "Kara Kitap inanılmazdı" demişim. Oturup saatlerce konuşmuşuz. Eski bir İstanbul yapısında, bir kafe(?) belki. Ne konuşmaları ne de gerisini hatırlıyorum, sadece geriye dönüp; çok güzeldi Kara Kitap, dediğimi biliyorum. Bazı kitaplar ne güzel, rüyayı renklendiriyor.
8 yorum:
Rüyandan kendime ders ve ödev çıkarttım Justine: Onca senedir inat edip okumadığım Kara Kitap ve hatta Beyaz Kale de okunacak.. Ama onlarda da tek boyutlu tek iç sesli kahramanlar varsa, Allaaah kim tutar artık beni, gönül rahatlığıyla çemkirir de çemkiririm Orhan Pamuk'a. :D
Lütfen oku Passive, seversin sen Kara Kitap'ı, ilginin hastalık derecesindeki hâlini -tutku mu diyorlar(?)- anlayışla karşılamalısın sadece. Bu yazar bunu hep yapıyor, olsun, kadınlar düşsel bir sevgiyle ambalajlanmadan erkekler onları asla anlamıyor, ne komik, filan demelisin belki de. Ötesini seversin, eminim.
Yazını çok çok oldu göreli, bir sevinç, heyecan yaptım görünce. Gece üç filandı herhalde, bilmiyorum şimdi. Yazmak için hazırlandım. Öyle durdum sonra, iki nöbet tuttum arada, yazı hep aklımın bir köşesinde.
Çok tuhaf zamanlar geçiriyorum Passive (dar zamanlar desem, bayıldığım kitap isimlerinden:), aklım gidip gidip geliyor. Bir çay demliyorum, oradan mutluluk çıkartmaya çalışıyorum. Bir bira açıyorum, markete gidiyorum, araba için evin önünde boş yer görüyorum, hep mutluluk olmalı bunlar. Unutup duruyorum her şeyi, üstelik büyük kabusumdur bu benim, bir şey unuttum kesin!
Bak dağıldı yine. Bu kafayla kimseye bir şey yazamıyorum. Yazarım yine, yazılır da, keyifsizliğim yanlış anlaşılır diye korkuyorum. Yanlış anlamalar içimi sıkıyor, hiç ama hiç hâlim yok bir şeyleri toparlamaya.
O güzel yazının üzerine iki laf edemedim böylece. Aklımdan konuşup durdum ama. Böyle işte.
Birazdan dışarı çıkmalıyım, çay mis gibi kaynıyor mutfakta, bir bardak daha, bir bardak daha, ertelerken yaşamak için bir anlam doğuyor sanki. Sarıldım sana, hoşçakal.
"kadınlar düşsel bir sevgiyle ambalajlanmadan erkekler onları asla anlamıyor"
justine, keyifle laklak yapmaya gelmiştim ama bu cümlen beni daha kapıda vurdu. bu cümlenin gerçekliği karşısında dayak yemiş küçük bir çocuk gibi hissettim kendimi. en iyisi camların hepsini açayım, kendime bir kahve yapayım, arada gelip benimle kalan kardeşimin evin bir köşesine zulaladığı ve varlıklarından haberim olmadığını zannettiği sigaralarından bir tane yakıp yağmuru izleyeyim. Bu sefer dumanını içime çekmeyi unutmadan.
öpüyorum Justineciğim, kendimi toparlayayım, gelirim tekrar. sevgiler.
Geçen markete gittim, kasada aldıklarımı hesaplarken kız, sigara bölmesine bakıyordum; "bir kısa Marlboro Light alsam; kısa Marlboro Light lütfen, Marlboro Light alabilir miyim, Marlboro Light var mı, evde durur öyle, içmem ama dursun, sigarayı bıraktım yıllar önce fakat bir tane içerim belki, çayın yanında, kahvenin yanında, Marlboro Light verir misiniz, var değil mi, teşekkürler" İç sesimden bunalırken ben, kız kredi kartını almış, şifre istiyordu. Alamadım sigarayı.
Evin bir köşesinde zor zamanlar için bir Majezik bir de sigara mutlaka olmalı, bunu bilir bunu söylerim ben. Sesli konuşmalardan önce, sessiz konuşmaları çok yapmasaydım içimden, benim de bir paket sigaram olabilirdi belki. Sağlık olsun;)
Dumanını çok fazla çekme içine, sonuçta zararlı bir şey herkes söylüyor. Afiyet olsun, ben hemen çıkmalıyım.
justine, y.atılganın zebercetin o hastalıklı halini ,tutkusunu, yalnızlığını işlemesi ne kadar etkileyici değil mi? böyle insanın canını sıkan, bunalıma sokan kitapları okumak dediğin gibi güzel midir, evet. ben de seviyorum. arkadaşıma geçen gün bozkırkurdunu verdim. yarısına gelmeden geri verdi, kendisini iyice bunalttığını söylüyor ve okumayı istemedi. acaba böyle mi olmak gerek? can acıtan, seni daha da duyarlı yapıp hayatını karartan kitapları okumayıp normal kalmak mı gerek. uzakta kalamıyorum ben de, zeberceti ara ara ben de okurum, bu sevimli dış dünyamın zıttı asıl dünyama karşılık geldiğinden belki..
Buket, Bozkırkurdu'nu lisede okumuştum ben, hayrettir çok sevip etkilendiğim hâlde unuttum kitabı. Sonunu hatırlıyorum sadece.
Nasıl olmak gerek hiç bilmiyorum, şöyle böyle yaşıyorum işte, "gerek" veya değil düşünmeden.
Yine de demek istediğini çok iyi anlıyorum, sadece cevabı yok bende.
Sevgiler.
Hey Justine!
Uzun zamandır, uzun uzun giremiyordum blogger'a. Şöyle bir bakıp çıkmak durumları... Ama iki gündür rahatım. Yarın set olacaktı, sonraki güne ertelendi. Ben de sardım iyice, bir yazı yazdım, daha doğrusu önceden sadece karalayıverek bir anımda yazdığım yazıyı koydum bloga (hoş yazıyı koyduktan sonra öğrendim reponun uzadığını:)... Sonra da bakındım etrafıma... Ne çok severim ben Zebercet'i bilir misin? Tabi pek de öyle sevilecek bir adam değildir. Ama insan denen varlığın sıkışmışlığını, sıkılmışlığını ne de güzel anlatır Yusuf Atılgan. Filmi belki kitabı tam karşılayamaz -ki bu da sinema dili açısından oldukça zordur- ama inan iyi filmdir. Ömer Kavur ne de olsa... Neyse öyle işte...
Bu aralar niye yoktum, bir önceki yazıyı okumuşsan bilirsin, ki okumasan da tahmin edersin Justine. Sonunda sergi fotoğraflarının düzenlemesini de bitirdik:)
Eh size de tarihler uyuşursa sergiye gelmek düşer. Şimdiden davetlisin. Burada olursan lütfen gel. 26 Kasım'da açılış, Sepetçiler Kasrında...
Neyse çok konuştum. Haydi iyi geceler ve bol bol sevgiler!
Cüneyt hoş geldin! Ne güzel seslenmişsin öyle, senin tonunu tutturmak istedim, bilmem becerebildim mi?;)
Yoğun olduğunu tahmin ediyordum, ama arada uğraman iyi oluyor, merak ediyorum, neler yapıyorsun, ne haldesin?
Zebercet'i ben de sevdim, anladım ya da şöyle demeliyim; anlamaya çalıştım. Sevilecek adam olup olmamasıyla ilgilenmedim hiç, çok yakın hissettim kendime. Filmini biliyorum aslında, çok oldu seyredeli, yine de aklımda. Kitapla karşılaştırınca zayıf geliyor bana, bir de bazı ayrıntıların atlanması hoşuma gitmedi, yoksa iyi film olduğu fikrine katılıyorum.
Ve gelelim en önemli olaya, demek sergi tarihi belli oldu, müthiş bir haber bu!;) O tarihlerde İstanbul'da olacağım Cüneyt, umarım gelirim, çok isterim. Biraz yabaniyim(!) fakat gelmeye çalışacağım, bakalım.
Sana da iyi geceler, çok sevgiler.
Yorum Gönder