Pazar, Kasım 28, 2010

pop art, bilirsiniz işte hafif şeyler...


Sayılı gün çabuk bitermiş, bitti. Yarın "kabus gibi" yirmi dört saat nöbet var! O zaman güzel, hafif şeylerden bahsedeyim biraz.

Pop art, hafiftir. En basit tanımıyla bu akım, ciddi sanat türlerine tepki olarak doğmuş ve tüketimi hızlandırmayı amaçlamış. Pop art, soyut sanattan (özellikle soyut ekspresyonizm) sıkılan arkadaşların (Claes Oldenburg, Andy Warhol, Roy Lichtenstein başta olmak üzere), herhangi bir nesneyi üst değermiş gibi topluma sunmalarıyla başlamış. Basit bir objeyi, çoğaltarak, parlak renklere boyayarak, devasa boyutlara getirerek halkın bakışına hazırlayan bu sanatın asıl amacı, akademik olana tepki ve soyutu küçümsemektir aslında. Burada, cinsellik elle tutulur hâle gelir, bir konserve kutusu Mona Lisa'dan daha önemlidir, ki zaten Mona Lisa bu sanatla birlikte cips yer, kola içer. Lichtenstein pop art hakkında konuşurken şöyle demiş; "Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım."

Ben bir objenin çok sayıda taklidinin yanyana getirilip, -büyüklü küçüklü- çerçevelenmesini, mona lisa'nın cırlak renklerle boyanmasını, önemli bir ikonun konuşma balonuyla derdini anlatmasını ilginç buluyorum. Sadece ilginç buluyorum ama, o kadar. Hatta, çalışma odamda Jeanne Moreau'nun  Jules ve Jim filminden bir görüntüsü pop art tarzında asılı, ama kolaycılık gibi geliyor bana Pop Art. Bunu inkar etmiyorlar zaten, sorun o değil, derdim anlam aramayın derinlerde diyen bir sanatın, günümüzde büyük şeyler söylüyormuş gibi kabullenilmesi.

(Bahsettiğim resim bu, çok sevdiğim filmin bu resmini Andy Warhol tarzına getirip bana hediye etmişti Poliş. Fotoğrafını çekersem -unutmazsam tabii!- koyarım belki buraya.)

Son günlerde, "modern döşenmiş" hemen her evde gördüğüm, bir objenin (en çok bir meyve, ya da çiçek oluyor), yanyana asılması (dikkat, aynı obje tekrar tekrar!) beni çok sıkıyor. Bunun pop art'ın halt yemesi olduğunu da biliyorum üstelik. Neyse, ben bu akşam en son seyrettiğim filmlerden kısa kısa bir şeyler anlatacaktım burada. Olmadı tabii, uzadı yine. Saat çok geç oldu, yarın sabahın köründe kalkacak biri için. Hem ben, yatacağım dedikten sonra en az iki saat geçmeden uyumayan biriyim!:) Abbas Kiarostami'nin son filminden bahsedeceğim o zaman bir dahaki yazıda. Bu konuya bağlayacağım çünkü, inanın:p

Kısaca; Certified Copy, hem taklit bir film hem değil. Ben filmi seyrederken hep Rossellini'nin "Viaggio in Italia" filmini düşündüm. Yönetmenin bunu özellikle yaptığına da eminim. Anlatacağım ama, daha sonra:)

5 yorum:

ck dedi ki...

24 saat nöbetteyken daha uzun olmalı... Kolay gelsin.

ck dedi ki...

Şimdi yazdığım notu tekrar gördüm de ne kadar kötü birisiyim ben. Aslında 24 saatin çok da uzun olmadığını, nöbette zaten insanın zamanın nasıl geçtiğini anlayamayacağını söyleyecektim:)

endiseliperi dedi ki...

faydalı ve zamanında bir yazı olmuş justine. certified copy'nin sende de benzer duygular uyandırmasına sevindim. doğrusu, sanatta değerli olan ne, gibi bir soruya böyle yanıt aramalarını seviyorum ben. her değer böyle salkım saçak bir hal almışken, demek istiyorum. çok sevdiğin bir kahve fincanını alıp baş köşede sergilemek bana tuhaf gelmiyor. şu, birbirinin benzeri tabloları asmak konusunda haklısın belki ve bana uzun zaman önce doğunun çay felsefesi hakkında yazdığım yazıyı hatırlattı. bulursan, seversin sanırım. orda öylesine minimalist ve derin bir anlayış var ki mesela vazoda çiçek varsa, bir de çiçek tablosu asmak bile abes, kabalık, modern insanın taşkın tüketimci bakışının bir yansıması...

herneyse. şimdi uyuyorsun sanırım. günaydın sana.

sevgiler.

justine dedi ki...

Cüneyt, ben seni anladım. İyi-kötü geçti bitti ya, gerisi mühim değil:))

justine dedi ki...

Peri, ah keşke uyusaydım! Sabahın bir saati uyandırıldım, evin problemleri vardı, elektrik ve suyla ilgili onları halletmek için önce Konak sonra da Bozyaka'ya gitmek zorunda kaldım. (Bozyaka'ya gitmeni tavsiye etmem, olur a İzmir'e gelirsen bir gün:p)
Daha şimdi eve geldim ve oturabildim.

Sevdiğin kahve fincanını baş köşeye koyma fikri bence de çok mantıklı, hadi şimdi bırakalım mantığı, çok hoş ve anlamlı. Fakat benim derdim her şeyin tüketim toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda şekillenmesi ve bu olurken basitleşmesi. Örneğimi biliyorsun, şu birbirinin aynısı tablolar (takılmış kalmışım orada farkında mısın:)), her modern döşenmiş (güya) evde onlardan var artık. Sıcak gelmiyor bana, sevimli hiç değil. Kelebek, daha küçük bir kelebek, sonra bir kelebek daha, çiçek, çiçek, çiçek, hah ha, komik bu. Ve gelelim senin uzun zaman önce yazdığın çay hakkındaki yazıya. Ne kadar hoş bir yazıydı o ve ben onu kaç kere okudum (okumayı bırak anlattım bile, birilerine:) biliyor musun? Hatta bloğuna o yazıyla (hemen hemen öyle, başka bir yazı daha vardı sanırım) vuruldum ben:p

İşte o sade anlayışı seviyorum.
Karmaşa da olabilir tabii, ama bir hissi, bir duyguyu, önemli bir anı yansıtsın, yeter.
Of, yine uzattım!
Hızlı bir veda yapacağım, karnım çok aç benim:) Hoşçakal.