Çarşamba, Aralık 14, 2011

havadan sudan

"Rüzgâr, içimde ıslık çalıyor.
Çıplağım. Hiçbir şeyin, hiç kimsenin efendisi değilim, kendi inançlarımın bile. Rüzgâra karşı duran, rüzgârın çarptığı şu yüzüm ben yalnızca; yüzüme çarpan rüzgâr da benim."
e. Galeano/Kucaklaşmanın Kitabı (esinti)


Sabah böyleydi hava. Yolda çok yağıyordu, sonra birden durdu. Oysa yolda yağmasaydı, eve gelip uyumaya hazırlandığımda yağsaydı daha hoş olurdu ama her şey istediğim gibi olmuyor tabii:p Eve geldiğimde çok yorgun olduğum hâlde duş alınca uykum kaçtı. Biraz oturdum balkonda, bir iki sayfa Tanpınar okudum (roman gerçekten çok, çok güzel), fotoğraf çektim, düşündüm. Manzarayı; fırçanın hatalarını, kurgunun aksayan taraflarını, herkesin uyuduğu, üç beş ışığın yandığı o anların hataları affettirebileceğini.

Dün yoğundu günüm, yirmi dört saat hastanedeydim, koşturmaca, telaş, hastalık, kaygı, ses, gürültü. Akşam biraz dinlendikten sonra yine başlıyordu çalışma sürem, ee söz konusu ben olursam bomba gibi başladı dersem tuhaf olmaz sanırım. İkinci hasta (benim durumumda hastayla ilgili bir sorun olmuyor, hasta sahibi demem daha doğru olur) enteresandı. Kadın bir güvenlik görevlisi (polis, bilmiyorum artık) ile birlikte gelmiş. Çocuk onun çocuğuymuş (onu hiç anlamadım, ben niye tutayım çocuğu, bana ne, ben ışın alamam onun yüzünden, diye bağırıp duruyordu), ajite bir hastaydı (spastik, altı-yedi yaşlarında güzel bir çocuk), imkânı yok çekilmiyor filmi. Uzun uzun anlatmayayım şimdi, sinir bozucu bir manzaraydı. Kadın devamlı ama devamlı hakaret ediyor, çocuğu tartaklıyor, biz işimizi bilmiyormuşuz, şikayet edecekmiş filan falan. Sizin neyiniz oluyor bu kadın, dedim adama, patronumun eşi, dedi, çok korkarak sessizce konuştuğuna göre patronu über bir şey olmalı. Umursamadım, odaya gelen arkadaşıma, sen ilgilenir misin ben daha fazla dayanamayacağım, deyip cr'a oturdum. Aynı sahne tekrarlandı çekim odasında, kadın bu sefer benim yerime çocuğun filmini çekmeye çalışan kadına laf söylüyor, konuşup duruyor, hiç ama hiç susmuyor. Odaya girdim, arkadaşıma bakıp, boş ver bırakalım, yapmayalım bir şey, dedim. Kadın da o sıra bizi şikâyet edeceğini söylüyordu, yüzüncü kez. Hiç bu kadar canımın sıkıldığını hatırlamıyorum. Daha önce yaşadığım (daha farklı elbette ama temelde aynı) başka anlaşmazlıkları da düşündüm. Ne tuhaf, bazen karşındakine öldür allah bir şeyi anlatamıyor, tamamen çaresiz kalıyorsun. Korku filmi gibi -kelimenin tam manasıyla "korku filmi gibi"-, anlamıyor, sesin yükselmiyor, kabalık yapmıyorsun, incitmemeye çalışıyor, belki o da bir şey anlatmaya çalışıyordur bekleyeyim bakalım, diyorsun. Hayır, olmuyor. Kapı duvar. Kadın şaka gibiydi özetle. Çocuk ayakta görmüyor musunuz nasıl çekelim, diyoruz, çekin, ben çekerim, sizin beceriksizliğiniz, diyor. Öyle baktım, içimden de düşünüyorum, bu kadına hep dayanmak, katlanmak zorunda olan insanlar var. Kocası, çocuğu, şusu busu, onunla yaşayanlar işte. Allah, lafını bir türlü karşısındakine anlatamayanlara, üstelik anlatamamak bir yana, suçlanan, sabrı sınananlara kolaylık versin. 

Sabaha karşı, altı gibi odadaki kanepeye uzandım, bahçeden çığlık çığlığa çocuk sesleri geliyordu. Hayır tabii, hastalık bağırışları filan değil. Hastanenin bahçesinde üç beş çocuk oyun oynuyordu. Sabahın körü, hastaların servislerinde dinlenmesinin şart olduğu zamanlar, ertesi sabah kim bilir hangi rutin kontrollerle, berbat bir gün geçirecekleri kesin olan çocukların uyuduğu saatler. Hiç abartısız dört buçuktan benim uzandığım zamana kadar bağırışları kesilmedi çocukların. Merak ediyorum, nasıl bir aile, çocuğuna, dur, yapma, biraz sessiz ol, rahatsız olanlar vardır, vs. vs, demez? Nasıl bir rahatlıktır bu? Arkadaşım dinleniyordu, çekim için kalktı, bu sesler nedir, diye sordu. Sanırım, hayatlarındaki en mutlu günü yaşayan çocuklar var dışarıda, yağmur filan dinlemiyor, koşturuyorlar, dedim. Pencereden biraz onları seyrettim; ne güzel yetişiyorlar, aferin, yaramazlıklarına sonsuz müsamaha gösteren ebeveynlere sahipler, büyüyünce de birisini rahatsız ederken bu kadar umursamaz ve gamsız olacaklar, muhteşem diye düşünerek çıkmaya hazırlandım.


Sonrası, yağmurda yolculuk, opera ve su; çok fazla, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun bıraktığı su. Biraz sonra Pina'yı izleyeceğim. Uzun süredir aklımda, dayanamayıp on-on beş dakika kadar seyrettim çok önce, ama hep daha güzel bir zamana sakladım. Zaman bu zamanmış demek. Haberler böyle.
-------------------------
Konuyla ilgisiz ya da ilgili birkaç not;

-Boğaziçi Üniversitesi, GETEM, ve Türk Telekom işbirliğiyle bir reklam hazırlanmış. Konuşan Kitaplar diye. İlk gördüğümde hayran kaldığım bir fikir ve proje bu. Reklam da harika. Suç ve Ceza'nın bir iki dakikalığına içine giriyorsunuz, o kadar etkili çekilmiş. Çok beğendim. http://www.youtube.com/watch?v=1mnipud5Uag

-Bazı şeylerin kıymetini bilmek gerek. Suç ve Ceza'yı kimsenin yardımına ihtiyaç olmadan okuyabilmek çok değerli. Bazıları şanssız doğuyor, dünkü anneye sahip olan hasta çocuk gibi. 

-Ispanak soslu makarna nasıl olur diye düşünüp duruyorum. Kremalı filan. Neyse, deneyeyim, söylerim size de.
---------



Ne kadar çok oyalandım yine. Film henüz bitti, taze taze;
-Ben klasik bale severim, modern dansla aram yoktur, yine de Pina'da yapılan dansları sevdim. Zaten dans ettikleri de söylenemez dansçıların, öyle yaşıyorlar, tüm hareketleri içten. Önceden düşünülüp koreografisi yapılan tek bir hareket yok sanki. Gerçekten büyük başarı.
-Wenders'in Berlin Üzerinde Gökyüzü filmine hayranım, hâliyle severim yönetmeni, bu filmi de gayet güzel çekmiş, benim filmim değil belki, fakat güzel.
-Film 3d çekilmiş, ben evde seyrettim tabii. Eminim sinemada izlemek çok farklıdır, görüntüler izleyeni hipnotize edecek kadar etkili.
-Ben en çok dolunay dansını ve bir kadın dansçının kendisini derin bir kuyuya bırakır gibi yanındaki adamın kolları arasındaki boşluğa bırakışını sevdim. Büyülendim, harikaydı o sahne. 
-Pina kendisini dansa adamış, tüm varlığını, hayatını. Bir insanın böyle bir adanmışlıkla (ve elbette hırsla) herhangi bir şeye (iş, aşk, eşya) bağlanmasını çok şaşırtıcı buluyorum. Bilmediğim ve korktuğum bir duygu.
-Genç bir dansçı kıza, "neden benden korkuyorsun, ben bir şey yapmadım", diyor Pina, bunu çok sevdim. Ne çok anlam yükledim o cümleye, kadın bir bilse;) 
-Filmin müzikleri muhteşem, yukarıya koyduğum şarkıda yapılan dans da güzeldi. Şarkıyı bir dinleyin lütfen, seveceksiniz.
-"Kırılganlığın aynı zamanda senin gücündür", diye bir lafı var Pina'nın, dansçılarına söylediği. Buna inanmıyorum. Hoş benim için pek bir şey fark etmez, ben güce inanmıyorum.
---------
Saat beşe geliyor, sözde erken uyuyacaktım bugün. Hemen uyumalıyım, uyku en iyi sağaltıcıymış ya, hadi bakalım.

12 yorum:

nezleli karga dedi ki...

justine,
zor bir gün olmuş anlaşılan. ya da belki senin için sıradandır, bilmiyorum. ne de olsa doktorluk zor bu memlekette.

ben de tanpınar okuyorum ama benimkisi "huzur". önceleri bir başlayıp bitirememiştim. şimdi tekrar okuyorum. yeni başladım, bakalım bu kez nasıl gidecek okuma?

Raskolnikof videosundan ben de çok etkilendim. Her izleyişimde devamı gelecek diye bekliyorum safça bir umutla:))

Ispanaklı makarna için de beşamel sosla birlikte mantarı önereceğim. Ispanakla mantar çok yakışıyor!

Bir yandan çalışıyorum (çeviri), dayanamadım ce-e deyip kaytardım işte!
sevgiler,

justine dedi ki...

Alkımcığım,
yorumunu henüz gördüm, seyrettiğim film hakkındaki notları yazıya eklemeden hemen önce. Yarın çayımı içerken güzel güzel konuşalım seninle, hem yaptığım makarnanın tarifini de yazarım uykusunu almış, sağlıklı bir kafayla, olur mu?;)
İyi geceler, sevgiler.

Mehmet dedi ki...

Galeano en az sözcüklerle, en fazla şeyi anlatmanın yolunu bulmuş. Ne mutlu.

Size ondan bir alıntı;

" Yolculuk
Barselona’da bir hastanede yeni doğanların bakımıyla ilgilenen Oriol Vall, insanın ilk hareketinin kucaklaşma olduğunu söylüyor. Dünyaya geldikten sonra, günlerin başlangıcında, bebeler birisini arar gibi ellerini uzatıyorlar.

Artık epey yaşamış olanlarla ilgilenen başka doktorlar, ihtiyarların da günlerinin sonunda kollarını kaldırmaya çalışarak öldüğünü söylüyorlar.

İşte böyle, konu hakkında ne kadar çok kafa yorarsak yoralım, ne kadar söz sarfedersek edelim, durum bu. Böyle, bu kadar basit ve her şeyi açıklıyor. Fazla söze gerek yok; iki kanat çırpışı arasında gerçekleşiyor yolculuk. Zamanın Ağızları.S.8"

Şu linkte de birkaç alıntı daha var.

http://www.uzunhikaye.org/icerik/zamanin-agizlari-1452

Kitaplığımda beş kitabı var okunmaya sıra bekleyen;
Zamanın Ağızları, Yürüyen Kelimeler, Tepetaklak, Aynalar, Latin Amerika'nın Kesik Damarları

Selamlar.

justine dedi ki...

Günaydın Alkım, n'aber?

Hava İzmir'de çok güzel yine, ne oluyor anlamadım, birden döndü hava, sizin oralarda da iyidir umarım.

(Mektuba böyle başlanmalı diye yanlış bir bilgi hatırlıyorum sanki;p)

Ben doktor değilim canım, radyoloji teknisyeniyim, ama dediğin gibi doktorlar, hemşireler, kısaca tüm sağlık personeli zor durumlarla sıklıkla karşılaşıyor bu ülkede. Bizim işimiz görece daha iyi, radyoloji temiz iştir. Hastalarla ve hasta yakınlarıyla ve hatta diğer sağlık çalışanlarıyla çok ilişki yaşanmaz çalışırken. Direkt grafi çekimlerinde de, tomografi çekerken de makinelerle insanlardan daha çok içli dışlıyızdır. Neyse, sıkıcı şeyler oluyor yine de, hem hangi meslekte yok ki? Geçsin, gitsin, izi kalmasın yeter.

Huzur, demişsin. Hatta daha önce başladım bitiremedim diye eklemişsin, aman tanrım ne kadar tanıdık cümleler bunlar!;) Ben Huzur'u lisans yıllarında kazıya giderken okuyordum. Çok ağır bir dili vardı, bir de akmıyordu kitap. Böyle akmayan, ilerlemeyen kitaplar başlarda bırakılır genellikle fakat ben yarısında bıraktım (Tanpınar özeldir, referansları çok sağlamdır, ve onlarca neden sayesinde belki). Nuran'ı, Mümtaz'ı ve yolculuklar boyunca (vapur yolculuğuydu değil mi?) hiç susmayan iç seslerini unutmadım tabii. Tekrar sıra gelecek Huzur'a biliyorum. Hele S.A.E.'nden sonra daha çok isteyeceğim, eminim. Bu kitabından çok keyif alıyorum çünkü. Umarım senin için de iyi bir okuma oluyordur, bitirince kitap hakkında yazacağın şeyleri okumak isterim. Senin cümlelerini seviyorum ben.

Dün akşam yaptım makarnayı. Ispanakla mantarı börek yaparken karıştırmıştım, biliyorsun. Mantar istemedim bu sefer, ama haklısın ikisi çok yakışıyor birbirine. Makarnada sadece ıspanak kullandım. Soğan ve sarmısağı, zeytinyağında soteleyip, rondodan geçirdiğim ıspanağı kattım içine. Sonra kremayı ekledim sosa ve baharatlar işte. En sonunda küp küp doğradığım kaşarı koydum ve makarna tamamdır;) Çok beğendim ben, hatta biraz fazla yapmışım onun için bu akşam da yiyeceğim, yanına ızgara tavuk ya da et ilavesiyle. Böyle küçük oyunlar gerekiyor benim bir yemeği ertesi gün de yiyebilmem için, yoksa yesem bile keyif almıyorum;)

Sana kolaylıklar diliyorum Alkım, çeviri ne zor iştir!

Sevgiler çok.

justine dedi ki...

Hoşgeldiniz Mehmet. Alıntı için çok sağolun. Eklediğiniz alıntı düşündürdü beni, insanın bebek ve yaşlılık hâlinin birbirine bu kadar benzemesi ve asıl "arada geçen zamanda" ne oluyorsa olması, tuhaf. İki kanat çırpışı arasında geçen yolculukta ne yaptığımız önemli bu durumda. Öyle önemli ki; bizi türdaşlarımızdan ayıran hasletler madem o yolculukta belli oluyor, özel, farklı ve benzersiz olmalıyız. Ha, bunu yapamıyor muyuz, çok mu zor, öyleyse en az zararla yolculuğu tamamlamak amacımız olmalı. En az zarar; bunu söylerken ben ve okurken siz aynı şeyi anlıyor ve düşünüyoruz, değil mi? Kendimize olduğu kadar hatta belki daha önemlisi, başkalarına da zarar vermeyerek. Zor iş, ama bana göre olması gereken bu.

Geçen gün Tutsaklık Güncesi'nde İlhan Bey'e yazarken sizi görünce çok şaşırmış ve sevinmiştim. Epey zaman oldu, ben Uzun Hikâye'de sizi okuyordum ama bloğunuzdan haberdar değildim. Son nöbetimde, hastanede bloğunuza yorum yaptım, fakat sorun oldu sanırım, gönderemedim bir türlü. Hastanenin bilgisayarında bir sorun olduğuna eminim. Her neyse, çok sevindim bloğunuzu görünce. Sanırım hemen hepsi Uzun Hikâye'deki yazılar, ama olsun fark etmez, ben orada sizin tek başınıza sesinizi duyunca sevindim.

Çok sevgiler size, hoşçakalın.

p.s.: Buradan adınızın üstüne tıklayınca bloğun bağlantısı ve Uzun Hikâye sitesinin bağlantısı çıkmıyor. Ayarlardan ekleseniz ya iki linki de. Daha çok kişi tanısın, bilsin istiyorum yazılarınızı.

nezleli karga dedi ki...

Justineciim,
Maalesef sana günaydın diyemedim, bugün bilgisayar başında değildim.

Bahsettiğin filmi merak ettim. Wenders filmlerini bir ara merakla takip ederdim. Berlin Üzerinde Gökyüzü ve Paris-Texas filmlerini çok çok sevmiştim. Sonraki filmlerinde aynı tadı bulamadım.

Kendini bir şeye adamak, hevesli bir insan olduğumdan bana şaşırtıcı geliyor. Öte yandan çok da büyülü bir yanı var sanki. Bir insan mesela nasıl kendini kontrbas çalmaya adar ve gözü başka bir şey görmez. Müzik de içimde kalmış heveslerden biridir bu arada. Kıskanç mıyım yoksa:))

Ben de aslında mimarım ama çeviri de yapıyorum. Zor, kıymeti de pek bilinmeyen bir uğraş ama zevkli. Bir kitabın içinde gezinmek filan...güzel.

Bu arada ne güzel yemek anlatıyorsun! Ağzımın suları aktı burada. Bir yemek blogu da yapabilirmişsin pekala.

Huzur'la ilgili kitapta biraz ilerledikçe yazacağım sana...

Sevgiler:)

Londoner dedi ki...

Ah yine Tanpınar demişsin üşenmeyip tekrar yazdıracaksın bana yazıyı ama o kayıptan sonra isteğim kaçtı tekrar yazamam şimdi.
Unutmadan şarkı çok güzel adamın albümünü bulup indirdim şimdi dinliyorum.

Teşekkürler ve sevgiler...

justine dedi ki...

Alkım canım, tekrar hoşgeldin, keyfim nasıl yerinde nasıl yerinde bir bilsen, cips yiyor ve şarap içiyorum, mis gibi, ne güzel konuşulur şimdi. (evet evet, şiir yazıyorum;))

Biraz önce böyle değildi tabii, beş dakikada değişiyor işler;p Akşam azıcık "sulu" geçti, tartışmalı, ağlamalı filan, biraz zaman alsa da düzeldi sonra durumlar. Bir rüzgâr eser ve mevsim değişir, bilirsin.

-Pina, Berlin Üzerinde Gökyüzü kadar güzel değil bence Alkım, modern dansı çok seven biri belki bayılır, ama ben B.Ü.G filmini tercih ederim. Ne hoş bir filmdi değil mi, Cave'in müziği düşünceli, aşık melekler, sirk... Ah, The Carny! Çok çok etkilenmiştim hem müzik hem de filmden.

-Müzik benim de içimde kalmış bir heves valla. Keman çalıyordum bir zamanlar, kaldı öyle. Yirmili yaşlardaydım ve her şeyi yapmak istiyordum, buna bir de yay burcunun istikrarsızlığını ve maymun iştahlılığını ekle, hah işte olmadı haliyle. Olmasın, zaten hiç hırslı ve azimli değilim ben, dünya büyük bir virtüöz kaybetmedi özetle;p

-Biliyor musun, İstanbul'a bu gidişimde C.'ye, tek saygı duyduğum meslek mimarlık, diğer hepsi faso fiso, dedim;) Elbette saçmaladım ama çocukluğumdan beri tek bir mesleği anlamlı bulurum, o da mimarlık. Bir de çok havalı yahu, Mimar Sinan'ın meslektaşı olmak ne demek düşünsene. (Sanırım beni Süleymaniye çok etkiliyor ve ondan böyle anlamsız şeyler düşünüyorum;p) Yine de tamamen mesnetsiz bir iddia değil benimkisi, insanların oturacağı, ibadet edeceği ya da çalışacağı, kısaca yaşayacağı mekânları yaratmak harika bir uğraş, hayranım siz mimarlara, çok güzel bir mesleğin var canım.

-Huzur'la ilgili yazını bekliyorum.

Çok sevgiler.

justine dedi ki...

Heeey, kimler gelmiş!;p

Hangi yazı, ne kaybı? Hmmm, diğer yorumuna bakayım ben en iyisi. Senin adını görünce hiç kontrol etmedim ve okumadan yayınladım tabii. Ama hayır, ortada bir yazı varsa onu okumalıyım ben. Neden tekrar yazamazmışsın Londoner? Farkında mısın iyice tembelleştin sen, istek filan hikâye bana kalırsa;)

Şarkıyı beğeneceğini biliyordum, hatta senin yorum yazdığını görünce unutmayayım ve sorayım dinlemiş mi şarkıyı, diye düşündüm. Dinlemediysen, zorlayacaktım (duyan şarkı benim sanar;p) seversin, bir dinle lütfen diye. Beni bu ısrar işinden kurtardın, sen iyi bir dostsun canım ve neyi seveceğini iyi biliyorum ben, bir çeşit kâhinim sanki;p

Tamam çok konuştum, diğer yoruma bakayım şimdi.

zerka dedi ki...

evet evet, ben de izlicem bu filmi karar verdim, müzik de ne güzel, yazıyı okumuştum da müziği nedense bir türlü dinleyememiştim. berlin üzerinde gökyüzü filmini ben de çok beğenmiştim, bir de onun hollywood versiyonu vardı, city of angels. hollywood filmleri kötü olsa da genelde, o film istisnaydı, güzeldi, kütüphane sahneleri, fısıltılar falan çok hoştu. Bir de filmin başında, melekle giderken pyjamas diyen bir kız vardı, çok güzel pyjamas diyordu, neyse:)
“Bir insanın böyle bir adanmışlıkla (ve elbette hırsla) herhangi bir şeye (iş, aşk, eşya) bağlanmasını çok şaşırtıcı buluyorum.” demişsin ya bence de şaşırtıcı bu, özellikle iş kısmı çok şaşırtıcı geliyor bana. (dans, resim, müzik vb. sanat dallarına kendini adamak anlamlı geliyor ama, sebeplerini konuşmak bu parantezin içini aşabilir:)) işi düşününce, mesai bitiminde öyle mutlu ve özgür hissediyorum ve koşarak eve geliyorum ki, acaba ben de kendimi eve mi adasam?:)
bu arada, dün rüyamda gördüm seni, yürüyorduk,konuşuyorduk, ilk defa görüşüyormuşuz ama ilk defa görüşüyormuş gibi de değildik, böyle işte:)
uyuyim ben de, çünkü biliyorsun uykum gelince saçmalıyorum:)
sevgiler.

justine dedi ki...

Ne tatlısın Zerka, hayır saçmalamıyorsun tabii, güzel güzel konuşuyorsun işte;)
Biraz önce geldim ben eve, çok yoruldum bugün. Sabah nöbetten gelmiştim zaten, uyandığım gibi, giyinip yapılacak işleri halletmek için dışarıya çıktım. Birazdan çay koyacağım ama üşeniyorum. Bir kendime geleyim, belki sonra.

Rüyan bir bakıma doğru Zerkacığım, burada öyle çok konuşuyoruz ki sanki yıllardır birbirimizi tanıyor gibi oluyoruz. Belki karşılaşırsak bir zaman, aynı rüyandaki gibi bir iletişim kurarız umarım, öyle olmasını dileyelim.

Müzik gerçekten çok hoş, beğenmene -kendim icra etmiş kadar- sevindim;p

City of Angels bence de güzel bir filmdi. Şunu sevmiyorum ben; bazı filmler sırf Avrupa filmi olduğu için abartılır ve hak ettiğinden daha çok değer verilir onlara, bazı filmler ise Hollywood filmi diye basit bulunur. Komik geliyor bu bana. Berlin Üzerinde Gökyüzü çok güzel bir filmdi. Melekler Şehri ise onun kadar uhrevi olmasa da gayet güzel bir filmdi. Çok sevmiştim ben. Bununla ilgili bir Olympos anım var ama uzun sürer anlatması şimdi. Bir ara belki -unutmazsak- anlatırım.

İş konusunda da aynı fikirdeyiz;)

Öpüyorum seni, sevgiler.

zerka dedi ki...

hollywood filmleri hakkındaki görüşlerine tamamen katılıyorum, yeri gelir hollywood filmini de beğenebiliriz, kimseden saklamayalım:) bazı klişeleri sürekli tekrar eden filmler olduğu gibi içlerinden iyiler de çıkmıyor değil şimdi:)

evet unutmayalım anını, hatta böyle resimli şiirli falan olsun, tatlı tatlı okuyalım. (çok şımarttınız bu okurları justine hanım, istekler bitmiyor baksanıza:P)
sevgiler.