"...
atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar
atları rüzgâr kanat...
atları rüzgâr...
atları...
at...
rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!
..."
n. hikmet/salkım söğüt
Hayatımda ilk defa hipodroma gittim ve hatta ilk defa at yarışı oynadım, güzeller güzeli atları seyrettim. İnanılmazdı. Hipodrom ve bütün çevresi, farklı bambaşka bir dünya. Yarış oynayanlar, atların piste (kulvar mı acaba, ne denir bilmiyorum ki o dünyanın terimlerini) çıkışı, jokeylerin atlarıyla iletişimi, heyecan, heyecan, hep bir ağızdan bağıranlar, fısıltılar, orası ayrı bir dünyaydı! Aşağıdaki fotoromanda yarışlar hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kadının bahis oynamasını ve tabii kaybetmesini göreceksiniz:) Konuşma balonu yok belki, ama yüz ifadesinden neler olup bittiği anlaşılıyor, fena kaybetti! Hem de son koşuda. Siz siz olun, favori at filan demeyin, hatta tüyoları da takmayın, ee, benim gibi romantik romantik takılıp at isimlerinden de gitmeyin, kafanıza göre oynayın işte!

Elbette bu yazı böyle bitmez. Daha edebi, daha şiirsel bir şeyler olmalı burada. Yarışları seyrederken benim aklıma devamlı gelen bir şeyler. John Fowles, benim gizemli ve çok çok akıllı yazarımdır. Koleksiyoncu, "Kiraz" denilen 'köy gibi ilçeye' tahammül etmemi, bahçesinde üzüm yiyerek (hem de üzüm, nasıl Roma ama!) romandaki zindana girmemi sağlamıştı, içime ağlamıştım valla! Mantissa'yı hiç sevmedim, postmodernizm filan anlamam, saçma gelmişti. Sanki yazılmış olmak için yazılmıştı Mantissa, olmasa da olurdu. Ve Yaratık.
Ben bir romanı resim gibi tarif edeceksem eğer, o roman Yaratık olurdu. Okuyan bilir, yazar söylüyor zaten romanın başında, suluboya bir kadın resminden çok etkilenip yazıyor bu kitabı. Belki kitap bile değil, "o kendine özgü, tuhaf bir tür; bir maggot, bir yaratık".
Yaratık romanı ile ilgili aşağıdaki yazı çok önceye ait. Tezle uğraşırken, birden romandan parçalar aklıma gelmiş ve sabah olurken sanki yazmazsam ölecekmişim gibi deli gibi yazmaya başlamıştım. Tuhaftır bu roman, anlatmak zor. Parça parça yaşıyor benim içimde şimdi, yazdığım şeyler de bir parçası.
(Jean-Baptiste-Siméon Chardin/The Silver Tureen)
"maggot, (kurtçuk) sözcüğü kanatlı bir yaratığın larva evresini ifade eder; bu satırların yazarı yazılı bir metnin de en azından bu anlama geleceğini umut etmektedir." Fowles, romanına başlamadan böyle der. hem okuyucuyu hem kendisini hem de yaratığı uyarır. yazarın beyninde beliren inatçı bir imge, onu asla bırakmaz. nereye gittikleri bilinmeyen, sadece atlarını süren yüzleri olmayan seyyahlar.
Yaratık, ya da bir şiir dizesi gibi atlarını süren atlılar...
ilk beliren kadının yüzüdür. çok uzun süre ölmüş olan kızın gözlerindeki bir şey, açıklanamayan bir var olma isteği, ölmeye karşı çıkış fowles'u bu kitabı yazmaya iter. ama hayır, kitap değil bu, roman da değil. "o kendine özgü, tuhaf bir tür; bir maggot, bir yaratık."
genç kadın romanın başında bir yerlerde, yolculuğun belirsiz bir zamanında, durakladıkları handa banyo yapmak ister. yanındaki adam (birlikte yolculuk yaptığı erkek hizmetkâr) kımıldamadan orada, odada durmaktadır. kadın, yanına gider, kolundan tutup adamı arkasına dönmeye zorlar. çaresiz bir hayvan gibi bezgin ve kırgın durur adam. ifadesiz. yazar, "dilsiz ve işkenceler içinde, kendisinden ne beklendiğini bir türlü anlayamayan çaresiz bir hayvan gibi durur", der. kadının kararlı bakışları adamın boş mavi gözlerini kendi kahverengi gözlerinden alır, duvarın bir noktasına sabitler. kadın adamın elini bir süre tutar. belirsiz bir süre öyle kalırlar. bir şeylerin olmasını bekler gibi. ama olmaz. kadın soyunmaya başlar. odada yalnız gibidir. iç çamaşırı dışında çıplaktır artık. kadının soyunması, adamı "tuhaf" etkiler. kadına doğru değil, odanın en köşesine, kadının en uzağına gider. leğene döktüğü su ve küçük bir sabun parçası yardımıyla yıkanmaya başlar kadın. mum ışığında sadece sırtındaki yumuşak bir beyazlık çizgisi görülmektedir. burada yazara göre gerçek bir uğursuzluk vardır; kadının solak olduğu anlaşılmıştır ve kadın bir kez bile arkasını adama dönmezken adam gözlerini kadının yarı çıplak vücudundan hiç ayırmaz.
kadın, vücuduna koku sürer. giyinir.

parmağına biraz üstübeç alır. yanağına ve yüzüne sürer. boynunu ve omuzlarını da renklendirir. aynada kendisini seyreder. ışık, geridedir. adama şamdanı verir ve tutması gereken yeri, yüzünü gösterir. kırmızı bir merhemi dudağına, dili ve parmağıyla sürer, yanaklarını hatta allık kullanıyormuş gibi elmacık kemiklerini boyar. bir şişedeki sıvıyı (güzelavratotu. ah, tabii belladonna. fitoterapi ve tezim sağolsun!) gözüne damlatır. o zaman, gözlerini çevirip adama bakar. yine yazara göre bu kadını daha fazla arzulanır yapmaktan çok ona oyuncak bebek güzelliği vermiştir. (bence, görmesem de kadın "hoş" olmuştur. neyse.) kadında bir tek kahverengi gözler değişmemiştir. haififçe gülümseyerek gözlerini kapatır. masum, adamın kardeşi gibi bir gülümsemedir bu. başkasının öpmeye çağrı gibi yorumlayacağı bu harekete, adam sadece mumu kadının yüzüne biraz daha yaklaştırarak cevap verir. ışıkla aydınlanan yüzün -sanki bir sır var gibi- her çizgisini, her kıvrımını inceler. kadının yüzünü bir ölüm maskını eller gibi -parmağıyla- eller. yanaklarına, çenesine, alnına, kaşlarına, gözkapaklarına, burnuna, ağzına dokunur. kadının dudakları kendisine dokunan parmaklara kımıldamaz. şamdanı yere koyan adam aniden kadının dizlerine kapanır. bu görüntüye dayanamıyor gibi yüzünü kadının kucağına gömer. genç kadın şaşırmaz, kımıldamaz. sadece, adamın saçlarını okşar. usulca konuşur.
nazikçe adamı iten kadın, giyinmesine devam eder. adam hâlâ diz çökmüş durumdadır.
yerdeki mum bu anlatılan şeylerin hiçbirisini düşündürtmeyecek başka bir şeyi aydınlatır. adam, kadının yüzüne bakarken olduğu gibi büyülenmiş bir şekilde bu şeye bakmaktadır. boğulmak üzere olan bir insan nasıl bir dala tutunmak ister, o da aynı şekilde bu şeyi iki eliyle kavramaktadır. pantolonunun üst kısmı indirilmiştir. tuttuğu şey de bir dal filan değil, iri, çıplak ve kalkmış bir penistir.
bu müstehcen manzara kadını şaşırtmaz, rahatsız etmez. sadece elleri elbisesinin üzerinde hareketsizleşir. yastığının üzerinde menekşelerin serpili olduğu yatağına sessizce yaklaşır. menekşeleri toplar, onları kayıtsız ve alaycı bir tavırla adamın eğilmiş başının altına, ellerinin ve kanla şişip koskoca olmuş erkekliğinin üzerine atar.
bunları ben anlattım, fowles'dan bana kalanları aktardım işte. kadının gözünde damlattığı sıvı dışında gözyaşları mı vardır artık. kimsenin görmediği.
bundan sonrası söylenmez. gerisi kitapta. büyücü'nün yaratığında.
ben kitabı chardin tablolarına bakar gibi okumuştum yıllar önce. özellikle The Silver Tureen. faydası oluyor, bir deneyin.
----------------------------------
Tekrar dünyaya ve at yarışlarına dönecek olursak;
(Bu fotoğrafları çekerken o kadar heyecanlıydım ki! Yarışın sonunu bekliyordum tabii. Burada jokeyler son koşuya hazırlanıyor, yazının başındaki fotoda da, benim atın on üç numara tarafından geçilişini kaydetmişim:))
(Herkes hayatında bir kez olsun at yarışı denen şeyi görmeli bence. Yazı uzamayacak olsa, Jacques Prévert'in harika şiirini yazardım buraya. Ama şimdilik birkaç dize yeter; "Ve at susuyordu, At yakınmıyordu, At kişnemiyordu, Oradaydı, Bekliyordu, Ve öylesine güzel, öylesine, Hüzünlü, gösterişsiz, Ve öylesine anlayışlıydı ki, Gözyaşlarını tutamıyordu hiç kimse."