Perşembe, Kasım 04, 2010

arkeoloji orada dursun, biz öykü okuyalım

(Evet, Troia'ya yüzümü dönmem gerek!)

 
Kasım oldu bile! Ne kadar hızlı geçiyor bu yıl, karar vermem gerektiği zamanlar hep böyle olur. Beklerken, gözümü saate dikmişken, yavaş. Bu ay raporu hazırlamam gerekti, ya da vazgeçmem. İkisine de hazır değilim, bütün karar vermelerden nefret ediyorum. O zaman, bir öykü okumalı, en güzelinden;

Salinger, çoğunlukla Çavdar Tarlasında Çocuklar romanıyla tanınır. Canımın içi, bir tanem Holden Caulfield'in macera bile olmayan avare dolaşmalarını anlatır roman. Müthiştir, inceliği, nihilistliği ve korkutan sezgisiyle. Diğer isim Gönülçelen, kitap Fransızca'dan çevirmen Adnan Benk tarafından dilimize çevrildiği için koyulmuş. Bence fena değil, bahsederken hep Çavdar Tarlası....'ı tercih etsem de, Gönülçelen sakil durmuyor. Ben kitabı Coşkun Yerli çevirisiyle okumuştum, ve dili çok güzeldi. Çeviri her zaman önemlidir fakat bazen çok çok önemli oluyor. Karakterler düz konuşuyorsa, yerel konuşmalar yoksa ya da karakterin dili kendine özgü değilse çeviri pek rahatsız etmiyor. Ama bazı kitaplarda çeviri yaşamsal önem taşır. Şimdi aklıma Alıklar Birliği geliyor, bayıldığım bir kitaptır ama Püren Özgören'in muhteşem çevirisi olmasa kitap bütün güzelliğini ve -tabii- komikliğini yitirir, berbat bir okuma deneyimi yaşayabilirdim. Burada da Holden'in "nevi şahsına münhasır" dili, Yerli tarafından korunmuş ve temiz bir çeviri olmuş. W. Benjamin boşuna, özgün metin ile çeviri arasındaki ilişkiyi doğal ve hatta yaşamsal bir ilişki olarak betimlememiş:) İlgilenenler için bkz; Walter Benjamin, "The Task of the Translator" (1968) (Bir türlü tez belasından kurtulamıyorum, dip not, referans filan. mesleki deformasyon!)


Ben aslında bir öyküden bahsetmek istiyorum (Çavdar Tarlası... başka zamanın konusu), Salinger'ın Dokuz Öykü kitabının ilk hikayesi, Muz Balığı İçin Mükemmel Bir Gün'den. Salinger basit hikayeleri, sıradan durumları, öyle bir anlatır ki, yaşanılan her neyse, "bir silah gibi" sert ses verir. Vurucu, acıtıcı, ve mutlaka çok derinlerden kalbimize dokunan. Muz Balığı...'nde bir çift var, çiftin erkek olanı Salinger okuyanların yakından tanıdığı Glass ailesinin en büyük çocuğu, Seymour Glass. Yine yazarı ve yarattığı karakterleri tanıyanlar bu ailenin çocuklarının nasıl zeki, akıllı ve her şeyin çok "farkında" olduklarını iyi bilirler. Hikayenin sonuna hazırlamışlardır kendilerini, hissederler.
(Öyküyü okumayanlar için bundan sonrası spoiler olabilir, şimdiden uyarayım.) Seymour "sıradan ve hoş" karısıyla balayındadır ve ona yeni bir isim takmıştır; "1948 Ruhanî Başıboşlar Güzeli". Mutsuzdur, hep bir şeyler eksik, ve her zaman birileri çok "saçma"dır. Farkında olmak böyledir işte, Oğuz Atay'ın kahramanları gibi, boktan bir şeye saatlerce ağlanabilir, birden gülünür sonra. Delilik, çok farkında olmaktan doğar.
Seymour mutsuzdur, plajda bornozla oturur, güneşin beyaz vücuduna değmesini istemez. Karısını dinler, onu dinlerken kafasından muz balığı öyküleri geçer. Seymour sadece küçük kız Sybil ile konuşurken yaşadığını hisseder. Seymour, gerçekten mutsuzdur.

Üç buçuk yaşındaki Sybil'e hayatında hiç muz balığı görüp görmediğini sorar, kızın mum yediğini itiraf etmesine, "Kim yemez ki!" tepkisini verir, beraber suda yürürler. Seymour, "Gözünüzü dört açın ve muz balıklarına bakın. Muz balığı için mükemmel bir gün bugün." der kıza. Kardeşi Franny ile konuşur gibi. Çok acıklı bir yaşamları olduğundan bahseder muz balıklarının ve küçük kıza o balığı gördürür. "Hem de tam altı tane!", gördüm der kız.
Kızdan ayrılır, odasına çıkmak için asansöre biner, oradaki bir kadına "ayaklarıma bakıyorsunuz" diye bağırır. Söylemiş miydim ben, Seymour çok mutsuzdur. "Yahu, şu iki normal ayağa bakmak için en küçük bir lanet neden bulamıyorum" der ve  yatakta yatan karısına bakar. Aseton kokulu odada Seymour, kafasına sıkar.

Seymour, farkında ve mutsuzdur.

"Ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
Bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini."

                      E. Cansever-Düşlüyor Ölümünü Ruhi Bey

11 yorum:

ipsiz cambaz dedi ki...

nefistir!

Londoner dedi ki...

Salinger'a olan sevgimi açıklamaya gerek yok (aslında "izahtan vareste" ilk aklıma gelen ifadeydi ve durumu tam olarak ifade ederdi ama bu cümlede yeri yok diye düşündüğümden oraya yazmadım buraya yazdım:))Bu "Dokuz Öykü" nasıl bir dokuz öyküdür. Bu "Muz Balığı" hikayesi hele ve "Nikaha gel(e)meyen adam"ın hikayesi (ismini hatırlamıyorum ne yazık ki)...

İçimde Bernhard'dan sonra Salinger okuma isteği de uyandırıyorsun ve ben, kitaplarım yanında değilken okumamalıyım, bu sayfalarını...

justine dedi ki...

İyi ki parantez içine aldın Londoner, yoksa biraz sert kaçardı:)

Yükseltin Tavan Kirişini, Ustalar ismi lazım olmayan harika hikâyenin adı. Ve diğerleri, diğerleri. Çok seviyorum ben Salinger'ın yazdıklarını. Onun karakterlerini, dilini. Okuma isteğini rahat bırak lütfen, kitapların bırak olmasın, istersen ben hatırlatırım sana.

Hoşça kal.

Londoner dedi ki...

"İzahtan vareste" sert bir ifade değil aslında. Açıklamaya gerek yok, yeteri kadar açık anlamında kullanacaktım ben ki bu hani sen anlamadın ama açık aslında anlamında değil, şüphesiz.

Hıım "Yükseltin Tavan Kirişini, Ustalar"ın içinde demek... Ne kadar güzel bir hikayedir o. Uzun süre "Ben böyle bir şey yapabilir miyim acaba?" diye sordurmuştu bana. Hâlâ bir cevap verebilmiş değilim...

"YanıMda" yerine "yanıNda" yazmışım ya...:)

justine dedi ki...

Sert bir ifade kullanmazsın sen bana, endişelenmemiştim zaten. (Kullanmazsın değil mi?:p)

Sakın öyle bir şey yapma, sakın! Bu marjinal ve bohem durumlar sadece öykülerde güzel, unutma:)

Boş verelim kelimeleri Londoner, bize bir şey olmasın ha, ne dersin?:p

Sevgiler çok.

p.s.: Aralarda hasta geliyor rahat rahat yazamıyorum. Cümle başlıyor ve yarıda kesiliyor. Böyle oldu sonuçta kusura bakma lütfen.

Londoner dedi ki...

Kullanmam, endişeye mahal yok...:)

Öfkeli bir yanım var mı, ne yazık ki var. Ama eskisi kadar öfkelenmemeye çalıştığım kesin... Bunları anlatmamın seninle ilgili olmadığının farkındasındır. (Hayatta en çok korktuğum şeylerden biri kırmak istemeden birini kırmaktır. Onun için bazen burada görüldüğü "fazla" imtinalı davranırım.:))

Rahat ol, rahat davran, neşelen...:)

justine dedi ki...

Tamamdır:)

deniz dedi ki...

oldukça yüzeysel bir yorum bu, neredeyse öykünün özeti, bir kitap hakkında yazabilmek için biraz "açıklamak" gerektiğini düşünüyorum. "açıklamak zordur çünkü kitabı anlamak kolaydır." yazınız bana "ben bu kitapları okuyorum" gösterişinden başka bir şey katmadı ne yazık ki sevgili sarı kent. mesela seymour neden asansörde karşısındaki kadına "ayaklarıma neden bakıyorsunuz?" gibi bir soru soruyor sizce? hiç bunu düşündünüz mü? seymour farkında demişsiniz, neyin farkında peki?

justine dedi ki...

Deniz,
bir kitap hakkında yazabilmek için böyle kriterler olduğunu bilmiyordum. İnsan neler neler öğreniyor yaşadıkça. Gösteriş kelimesi biraz komik kaçmış, o gösterişin sağladığı duygusal tatmin benim yüzümü bir saniyeliğine güldürür belki, ama sizi nasıl ve neden rahatsız eder, bilemem.
Hadi, bir anlığına Seymour'un ruh hâllerini size açıklamak gibi bir yükümlülüğüm olduğunu düşünelim, bunu eksiksiz ve sizin istediğiniz biçimde yapabileceğime inanıyor musunuz? Peki, bir başkasının beğenisini tatmin edebileceğimi?

Çok fazla blog var etrafta, hayır buraya bakmayın, gidin daha güzel eleştiriler yapan bloglara bakın, demeyeceğim. Sevmem, öyle konuşanları ve o tarzı. Çok fazla edebiyatla, sinemayla, sanatla ilgilenen blog var nette, çoğu kitaplardan alıntılar, sözlerle yetiniyor, yorum yapmıyorlar. Ben o bloglara bakıyor, ama daha çok "bir şey" söyleyen (eleştiri ya da inceleme değil, kendisine ait bir şey) yerleri okumayı seviyorum. Ben, kitap eleştirisi yapmak amacıyla yazmıyorum buraya, sevmem üstelik öyle kitap karakterlerinin ruh hâlini anlatan yazıları. Uzatacağım ama, size bir şey söyleyeyim mi, bir film seyredince ya da bir kitap okuduğumda sessiz durmayı tercih ederim. Dikkat ettiyseniz bu konularda yazarken ana konudan ya da benim o an hissettiğim şeyden başka bir şey söylememeye çalışıyorum. Ben Seymour'un bana benzediğini, nihilist bir hafiflik taşıdığını düşünüyor olabilirim pekâlâ, ama bu, bir başkasının onun ruh hastası olduğunu düşünmesini engellemez. Düşündüğüm şey mutlak değildir ve bunu düz, bilimsel yazılarla buralarda yazmayı istemem.

Seymour'u seviyorum, anlıyorum ben ve bu yeter bana.

Neyse, uzadı yine. Doktora tezimden vazgeçtiğimi yüz kere yazdım bu blogta. Bir kere daha yazayım öyleyse. Vazgeçtim, çünkü bilimsel ve edebi yazı yazmak istemiyorum. Canım o an neyi yazmak istiyorsa onu yazıyor ve geçiyorum. Metin üzerinde çalışmalar gibi; yok o neden mutsuzdu, diğeri neden böceğe dönüşmüştü, oradaki metafor nedir, kadın neden kocasını aldattı, sahi o neden intihar etti, filan yazamam ben. Eğer siz yazarsanız okurum tabii, zevkle hem de.

Sevgiler.

deniz dedi ki...

sevgili sarı kent,

sakın yanlış anlamayın, elbette istediğinizi istediğiniz gibi istediğiniz kadar yazarsınız. ama bir blogu başkalarına açarak yazmak en azından benim yorumumu göze alabilmek demek değil mi? ben şöyle düşünüyorum; bir kitap hakkında yazan biri eğer sırf tanıtım amaçlı yazmıyorsa en azından yorum katarak yazabilmeli. bunu okudum böyle böyle oldu şeklindeki yazı bana bu yüzden sadece gösteriş hissi veriyor. çimden böylesi geliyor demişsiniz, siz bilirsiniz derim ben de.

justine dedi ki...

Tabii tabii Deniz, yorumunuzu göze alıyorum, onun için yayınladım zaten;) Biliyorsunuz, yorumlar denetlemeye tabi, bunu özellikle böyle yaptım çünkü fotoğraflarımı da koyduğum bu bloğa, küfürlü, can acıtan şeyler gelsin istemiyorum. Yoksa sansürü sevmem ben, tabii Adorno'ya deli gibi hak versem de özgürlük nereden baktığınıza ve nerede durduğunuza göre şekil değiştirir.
Kibir en nefret ettiğim ve kendimi ondan uzak durmak için eğittiğim şeydir. Gösteriş yapacak olsaydım, kitaplığımdaki tüm kitaplardan kısa kısa alıntılar yapar, üstüne de hoş bir fotomu koyar, yayınlar geçerdim. Bakın bu kız bunları bunları okudu diye. Ama, canım o an neyden bahsetmek istiyorsa onu yapıyor ve kimseyi umursamıyorum. Ben otuzu çoktan aştım Deniz, öyle çok acıdı ki canım bu yaşa kadar, bir de burada kendimi üzmek istemiyorum.

Hiçbir davranış -başka birisine zarar vermiyorsa tabii- bir kalıba uymak zorunda değildir, unutmayın bunu.

Sevgiler.