Okuduğum en zor kitaptı!
Belki, her sevgili (e, göreli tabii:)) unutulur, yaşanılan olaylar, görülen yerler, yüzler, şu bu hepsi unutulur ama okunan en zor kitap unutulmaz! Onu okurken, dalıp dalıp gitmeler, beyni zorlamalar, ne anlatıyor bu adam (yazar mı deseydim, evet yine seksist oldu!) şimdi demeler, kaç sayfa kaldı bıraksam mı, diye düşünmeler unutulmaz. Odun Kesmek, romanını idefix listeme atmış, bekletip duruyordum. Thomas'ı Avusturya yıllarımdan bilirim, kapı komşumdu, hah ha, burası dalga tabii, kahve içtim, bugün keyfim yerinde:)) Bernhard'ı (daha resmi olsun), Bitik Adam kitabını çok çok çok merak edip, okuyamadığım (yine!) zamanlardan beri biliyordum. Odun Kesmek'le başlayıp, sonra devam ederim diye düşünmüştüm ve listeye atılmıştı öylece. Sonra aldım ve -sanırım- üç yıl önce onu okuma deneyimini yaşadım. Ama ne deneyim!
Kitaba Voltaire (canım Candide yazarı!) alıntısıyla başlıyor yazar; "İnsanları daha akıllı kılmayı beceremediğimden, onların uzağında kalarak mutlu oldum.", ki bunun anlamı var: Bernhard, insan sevmiyor, öfkeli bir yazar. Kitabın özgün adı da, "Holzfällen. Eine Erregung - Odun Kesmek: Bir Öfke, zaten. Berjer bir koltukta ("berjer!", bu önemli çünkü devamlı tekrarlıyor; "düşünüyordum berjer koltukta, diye düşündüm berjer koltukta, berjer koltukta!"), Avusturya sanat camiasını topa tutar anlatıcı. Burjuvaziyi küçümser, iğrenir, Viyana sanat çevresiyle dalga geçer ve tabii en başta kendisini eleştirir. Şimdi düşündüğümde kitabın bu kadar zor okunmasının nedeninin, Bernhard'ın yazım tarzı olduğunu sanıyorum. Bernhard, paragraflarını uzattıkça uzatıyor ve o keskin cümleler bitmek bilmiyor. Devamlı bir bilinç akışı! Sonsuzca düşünen, sinirli ve dağınık bir adam. O berjer koltukta rahat, düşünüyor ve anlatıyor oysa okuyucu kasılıyor, çünkü ne onun bilinç akışı takip edilmeye müsait ne de anlatım düzenli.
Güçlü bir karakter olmadığını kitap boyunca yineleyen anlatıcı, akşam yemeği davetini neden reddedemediğini de buna bağlıyor. O kadar içten ve tanıdık ki anlattıkları, aynı çevre, aynı burjuvazi, biraz önce söylediğim yazım tarzı da olmasa senden biri oluverecek koltuktaki. "Güçlü bir insan ve de aynı derecede güçlü bir karakter onların davetini reddederdi, ama ben ne güçlü bir insanım ne de güçlü bir karakter, ben hemen hemen bütün insanların eline kalmışım.", derken eğilip öpüvermek istiyorsunuz berjer koltukta deliren güçsüz adamı. "Ben de öyleyim Thomas, dert etme, burası başka bir ülke ama sanat camiası ve burjuva (var mı sahi?) aynı, çıkmayalım oturalım evimizde, bir de çay demlerim güzelce, sıcak sıcak içeriz", diyesiniz geliyor. Ben dedim valla:)
Tek başına kalmayı çok seviyor koltuktaki anlatıcımız; "Bende, yalnız bana bahşedilmiş gibi davranabilme yeteneği var, ne zaman istersem, berjer koltukta oturarak bu sanatı icra etmişimdir, tek başına kalmayı yani, nefis bir şey..." derken öyle sahici ki. İnanıyorsunuz.
Odun Kesmek, romanında Bernhard, toplumsal hayatı acımasızca eleştiriyor, düşünsel camiayı kanatıyor, aynı zamanda kendisi de kanıyor, genç yazarları komik buluyor, onların her şeyi komik bulmasını da komik buluyor! (buralarda öyle haklı ki), Wittgenstein okumaktan bahsediyor, güldürüyor, moda okumalara saydırıyor ve sonunda "...keşke gitmeseydim şu sanatsal akşam yemeği davetine, Gogol'ümü ya da Pascal'imi ya da Montaigne'imi okusaydım." diye düşünerek bitiriyor kitabı.
Ben, zorlu okuma tecrübeme, sarmal anlatım yapısının keyifsizliğine rağmen yine de sevdim, seviyorum Bernhard'ı. Derdimiz hep aynı çünkü; kalabalıkta ve dahi yalnızlıkta "huzursuz" olmak, hep huzursuz ve meseleli olmak. Şimdi, Bitik Adam okunmalı, sıraya alınmalı ve onlarca kitabın arasında sırasının gelmesini beklemeli. Bakalım.
Çok güzel gülüyor bence Bernhard, birileri ona bunu söylemeli:)
24 yorum:
ne tuhaftır, kendinde tanıyamadığı gülüşü Bernhard'ın yüzünde tanımak.
Adsız, bir de kim olduğunuzu bilsem, sorardım cümlenin tam ve uzun anlamını:)
kaç kişi kadına yüzünde tanıyamadığı bir gülüşü anlatmış ki, şimdi bana isim soruyor?
İsmini biliyorum; deli!
...ve Tanrı ona (Adem'e) şey(!)lerin isimlerini öğretti, deli!
vay efendim vay, neler dönmüş burada:)
Ararken Bernhard'ın bir sözünü ulaştım bu sayfaya... Aradığımı bulamadım ama "okuyan" birilerini gördüğüm için sevindim...
"Okuyan" birileri olarak sizi sevindirdiğim için, ne mutlu bana!:)
Aradığınızı da merak ettim şimdi, bahsettiğim kitap hakkında mıydı acaba?
Hoşçakalın.
Teşekkür ederim ilginize... Anladığım kadarıyla teknik işlerle (radyoloji teknisyeni ya da doktoru) uğraşıyorsunuz. Ben Cenap Şahabeddin'den sonra kültür, sanat ve edebiyatla uğraşan teknik (Fenciler ve matematikçiler de diyebiliriz buna)kişiler azaldı diye biliyordum. :)
Aslında aradığım Bernhard'ın okulla ilgili "kıyıcı" bir paragrafıydı. Bernhard filan derken sizin sayfaya ulaştım. İşin garip tarafı hangi kitabında olduğunu da hatırlamıyorum.
Diğer kitaplarını okudunuz mu bilmiyorum ama bulursanız öyle bir paragraf (ki gördüğünüz an hemen farkedersiniz kanaatimce) benim için yazarsınız diye ümit ediyorum.
Kitaplarımdan -ne yazık ki- uzunca bir süredir ayrıyım ve görünüşe göre de uzuuun bir süre daha ayrı kalacağım. Zavallıcıklar benden uzakta kolilerin içerisinde tozlanmakla meşguller...
Bloğunuza da şöyle bir göz attım ilgi alanıma giren şeylerle dolu. Okuma fırsatı bulduğumda bir şeyler yazarsam kızmazsınız umarım.
Hoşçakalın...
Sevgili Adsız,
lütfen lütfen lütfen bir isim yazın bana, mahlas ya da değil, adsız kadar soğuk olmasın yeter:) Sizi ayırayım, bunu önemsiyorum.
Ben Radyoloji teknisyeniyim ve işimden nefret ediyorum. Arkeoloji doktorası yapıyorum onu da bırakmayı -hâlâ-, düşünüyorum:p (Espriniz güzeldi bu arada, kaynamasın, çok güldüm:))
Bernhard'ın çoğu lafı kıyıcıdır, benden iyi bilirsiniz elbette. Fakat şimdi, Odun Kesmek kitabında olabilir diye düşünüyorum. Çok fazla konuşuyordu o "berjer" koltukta, ihtimal söylemiştir öyle bir laf:) Rastlarsam hemen yazarım tabii, yeter ki okuyayım, fakat sırada değil arkadaş!
Neden ayrısınız kitaplarınızdan, diye sorsam? Evet, çok meraklıyım, isterseniz cevap verin lütfen:)
Her zaman isterim buraya yazmanızı, okuduğumuz kitapların çakışmasını beklemeyin sakın. Ayrıca kızmak ne demek, çok sevinirim yazıyla konuşmamıza.
Sevgiler çok.
"Malumdur benim sühanım mahlas istemez" demeyi ne kadar isterdim büyük şair gibi ve şehrimizin nüktedanlarının onu fark etmesini...
Ne yazık ki ne onun kadar hoş yazabildiğim vardır ne de yazdığım. Yazarken kendimle, metinle bir sürü kavga ederim. Bir süre sonra eğer bir mecburiyet yoksa yazmam, bırakırım. Hele düşüncesine değer verdiğim birine bahsetmişsem yazdığım metni, korkarım karşılaşmaların birinde "Ne oldu yazı?" şeklinde bir soruya muhatap olacağım diye...
Kendime "Londoner" demeye karar verdim. Sebeplerinden biri aslında kitaplarımdan ayrı kalmamın da sebebi. 17 aydır Londra'da yaşıyorum ve iki katı kadar bir zaman daha burada yaşayacak gibiyim. Gene de ne olacağı bilinmez tabii ki. Şikayetçi miyim, değilim şimdilik. Ailemi, kitaplarımı, arkadaşlarımı, Ankara'yı özlüyor muyum, evet hem de çok. Ara ara kaçıp gidiyorum güzelim ülkeme... Diğeri ise "Dubliners"dan mülhem...
Kitapları sırayla okuyorsunuz demek. Sırada neler var ve sırayı neye göre belirliyorsunuz diye sorsam merakıma verirsiniz herhalde. :) Kafamda hep bir sıra vardı önceleri ama sırasına göre okuduğumu (akademik çalışmalarım hariç:) hiç hatırlamıyorum. Disiplinli okuyanlara da imrenerek baktığımı belirteyim.:)Ne kadar istesem de olmuyor ruh halime göre değişiyor okumalarım. Londra'da hele hiç olmuyor.
Hoşçakalın...
Sevgili Londoner,
hemen cevap yazmanız beni çok sevindirdi ilk önce bunu söylemeliyim. Yüzümde aptal bir gülümseme ile okudum yazınızı, sanırım Bernhard bizi tanıştırmakla kalmadı, anlaştırdı da:))
Demek Ankara'da yaşıyordun gitmeden? Londra ile benziyorlar aslında değil mi, boz, bulanık, insan, insan, çok fazla insan?:p Peki, doktora, master?
Biliyor musun, aslında kitapları hiçbir zaman sırayla okumam, asla! Sanırım yanlış anlama oldu, sırada değil derken, aklımda değil demek istemiştim. Ben kitapları sırayla, belirli bir düzenle okuyanlara çok şaşırıyorum ayrıca. Bir yazarın tüm külliyatını okumak filan, hiç bana göre değil. Ben canım ne istiyorsa onu okuyorum Londoner, elim hangi kitaba gittiyse:) Tabii benim de bazı kurallarım var; bestseller okumam kolay kolay, bazı yazarlara sinir olurum ve haliyle okumam, ha bir de psikolojik(!) kitapları sevmem:)) Nasıl başarılı olursunuz, secret, mutlu olmanın sırları, filan falan:p Kurguyu seviyorum ve sezgilerime güveniyorum. Bir de, ruh haline göre okuma fikrine sonuna kadar katılıyorum. Böyle yani:)
Sevgiler çok ve hoşça kalın olur mu?
Bernhard “anlaştır”dığını duysa herhalde öfkesinden kudururdu. Bense memnunum karşılaştırdığına da anlaştırdığına da kendi adıma.:) Okuma zevkimizin, hayata bakış açımızın neredeyse benzer olduğunu düşündüğüm arkadaşlarımla bile Bernhard konusunda ayrılığa düşmüştük Bernhard’ı keşfedip okuma derdine düştüğüm zamanlar.:)
Evet, ayazlığını ılıman iklimle değiştirmiş Ankara’da yaşıyordum. Soğuk beni çekiyor galiba ya da ben onu. Onca ayazını, karını, soğunu yedikten sonra ılımanlaşan Ankara’dan kalk, ılıman denilen Londra’da iki yıldır kar ve soğuktan başını alama… :)
Londra’da uzun süreli yaşama imkanı bulabildiniz mi bilmiyorum ama azıcık merkezden çıkarsanız (tren istasyonlarının yakınlarından da tabii ki) Londra’nın sessiz, dingin bir şehir olduğunu fark ediyorsunuz. Üç dakikalık mesafe zarfında müthiş bir kalabalıktan, keşmekeşten “Kimse yaşamıyor mu bu şehirde?” sorusunu sorduracak bir sessizliğine çıkabiliyorsunuz. En çok da bu yanını seviyorum herhalde. O kalabalıkların arasında kaybolmak bazen o kadar iyi geliyor ki… Ardından tekrar sessizliğe gömülmek…
Edebiyat öğrencisi/öğretmeniyim aslında. Londra’ya gelirken kaydını dondurduğum bir doktoram ve yazılmayı bekleyen bir tezim var. Çalışıyorum tezle ilgili ve bir iki yıla kadar bitiririm diye ümit ediyorum. Ama öğrenmeyi, öğrenciliği bitirmeye niyetim yok. :) Bitmek bilmeyen bir merak duygusu (aman nazar değmesin:)hep içimde. Seviyorum da kütüphane depolarında çalışmayı… Eski gazeteleri, dergileri taramayı, yeni bir şey bulunca içimde oluşan heyecanı…
Doktoranızı bırakmayı niçin düşünüyorsunuz ki, keyif vermiyor mu? Eğer keyif alıyorsanız her şeye rağmen bitirin, derim. Biraz haddimi aşmak gibi oldu ama dostça söylenmiş bir söz olduğuna emin olun.
Çok satarlardan oldum olası hazzetmedim. Bazı zamanlar acaba aralarında iyi olanlar vardır da ben ıskalıyor muyum endişesiyle alıp sabrımın yettiği yere kadar okuduklarım olmuyor değil. Ama çoğunluğu sükut-u hayalle bitiyor. Kişisel gelişim kitaplarını ise yaşasaydı Bernhard’a havale ederdim.:)
Sezgilere güvenmek en iyisidir, hayatta da kitapta da…
Hoşçakalın…
Nota bene: Bu yazının aslı dün gece yazılmıştı ama dilinden az çok anladığımı sandığım bilgisayar denen makine yollamamak için direndi ve sonunda yazıyı yuttu. Aklımda kalanlar da ancak bu kadar. Daha değinmeyi düşündüğüm şeyler de vardı ama çok uzadı yazı. Bir ara eskimelerine aldırmadan yazarım herhalde.
Sevgili Londoner,
çok çok eski, çok sevdiğim ve öyle özlediğim, eski bir dost mektubu almış gibi okudum yazını. (Bir önceki yazıda "sen", "siz" karar verememişim sanki, dalmışım:))
Burası şimdi batıyor bana, çok yorgun, uykusuzum. Nöbet sabah bitecek, bu yorgunlukla araba kullanmak zorundayım, ki ben zaten "leyla" bir tipim, düşün!:) Biraz uzanacağım, uyuyamam çünkü benim bölümüm başladı. Çalışma zamanlarımda uyuyamıyorum, bin yıldır böyle bu. Elimdeki kitap bitmeli artık, onu okurum, düşünürüm belki.
Yarın, elimde mis gibi sıcak çay varken, rahat koltuğumda (berjer değil, korkma!:p) yazmak istiyorum sana. Güzelim yazının cevabını geçiştiremem çünkü.
Sevgiler çok.
Sevgili Londoner,
bugün sana yazmak için sayfayı açıp açıp kapadım. Yazamadım. Söz verdiğim gibi olmalıydı her şey, ben de çay demledim:)
Bernhard, bizi anlaştırdığı için değil, kendisi bizimle anlaşırsa öfkelenirdi diye düşünüyorum ben. Bilirsin, huysuzluğu kendisinedir onun:)Biraz önce Odun Kesmek kitabına tekrar baktım, hem okulla ilgili paragrafı sana bulmak için hem de onun sert dilini, ironisini özlediğimden. Çoğu yerini unutmuşum, takıldım, okudum biraz. Sonra titredim ve kendime geldim, mektup bekliyor!:) Yine de benim suçum değil biliyor musun bu kendine dönmeler, hep oturulan koltuğun suçu, ne yapayım?:p Okulla ilgili düşüncelerini hatırlamadığım gibi bu bakışımda da bulamadım, yazarın paragraf diye bir derdi olmadığı için aramak çok zor. Seri ve kesintisiz bir anlatım, ne diyelim; tanrı bizi Bernhard’ın dilinden korusun!:)
Bernhard, "Londra bana hep mutluluk verdi" diyor, duymuş muydun bunu? Ne güzel anlatmışsın sen de, şimdi yaşadığın kentin -ki o kent çok çok kalabalıktır aslında-, dinginliğini ve bunun sana verdiği huzuru. Dün gece seni okurken, tuhaf bir hisle şehrine girdim ve sanki yine tarif ettiğin şekilde kentten çıktım, biraz hızlı yürüdüm (hep böyle yaparım ben:)), illaki tren istasyonunun yanından geçtim. Çok severim ben tren garlarını, tamam biraz kederle karışık bir duygu bu (Ah, Anna!) fakat çok yoğun, beni yaşatıyor. Yürüyüşlerine imrendim, ne güzel.
Merak duygusunun ne olduğunu, nasıl güzel bir doygunluk hissi verdiğini anlarım. Deli bir merak içindeyim kendimi bildim bileli. Gece öylesine, sıradan bir şey için bile yatağımdan kalkıp bakınırım ben. Her şeyi ama her şeyi merak ederim, kedi neyden ölmüştü sahi?:p Kütüphaneler için harika bir kenttesin değil mi? Bak yine özeniyorum sana:)
Doktora ve keyif. Ne zor bunları anlatması Londoner, belki benim duygularımın aynısını yaşamasan da, içindesin böyle bir sürecin, öyleyse bilmez misin? Kendimi bildim bileli çalışıyorum, dedim ya işimi de sevmiyorum üstelik. Sevenleri de anlamam ya, neyse geçelim şimdi. Arkeoloji benim nefes almamı sağlıyordu, yaşadığımı hissediyordum. Sonra plan aşamasına gelindi tabii. Düşünsene, sadece zevk için akademik kariyer yapılır mı? Ben yapmam özetle. Onu yapacağıma gider sevdiğim kitapları okur, güzel filmler seyreder “başka başka şeyler” yaparım, bilimsel yazı yazmaktan daha keyifli onlarca şey var, zor olmaz bulması. Hem o ortamı da sevmiyorum ben, hırs içinde tek dertleri kendi konuları olmuş insanlar. Korku filmi gibi. Benim bir arkadaşım (doktoradan) arkeoloji dışında hiç ama hiç kitap okumadığını söylemişti biliyor musun?! Ağzım açık kalmıştı. Bırak kitabı, film seyretmiyordu aklı tezinde olduğu için. Tatile gidip bomboş kafayla yüzmüyor bile. Ben yüzerken kendimi ve her şeyi unuturum, aksi mümkün müdür? Bak, yine dağıtıyorum:) Sürekli bir vicdan azabı ile yaşamak, tezim, benim tezim, geçen zaman, makaleler, hocalar, onların kaprisleri. Gerçekten bilmiyorum. Her nöbette düşünüyorum üstelik, ben ne yapıyorum diye? Bunu neden çekiyorum, bu ortamdan neden kurtulmuyorum şu tezi bitirip? Ya bunca yılın emeği? Şimdi bırakırsam aynı rutine nasıl devam edeceğim, yazdığım onca seminer, yeterlilik sınavı, yazılar, yazılar. Keyif işini çoktan geçtim ben, anlıyor musun? Bir çıkış noktası arıyordum onu bile bıraktım. Seyrediyorum şimdi. Dediğim gibi, biraz önce yazdığım sorular ara ara aklıma geliyor, geçiştiriyorum. Sonra, sonra, sonra düşünülecek. Öyle olmalı.
Lütfen, haddimi aşıyorum filan diye düşünme. Lütfen. Biliyorum aslında demek istediğini, verilen emeği anlıyorsun. Sağol. Sezgilerime güveniyorum şimdi ve beni yarı yolda bırakmayacaklarına eminim:)
Kafam çok dolu. Çay çoktan soğudu, daldım gittim konuşmaya. Söylemiştim, eski bir dostla hiç soluklanmadan konuşmak gibi oldu bu. Her şeyi anlatamıyorum ama anlaşıldığımı düşündüğümden içim huzurlu.
Bazen biraz hırslı olsaydım diyorum. Gülme sakın, öyle:) Birazcık hırs, o zaman belki böyle bir bölünme, kafa karışıklığı yaşamazdım. Ama ben “başarı” denilen şeyden anlamam. Sadece ve sadece gri bir kentte, tren istasyonlarının yanındaki tenha sokakta yapılan sessiz bir yürüyüşe imrenirim. O dinginliği özler ve keşke derim. O kadar.
Her şey karıştı birbirine, daha farklı olmalıydı bu mektup, ama alık bir hâldeyim şimdi. Nöbet sonrası sendromuna ver, ne olur:p Saat kaç olmuş, biraz şarap koyayım kendime, toparlarım. Gülüp geçerim kesin. Ben kendimi bilirim:)
Sevgiler çok. Sıkıldığında gel, ben buradayım.
Çayı çok severim biliyor musun? (Bu arada “sen, siz” meselesini kendiliğinden (aslında senin çabanla) hallettiğimize sevindim. Ben biraz “yabani”yim herhalde. Yanıma çok insan yaklaştırmadığımdan(!) “siz” diyerek mesafe koyarım çoğunlukla. Ama sıcak kanlı(!) olanları benim bu soğukluğumu “sen” diyerek aşıverdik sanarlar. Ama sana “siz” deyişim “yabani”liğimden değildi. İlk seferinde attım o duyguyu ( Sağolsun sezgilerim :) Muhtemel bir rahatsızlık oluşturmadan kaçma duygusu. Neyse aştı(m)k.:)
Gelelim çay meselesine. Çok küçük yaşımdan beri çok çok fazla çay içtim, içiyorum. “Teneke mi var boğazında ?” sorusu çalıştığım sıralarda çay içişime hayran(!) olanlar tarafından sıkça yöneltilen bir sorudur. Aslında yavaş içmeyi severim ama hiç yavaş içemem. Tabii ki demleme çay severim ve Londra’ya geldiğim ilk zamanlarda hani nerede Türk çayı, çaydanlık nerede diye dolanırken içmek zorunda kaldığım şeye çay diyemeyeceğim. Bir de demliğin hepsini bitirmeden iç dinginliğime ulaşamama huyum var ki hiç sorma.:)
Akademik kariyer konusundaki tüm sıkıntılarını anlıyorum emin ol. Çalışma faslı, şusu busu tamam da şu hoca kaprisi öldürüyor insanı. Master’ım yıllarca sürdü. Öyle bir danışmanım olmasaydı bitiremezdim de belki. An oldu her şeyden bıkmış vaziyette aylarca yanına uğramadım. Döndüğümde sanki daha dün yanındaymışım gibi davranıyordu, en ufak bir imada bile bulunmuyordu. Ki akademik açıdan çok titiz, ayrıntıcı, olabilecek her ihtimale göz ardı edilmeksizin bakılmasını arzu eden bir kişiliğe sahipti. An oldu haftalarca Milli Kütüphane’nin kocaman depolarını oradaki görevliyle açtım, kapadım. Orada bulamadıysam Tarih Kurumu Kütüphanesi’ne daldım. Olmadı Dil Kurumu’nun, Meclis’in, Beyazıt Kütüphanesi’nin, Atatürk Kitaplığı’nın tozunu yuttum. Hatta Hakkı Tarık Us Kitaplığı’nı bir arayışım var ki üzerine afiyet. Bu kütüphanelerin kaprisli memurlarıyla uğraşmak da cabası. Öyle memurlar vardı ki her gün lanet okutturuyorlardı bana. (Bernhard’ı böyle zamanlarımda mı sevdim acaba?:) Ama dediğim gibi bu kuru kuruya bir akademik kariyer endişesi olmadı benim için genel olarak. Seviyordum yaptığımı ve o günlük sıkıntılardan kurtulunca öğrendiğim, hissettiğim şeylerin sevinci kaplıyordu içimi. Keyif almak derken bunu kastediyordum. Bir de edebiyatla her şeyin ilgisini kurduğumdan ne okusam, öğrensem keyifleniyordum. Eh meraklı da olunca insan, tadından yenmez oluyordu. Bu aşkı duymasaydım içimde emin ol yapamazdım. Burası senin de dediğin gibi bir çıkış noktasıydı aynı zamanda benim için, nefes alma alanıydı. Etrafım doluydu dediğin türden insanlarla hem de ileri düzeyde cahil olanlarıyla. Hayatla ilgili, insanla ilgili olan her şeyin edebiyatla da ilgili olduğuna inandım hep. Ve ayırmadım edebiyatı bölümlere. Zor bir durum bu fakat başka türlüsü olamaz ki. Dediğim gibi şansım danışmanımdı master’da. Doktorada hele yeterlilik günü çektiğim kaprisi, sıkıntıyı şu an hatırladım da boğuldum yeniden. Doktorada da ilk danışmanım kadar değil ama yine de kafa dengi bir danışman buldum kendime. Beni sıkmayan, bunaltmayan, master danışmanım da zaten kürkçü dükkanım.
Kafanı şişirdim kendimden bu kadar bahsederek. Demem odur ki neyse anlamışsındır zaten…
Kendimi çok didakt hissettim, kötü bir şey… Silmeye de kıyamadım yazdıklarımı, bu konuya bir daha girmemek en iyisi…
Sezgiler en iyisini bilir.
Bahçede bir kuş ötüyor geceleri.
Ne kuşu bilmiyorum ama cıvıl cıvıl...
Hadi gel yürüyelim, ben çıkıyorum dışarı…
Dışarıda konuşuyoruz şimdi değil mi, yürürken, soğukta?:)
Ben bu gece şarap içemedim, birayla yetinmek zorunda kaldım. Sezgi konusuna takıldım bir de. İnsanın kendisini "oldurmasına". Sonra şaşırdım senin de çok uzaklardan aynı konuyu "sezmene"!
"Sezgiler en iyisini bilir" demişsin. İnanıyorum, sezgi şüphe götürmez.
Baksana;
http://endiseliperi.blogspot.com/2011/02/olmak.html
Konuşup duruyoruz işte, bize laf olsun ve birbirimize ne kadar çok güveniyoruz, bu güzel, rahatlatıcı:)
Biraz üşüdüm ben şimdi, dönelim mi? Belki çay koyarız, mis gibi:)
Sevgiler çok.
Yürümek, evet.
Hacivat hoşgeldin.
Seyrettiğimiz filmler hep aynı, böylelikle, yürürken konuşabiliriz de.
Ve söylemeden geçemem, Caché filminden kısacık bile olsa bahsettiğinde çok mutlu olmuştum. Diğer bilinen filmlerinin arasında farklı bir yerde durur o film. Ben çok önemserim.
Haneke sineması benim için önemli bir yerde durur gün geçtikçe bütün filmlerinden söz etmiş olurum
Güzel, keyifle(!) okuyacağım öyleyse.
p.s.: Haneke sineması ve keyif, şaka gibi.
kendime saklıyordum ama bu konuşmadan sonra 17 dakikalık bir sekansı ile The Seventh Continent'i tanıtmayı uygun buldum.
Senin taraftayım o zaman. Orada görüşürüz.
Yorum Gönder