"...
-Vişne reçeli ister misin? Vardır burada. Anımsar mısın, küçükken vişne reçelini ne çok severdin?
-Ah, unutmadın mı bunu? Reçel de getirsinler bakalım, şimdi de seviyorum reçeli.
İvan çıngırağın ipini çekti. Gelen garsona, balık çorbası, çay, reçel getirmesini söyledi.
-Hiçbir şeyi unutmadım ben Alyoşa..."
Vişne reçeli ne güzeldir. İvan'ın unutmayacağı kadar, kardeşleri uzun bir konuşmaya hazırlayacak kadar güzeldir. Ekşili tadı, ağızda hoş bir sürpriz gibi diri meyvesi, baştan çıkarıcı rengiyle muhteşemdir. İvan'ı, bu konuşmayı okuduğumda sevmeye başlamıştım, sonrası geldi tabii, gelmemesi imkansızdı. Vişne reçeli, İvan'la aramızdaki şifredir, onu sevmemin şifresi. O unutmadığı gibi ben de unutmam, kardeşliği, reçelin tadını ve İvan'ın insanlığını. İvan kibirli değildir.
Bazarov kibirliydi. Babalar ve Oğullar'ı okurken hem ilginç buluyordum onu hem de kibri beni üzüyordu. Korktuğum, beni utandıran, uzak tutan bir şey kibir. En büyük günah, öyle derim hep ben, bırakın din kitaplarını şimdi. Öyledir, buna inanıyorum.
Bazarov'un hasta olması babasını çok üzüyordu, oğlunun günden güne erimesi karşısında hiçbir şey yapamıyor, soruyordu;
"-Neden yemiyorsun, Yevgeniy? Yemek güzel olmuş bence.
-Acıkmadım, ondan yemiyorum.
-İştahın mı yok? Peki başın, ağrıyor mu?
-Evet ağrıyor. Neden ağrımasın?"
Bu konuşmayı hiç unutmadım, her başım ağrıdığında, bana başın ağrıyor mu diye her sorduklarında aklıma Bazarov'un komik, ironik ve "yılan" diliyle verdiği cevap geldi. Nihilistlerin piri, sevgili Bazarov, unut aşık olmanın basitliğini, zavallı köylülerin aczini filan, senin en büyük günahın boyundan büyük kibrindi.
(Niobe kibri yüzünden tanrılar tarafından cezalandırılır. Yine de acıdım kadına, çocukları ölüyor, kolay mı?)
(Anicet Charles Gabriel Lemonnier/Apollo and Artemis Attacking Niobe and her Children)
Uzak, karanlık, anlamsız, bol kahkaha ve bol gözyaşı dolu gençlik yılları, hümanizm diye bir şey varsa eğer, bulaşıcı bir hastalıksa bir de, kuluçka dönemini o yıllarda sürer. Bir zamanlar defterleri dolduruyordum insancıllığımla, insan ne çok önemliydi benim için, kaçarak gittiğim tiyatro oyunu, gece dolapta saklanacak kadar sarsıcıydı. Gorki'ye ayıp olmasın ama nasıl gaza getiren bir kitaptır "Ana". :) Neyse, şimdi, her şey saçmaydı, ah ne anlamsız yıllar filan demeyeceğim, denir mi hiç öyle?:p Sadece insan her yönüyle, her şekilde sevilmez bunu biliyorum artık. (bkz; Cassius, oradaki mesele farklıdır.) Kibirli insan sevmem ben. Bazen konuşurken zorlanırım, soğuk durduğum olmuştur, baktığım, anlamaya çalışırken yaban sanıldığım, ama kibirli olmadım hiç. Kibirin sesi, duruşu, havası bellidir, kokusunu alırım, midemi bulandıran, içimi acıtan canımı sıkan, bir şeydir. Güçsüz bırakır beni, üzer. Tanrıya karşı işlenen ilk günahın sahibi, şeytanın sıfatının kibir olduğundan ise gerçekten emin değilim. Orada karışan bir durum var, tekrar yargılanmalı. Kibirden daha çok, yalnız bırakıldığı bilinmeli. Hoş bana ne değil mi?:) Yarın nöbet var zaten, yine tam gün, umrumda mı şeytan ya da melek! Geçelim.
Rüya, geldi bu hafta. Bir avuç olan "küçücük" aile bir kişilik daha büyüdü:) Lily, en sonunda arkadaşına kavuştu, umarım sağlıklı büyür ve çok çok mutlu olur. Hoş geldin Rüya ve yay burcu oldun şekerim, n'aber? Hah ha, bizim ailede herkes ne çok severmiş benim burcumu ona göre ayarlıyorlar bebeklerinin doğum tarihini, kibir yapsam mı ne?:p
Kocaman bir hafta farenjit saçmalığıyla geçti. Nefret ettiğim, başımın belası bir hastalık bu. Sigarayı yıllar önce bıraksam, soğuk kasabalardan en sıcak (güya!) yerlere taşınsam bile bırakmıyor peşimi! Boğazım yanıyor, yutkunamıyorum, bunları bırakalım en kötüsü çayı limonlu içmek zorunda kalıyorum! Soğuklar geldi, bol bol vitamin alın ve farenjit olmayın, size bu saatte verebileceğim tek tavsiye budur.
A, bir de İzmir'e kar yağdı, olması gerektiği gibi değil tabii, sulu sepken!
(Bu yazıyı yazacağım diye oturduğumda yukarıya eklediğim güzel şarkıyı dinliyor, ve Giacometti'yi ne kadar çok sevdiğimi düşünüyordum. Şimdi şarkının ne olduğunu bile unuttum, ayrıca heykeltraştan da hiç bahsetmedim! Ciddi ciddi alık, bunak bir şey oluyorum ben, sonum çok kötü.)
9 yorum:
justine, nihayet! çok merak ettim seni. geçmiş olsun. ben bu faranjit, bronşit filan farklarını hiç bilmiyorum. arçil'e grip aşısı yaptırırdım, bu yıl yaptırmadım. benim boğazım da ağrır, ama ağlayınca. ağlayınca, hasta, çirkin, yoksun, bir hiç olurum sanki, boğazım da ağrır.
özlemişim seni, neşeni. ivan'la alyoşa'nın o sahnesini hatırlıyorum ama vişne reçelini unutmuşum. oysa en sevdiğim reçeldir. ivan'ı seviyorum ama onu biraz kibirli buluyorum. kibrin de çeşitleri var. benim kibrim de ivan'ınkine benzer. eskiden çok kibirliydim. çok terbiye ettim kendimi. insan olmak çok zor, biliyorsun.
şimdi çok yorgunum. soğuk mutfakta yemekler yaptım. sıcak odaya gelince, sana baktım her zaman ki gibi. çünkü yemek yaparken seni düşünüyordum, iyi misin, diye.
rüya, lilişka'nın kardeşi mi? ne güzel! bu yıl rüya ismi çok moda sanırım. bir site arkadaşım da kızına rüya ismini koydu. ben de geçenlerde yürüken kızım olsa rüya koyar mıyım diye adını düşündüm. çok nefis bir isim. hem yay burcu, şahane.
justine tekrar çok geçmiş olsun. öpüyorum çok.
sevgiler.
Peri,
canım. Bugün tuhaf bir gün, ilk önce soğuk, mesafeli, sonra hüzünlü. Hastanedeyim yine, uzun bir nöbeti, yoğun ama çok yoğun bir şekilde yarıladık. Üç kişiyiz tüm radyolojiye bakan, yorulduk. Soğuğu biliyorsun, hepimizin içi üşüyor. Sabah eldivenlerimi ve beremi bile çıkarmadan araba kullandım, aynaları zor görüyordum, buz gibi İzmir!
Mesafesi, kafamda. Durmadan konuşuyorum kendimle. Bir ses fısıldıyor, beynime ama, kulağıma değil. Bekle, daha sana hüznü anlatacağım.
Tomo'ya geçeyim daha rahat yazarım.
Evet sanırım bu gece sana yazarım ben, çocuklar hastalanmayı bırakırsa tabii.
Şimdilik hoşçakal.
canım,
justine soğuğu biliyorum. bu evde öyle. taa arçil'in küçük odasına kadar savrulduk, ki bu ev kaç metrekare desem şaşarsın 8tam bilmiyorum aslında. ama çok büyük işte). bu odanın kaloriferini sonuna kadar açıyorum, üstüne elektrikli soba... üstümde kat kat giysiler ve mesela iki çift çorap var ayağımda. eh işte durulabiliyor böylece. özel olarak soğuk bu ev. bir ceset saklamak icab etse, yaza kadar çekincesiz saklanır. ıyk!
şu adana, izmir, antalya sıcak şehirler derler ya, sinir oluyorum. yahu kışın dondurur bu şehirler, öyle böyle değil. ben kalemi hala bozuk tutarım mesela. neden? çünkü yazmayı ilk öğrendiğim birinci sınıfın kışında ben donuyordum, elim tutmazdı.
o mesafe şeysinden bende de var bugün. talih bitti, yazmam gerek. aklımda yazacağım her şey, ama dillendiremiyorum, bugün sözcüklerle çok mesafeli, szili bizli bir ilişkimiz var. bir cümle kuruyorum mesela, diyor ki bana, "sana göre tabii!" "ee tabii bana göre," diyorum, yani her sözcük bir hakikat talebinde bulunursa, işimiz var.
hmm.. hüzün... o konuya girmeyeyim, girersem çıkamıyorum, ona bulanıyorum. hiç yüz vermiyorum ona. sen de verme. bazı bünyelerle hemen reaksiyona girmeye çok hazır ve sonucu kesin yabancılaşma, anlamsızlık... kenine acımaya kadar girer, sana diyeyim. tabii ne de olsa organik bir sözcük ve karbon iskeletli, yanan oksijen, havasızlık, boğuntu... yapma!
fena değil, ben talih'i yazmaya hazır hissediyorum sanki şimdi;)
sevgiler çok. kolay gelsin.
kitabı okurken herkes farklı bir şeye takılır, bir sahne, bir kelime. vişne reçeli de böyle işte. iyi olacaksın canım, geçecek tüm ağrıların ve hasta hasta yazmışsın ama ne güzel bir yazı:)
Hey Peri,
sıcak battaniyenin altında -muhakkak yün, öyle olmalı-, sıcak çayınla oturuyor, Talih'i yazıyorsun şimdi. Ben öyle kurdum, çünkü biraz önce bir örümceğin canını bağışladım, film basarken, cr klavyesinin üzerinde birden karşıma çıktı ve ben affettim onu. Bugüne bugün tanrı gibi bir şeyim yani, onun için kurgu benim olmalı bu gece, hoş gör:p
Bir örümceğin canını bağışlıyorum, onkoloji servisinde filmini çektiğim çocuğa kıyamıyorum, adı eyüp hem, eyüp peygamber sabrını düşünüyor bir de soruyorum kadına, sabredecek tabii oğlun diyorum gülümseyerek, yazgısı bu. Anlamıyor, buraya gelenler çok fakir Peri, fakir, bununla beraber zavallı (öyle, sakın aksini düşünme) hastalar. Anlamadan gülüyorlar, ya da çok kızgınlar, arası yok. Arası olmaz zaten her şeyi kabullenmenin. Gülersin, bağırırsın, o kadar.
Ben bunları neden anlattım sana? Dur toparlayacağım kafamı, hah, insan ne kötü gibi bir şey demişti bir gün annem, çok gülmüştüm. Bunu insanoğlunun kötülüğünü filan anlatmak için dememişti üstelik, bir gün oradasın bir gün başka bir yerde, savrulup duruyorsun filan diye düşünmüştü sanırım. Ama ben oradan alacağımı aldım, insan çok kötü Peri. En acımasız olandan, bir örümceğe acımaya kadar gidip gidip geliyor. İvan bunu biliyordu. İvan'ın kibri dediğin şey, hani sende de olan, bende de olduğunu düşündüğüm, tanrının sesini duyduğu sanrısıydı. Ben hep öyle dolanırım etrafta, ben bunca şeyi düşünürken o bunu umursamıyor olamaz!
İstersen cevap yazma bu gece bana, yorgunsan, film izlemek istersen, hele hele Talih'i yazıyorsan, ama ben sana yazacağım. Kesik kesik olmuyor böyle, derdimi anlatmalıyım sana. Ben "kader ağacı" değilim a!, susamam:)
Ah Polişim, canım Polişkam,
senden bu sözleri duydum ya, bu gece ölsem de gam yemem! Umut vadediyor bir yengeç! Hah ha, seni seviyorum şekerim, geçecek tabii, en kötü günümüz kesinlikle bu değil ve sen bunu en iyi bilensin.
Sarıldım, çok çok çok ama!
talih'i yazmadım justine. evet. üstelik battaniye altında yazacak gibi değil hiç o mesele. othello okudum biraz. çünkü talih'i öyle yazabileceğim. bir keyifsizlik var. yorgunum bugün işten güçten. oysa talih'i yazmak istemiştim bugün.
oturduğum ev çok güzel ama çevre halkı çok yoksul. gittiğim markette çocuklar oluyor, işte sakız, şeker almak için avuçlarındaki paraya bakıyorlar, kaş çatıp düşünüyorlar, hangisini alalım diye. ben alayım sana, diyorum, ne istiyorsun? asla izin vermiyorlar. asla! öyle gururlular ki. bana kendimi vicdanının gözünü boyamak için böyle ucuz iyilikler yapan biri gibi hissettiriyorlar. yahu, ben de yoksulum, aynı sınıftanız, diye söyleniyorum, cingöz market sahibi gülüyor. onlar hepsi aynı kültürden, ben yabancıyım ve sanırım beni biraz salak görüyorlar.
canım, öpüyorum çok. dikkat et kendine, çayı limonlu iç canım, fena da olmuyor, aaa!
Peri,
yarın devam edeceğim seninle konuşmaya, ya da sonra, gün verip de, yalancı çıkmayalım değil mi?
Birazdan benim bölümüm bitecek. Gece üçe bölüyoruz nöbeti ve bir buçuk saat sonra kurtuluyorum! Gözlerim yanıyor, başım ağrıyor ve yorgunum. Çok!
Şimdi kısa kısa ilk yazında sorduğun şeyleri söyleyeyim. Hüzün, kibir, şu, bu hepsi ıvır zıvır şeyler, asıl önemli olan şunlar tabii;
Rüya, Lily'nin kardeşi değil canım, abimin (aramızda bir yaş var zaten ve biz kardeşler hep böyleyiz, sıra sıra:)) kızı. İlk bebekleri ve ailenin de ikinci bebeği. Rüya ismini çok fazla duymuyoruz diye sevinmiştik, demek oralarda popüler. Burada daha çok derin, duru, yaman, doruk (aslında bu isimler tüm ülkenin histerisi:)), hastaneye gelenler ise, muhammed (açık ara önde), tayyip ve recep (son yıllarda çok beğeniliyor), esma nur, sena nur, gibi nurlu pekiştirmeli isimler çok gözde:) Cümle saçma olduysa kusura bakma tekrar okuyamayacağım şimdi:)
İşte, biz Deniz ve Rüya'yı düşünmüştük sonra ikisi de olsun dedik. Daha çok Polişka'nın aklına geldi, Rüya ismi. Orhan Pamuk'un Rüya'sından sonra bizim de bir rüyamız olur filan demiştik ama geç kalmışız sanırım:p
Bebek zor iş. Ben, neyse konuşmayacağım şimdi bu konuda, sonra konuşuruz. Sen İzmir'e gelirsen bir duruşma için, geyik malzemesi olsun, laflarız bir güzel:p
Soğuk mutfakta sıcak yemek yapmaya çalışmak, iyi bilirim bunu. Senin bir zaman yazdığın "bizim evin özel bir soğutma tertibatı var sanırım" lafına çok gülmüştüm. Buz gibi benim ev de! Güzelim manzaraya (o manzaraya kandık) bakarak donuyoruz!
Othello okuman nasıl bir tesadüf! Tamam bu konulara girmeyeceğim şimdi, gözlerim acıyor, uykusuzluktan. Ama ben kibir hakkında yazarken aklımın bir köşesinde Othello hep vardı. O kibirli bir adam Peri. Koru kendini!:)
Sarıldım, çok.
araya giriyorum bayanlar ama söyleme ihtiyacı hissettim. o "Othello" denen adamı hiç sevmedim, sevemedim. bir de kibir demişken -haklı veya haksız- Hamlet de az kibirli değildir hani!
Yorum Gönder