Perşembe, Ekim 28, 2010

tanrım, tanrım, beni neden terkettin?*


"...tantalos'u gördüm, korkunç işkenceler çekerken: duruyordu bir gölün içinde, ayakta,
yüksele yüksele çıkıyordu su çenesine kadar,
ama içmek için davrandı mıydı, damlasını alamıyordu suyun,
ihtiyar adam eğiliyor, eğiliyor eğiliyordu,
su da çekiliyor, çekiliyor, yok oluyordu emen toprakta..."
                                                                          Homeros-Odysseia XI


My Son, My Son, What Have Ye Done, filminin tek derdi "insan". Sınırlı insan, yapamayan, bir türlü muktedir olmayan, olamayan insan. Bu dert öyle herkesin derdine de benzemiyor, kesif bir varoluş duygusuyla, gerçeküstü gerçeküstü salınıyor:) Kısaca şöyle filmin konusu; bir adam, ona çok düşkün annesiyle yaşar ve annesini öldürür. Bu kadar. Biraz açalım; filmin başında iki dedektifi cinayet mahalline ilerlerken görüyoruz (biri güzelim Willem Dafoe:)), onlar bir rehin olayına gittiklerini sanıyorlar, cinayet hemen sonra ortaya çıkıyor. Arabada tecrübeli olan polis, çaylak olana başından geçen "komik" bir olayı anlatıyor ve şöyle diyor; "gerçekte biz polislerin mi, yoksa suçluların mı daha kötü olduğundan emin olamıyorum." Öylesine bir film olsaydı takılmazdım bu cümleye, ama burada duruyorum, böyle ötelerden ötelerden nihilist-varoluşçu Beckett geliyor aklıma; eylemlerimiz boşuna, hayat anlamsız, beklenecek bir şey yok, zaten gelecek olan da yok, diyor. Filmin derdi bu. Her şey gri, soluk ve muğlak.

Dedektif olay yerini incelerken filmin kahramanı, annesini öldüren çocuk (çok çok güzel oynamış Michael Shannon, ama biz onu Bug filminden biliyoruz, insan üstü, über oyuncu:)) , kalabalığın arasından, elinde kahvesiyle, "zevk onlara, sefa onlara" diye geçiveriyor. Daha sonra defalarca duyacağımız bu kafiyeli kelimeler (razzle them, dazzle them, razzle dazzle them) Tantalos'un ziyafet sofrasıyla da ilgili (bence tabii), ona daha sonra geleceğim. Dedektifler rehineleri (bunların insan değil iki flamingo olduğunu sonra anlıyoruz!) kurtarmak için katilin nişanlısı ve oynadığı tiyatronun yönetmeniyle konuşuyor, bilgi almaya çalışıyorlar. Burada devreye katilin "delirmeden" önce oynayacağı tiyatro oyunu giriyor; Orestes. Orestes, mitolojide Agamemnon'la Klytaimestra'nın oğlu ve ünlü kompleksin sahibi. Babasını aldatıp, sevgilisiyle birlikte öldüren annesinden intikam alıyor, ablasıyla birlikte plan yapıp, annesini öldürüyor. Şimdi bana kalsa sabaha kadar anlatırım bu olayı, işim arkeoloji fakat biz filme dönelim. Kahramanımız bu tiyatro oyununda Orestes'i canlandırıyor ve ünlü kılıçla provalarda gerçek anlamda esip geçiyor:) Cinayet, Kabil'le başladı diye biliyoruz ama mitolojide Tantalos bize el sallıyor; tanrıları kandırıp öz oğlunu onlara yemek diye sunan, lanetli Tantalos! İşte bu zincirin bir halkası da Orestes oldu, bizim filmimizdeki çocuk annesini öldürmüş çok mu diye soruyorum ben de herkese? Orestes bütün insanlığın üzerindeki belayı kaldırmak için annesini öldürmek istiyor, adalet için. Fakat bir sorun var; annesini öldürürse lanetlenecek, öldürmezse yine lanetlenecek ve hatta tereddüt ederse iki kez lanetlenecektir! Kahramanımız da aynen bu durumda; yoga yapmak, dağ bayır dolaşmak, bütün bu çabalar boşuna, anlam diye bir şey yok. Dünyadaki herkes bir an dursa, aynı anda, tüm sesler kaybolsa, anlamın belki o zaman kulağına fısıldanacağını düşünüyor. Basket topunun atılma ya da durma anında değil, havadaki halinde.

Bence herkes İsa olabilir, tanrı hepimizin kulağına bir tehlikeyi fısıldayabilir, sorun orada değil. Sorun, bu fısıltıyı, sesi nasıl karşılıyoruz, ne yapıyoruz orada. Durabiliyor muyuz Beckett'ın kahramanları gibi öylesine? Lanete son vermek için eylemsizliği seçebiliyor muyuz?

Çok karmakarışık bir yazı oldu bu, çok düzensiz. Öyleyse, filmin sonunda, modern Orestes'in, bizim kahramanımızın dediği gibi şöyle yazalım; "Dedektif, senden bir ricam olacak. Raporuna iki şeyi dâhil etmeni istiyorum. Birincisi, flamingoları unut gitsin. Ben devekuşu görüyorum. Koşan devekuşları görüyorum. İkincisiyse...basket topumun başına ne geldiyse onu ekle."

İşte hayat bu kadar basit.       

Bu filmi izleyin, Herzog'un varoluş ve gerçeküstü sinemaya kafayı taktığını göreceksiniz. Hem bu takış sıkıcı da değil, komik, absürt ve eğlenceli. Oyuncular harika (Udo Kier bile var!), filmi sunan David Lynch (David efendi bu güzel filmin yapımcısı olmuş, ve belli etmiş rengini:)), görüntüler nefis, diyaloglar  zekice , e insan daha ne ister bir filmden? Belasını mı? Onu da zaten filmi seyredince buluyorsunuz, bir yerlerden bir ses gelip kulaklarınıza yerleşiyor; "oğlum, oğlum, ne yaptın sen!?" Ve hiç gitmiyor.

*Bendeki İncil'de bu ünlü yakarış, "Eli, Eli, lama sabaktani?" diye geçiyor. Çok bilinen hali ise, "eli, eli, lema şevaktani". İsa'nın çarmıha gerilmeden önce son sözleri Matta inciline göre bunlar. Ben filmin isminin de bir şekilde incil'de geçtiğini düşünüyordum, ama sanırım diğer haliyle karıştırmışım. Filmin İsa'nın bu sözlerinden ilham aldığı ortada. Ayrıca, filmin konusu tamamen özgün değil,  Mark Yavorsky diye bir master öğrencisinin (iyi ki bırakıyorum şu doktorayı, ne belaymış böyle!) annesini öldürmesinden yola çıkmış Herzog.

Werner Herzog, Lynch ile arkadaş olursa ne olur?

Ve gözlüklerimizi çıkarırsak cenneti görür müyüz?

6 yorum:

Clea dedi ki...

Bir film hakkında ne güzel bir yazı! Bu filmi birlikte izlemek vardı ama olsun, yine çok seyretmek istediğim Missing Person var sırada daha. Zaten 2 saatlik filmi aralarda konuşarak 4 saate çıkarmışlığımız vardır:)

Clea dedi ki...

Ha bir de, filmin ismine bayılıyorum:)

justine dedi ki...

Ben, The Missing Person filminden iyi kokular almıyorum hayatım, yoksa yoksa Michael Shannon var diye mi listede bu film!? Hah ha, öyleyse tamamdır, bana uyar canım:))

ck dedi ki...

Hem de nasıl bir kafaya takıştır Herzog'da gerçeküstü sinemasal tavır... O zaman ben de Aguirre, der Zorn Gottes (1972) öneriyorum efendim. En yakın zamanda da My Son, My Son...'ı izlemek, belki başka bir açıdan yaklaşan -karakter analizi olabilir mesela- bir yazı yazmak dileğiyle diyorum.

justine dedi ki...

Cüneyt, inanır mısın "Aguirre, der Zorn Gottes"(Aguirre, Tanrı'nın Gazabı, diye çevrilmişti değil mi? Sinema dergisinin bu filmle ilgili bir yazısını hatırlıyorum.), filmi uzun süredir tarafımdan izlenilmeyi bekliyor!:) Filmden çok, çekimler sırasında Herzog ve Kinski arasında yaşanan didişmeyi biliyorum sanırım. Hoş, Kinski'nin olduğu ortamda kimse suçlu olamaz ya, neyse:)) Uzun süre derken yılları kastediyorum! Sana da öyle olur mu, bir filmi izlemeyi çok istersin ve film elinde yoktur fakat ulaştığın zaman da bir türlü izleyemezsin. Sinir oluyorum kendime ama sırada çok çok çok film (kitaplardan bahsetmiyorum bile) var! Biri de "Fitzcarraldo" desem:)
My Son... yazını (Baby Jane... gibi zamanı belirsiz bir tarih olmasa keşke:)), merakla bekliyorum.

ck dedi ki...

Didişmeyi o kadar ileri boyuta getirmişki sonunda Herzog silah çekmiş Kinski'ye:) Ama ortaya da -evet- Aguirre, Tanrı'nın Gazabı diye o bunalımı/sıkıntıyı hissettirecek kadar baskın bir film çıkarmış... İzlenmeyi bekleyen filmler olmaz mı! Sendeki kadar uzun olmamakla birlikte aylardır beni bekleyen, yıllardır da "yeniden izlesem" diye bekleyen filmler var... Sen şimdi Fitzcarraldo dedin ya, onu da aklıma düşürdün. Onu da izlenecekler listesine alıyorum şimdi:) Bu aralar işler sıkı... Ama ilk fırsatta My Son ... izleyip muhtemelen karakter üzerine bir yazı yazacağım. Ama Baby Jane'i unutacağımı sanma;-) Hoşça kal.