(Küçükken böyle...)
"...
günün herhangi bir saatinde çıkar gelir
nasılsınız ruhi bey, derim
o her zamanki gibi: iyiyim, iyiyim
şu köşedeki masa onundur
başkası oturmuyorsa gider oturur
şaraptan başka bir şey içmez
bazen şarapla birayı karıştırır
doğrusu sarhoşken hiç görmedim
tersine çok incedir, derim ki biraz da soyludur
nedense bulutlanır gözleri arada
o zaman kimseyi görmez
uzaklara bakar yalnızca
nasılsınız ruhi bey, derim
o her zamanki gibi: iyiyim, iyiyim
şu köşedeki masa onundur
başkası oturmuyorsa gider oturur
şaraptan başka bir şey içmez
bazen şarapla birayı karıştırır
doğrusu sarhoşken hiç görmedim
tersine çok incedir, derim ki biraz da soyludur
nedense bulutlanır gözleri arada
o zaman kimseyi görmez
uzaklara bakar yalnızca
..."
e. cansever
e. cansever
Edip, canım, hayatım. Daha çok ekmeğini yeriz biz, ne yapalım sen de yazmasaydın böyle içli içli. Nöbet sonrası çok uyuşuk oluyorum, canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Boş boş oturuyorum ve kuruyorum. Bugün biraz düşündüm de, Ruhi Bey'e tuhaf bir yakınlık hissediyorum, şarap ve bira benim için de önemlidir:p Eskiden fondip yaparken daha rahattım tabii, şimdi birazcık yaşlandım. İçimi ısıtan içecekleri seviyorum; çay, bira, şarap. Alkol değil sanırım sorun, çay içerken, o mutluluğu sıcacık içinde hissederken de aynı duyguyu yaşıyorsun. Her şeyi yapabilirim hissi. Akşam bütün ışıklar yanıkken, sesler kesilmemişken daha, çay bardağı elinde, mutluluk böyle küçük bir yudumdaysa eğer; neden olmasın? Sabah henüz şehir uyanmamışken, ezan sesi bulanık bir şeyi daha da bulanıklaştırırken, benim içim titrerken bütün ölüm kapıları açıktır artık.
William Blake/book of job
"My bones are pierced in me in the night season: and my sinews take no rest"
Eyub, 30/17
Peri soru sordu dün gece. Bende bir telaş bir telaş. Sanırsın, o gece gerçekten ağaç oluyorum. Hayır, insan olduğumu, olabildiğimi bile düşünmüyorken doğru dürüst. Bir de insan olmayı şiddetle istemiyorken. Canım sevgilim duy beni; "İnsan olmayan ama kesin 'bir şey' olan bu kız" konuşuyor yine gece gece. Tamam konuya dönüyorum. Bu aynı şuna benziyor; en çok sevdiğin kitap, yazar, film, sorusu gibi, bütün varlığını ele geçiren gizemli, hangi amaca hizmet ettiği muğlak bir soru:p Kiraz ağacı müthiştir, ama güzel Stella olmuş bir kere, hem onun Tennessee Williams torpili var:p (İşim gücüm geyik olmuş benim, pardon gerçekten.) İncir desen, muhteşem! Hem bana ne çok yakışırdı, bayılırım yemişine. Ananemin köyünde de çok haşır neşir olmuşluğum vardır. Sütünü, kaşıntısını, tadını iyi bilirim. Fakat onu da Şenay almış, öyleyse hiç karışamam. Elinin ayarı yok gibi geliyor bana, kızar filan:p (Elbette şaka yapıyorum, alınma lütfen.) Sonra aklıma kestane ağacı geldi. Çocukken (evet, gökyüzü gibi gerçekten gitmiyor, gidemiyor!) çatıya sarkan dallarında oyun oynardık. Şahin tepesi diye bir isim verdiğimiz en yüksek dalına çıkmak büyük işti. Ben biraz zor çıkardım tabii, vertigo:) Erik ağacı, nasıl eğlenceliydi. Kırmızı, yeşil, sarı her rengi ve çeşidi vardı ve dallarında meyveye doyardık. Elma, inanılmazdı. meyvenin ağırlığından eğilen dalları saklanmamızı kolaylaştırırdı. O bahçe, bu kadar çocuğun sesiyle içimde neden ağlıyor hâlâ? Sevgili Atze, bilmez miyim hüzün kelimesinin sende olumlu bir hâl aldığını, sevdiğini? İyi bilirim. Seni tanımasam bile bilirim. Kelimelere sığınan birinin, çözülmesi en zor şeyi neden sevdiğini anlarım.
Ama sakın neşeli bir anıyı, hadi onu bir kenara bırakalım, neşeyle anlatılmış bir geçmişi hüzünlü yapmayın. Olumlu, güzel ya da mutluluk dolu, ne olursa olsun hüzün kalpte bir sıkıntıdır. Ağacın dallarının saçlarını karıştırması, o duyguyla şımartılmak sadece zamanın geçtiği hissi derdimizse hüzünlü olur. Sendeki hüzün (yine en iyi sen bilirsin elbette, öylesine konuşuyorum say) düşündüğün kurgunun resmi ve yansıması.
Şöyle yazmıştım; "Hüzün belirsiz bir şey. Zamansız. Birden geliyor, anlıyoruz mutsuzluğumuzun kışını yaşadığımızı. Ne güzel çocuk olmak; bir kadeh şarabın, belirsiz dizelerin, akşamın ve yağmurun hiçbir şey vadetmemesi. Bu kadar üzüle üzüle bu yaşlara gelmek… O geldiğinde, "bir yaşam alanı" alayım lütfen, diye seslenmek. Midenin devamlı bulanması. Nefes alamamak. Yatakta devamlı dönmek, bütünüyle hasta hissetmek, vücudun karıncalanması, bütün organların. Ve en çok beynin. Beynine, düşüncelerine batan bir şeyler. Geçmesini beklemek hüznün. Neyi beklemek peki, godot? Evet, Beckett söyledi. Çok hüzünlüydüm ama duydum. Hüzün gitsin diye, sırf o gitsin diye, yarın sabah erkenden kalkmak, bu sabahtan daha farklı bir şeyler yapmak. Ama çabuk geçiyor sabahlar, kalkınca gece oluyor, hep gece oluyor. Gece denize girilir o zaman, çakıllı, soğuk bir denize. Geçer."
"bugün güneş doğmayacak, bugün sen çok öleceksin
Biraz düşlerine eğil, orda bir şey bulacaksın"
h. arkan
Yine, Peri'nin sorusuna döneceğim. Madem eski topluyor bizi, şöyle bir şey vardı; dokuz, on yaşlarındaydım. Bahçeli evin çok ötesinde büyük bir tarlada toplanmıştı herkes. Ben evde kalıyor, hayal kuruyordum. Bir şey beni seyrediyor, birisi benim sesimi duyuyor, bir hareket, olmayan ama olan düşler benimle yaşıyordu. Arka kapıya gidiyorum, kestane, incir, elma, erik, kiraz, muşmula, dut, tanrım bütün ağaçlar bana bakıyor! Ön tarafa çıkıyorum, armut, vişne ve üzüm orada. Sesleri yok, duruşları beni delirtmeye yetiyor. Gideyim bakalım dedim, tarlaya. Yolu güzel, oyunlu ama biraz korkunç. Çocukken her şey korkunç ya, neyse. (Bir gün Lily'ye, bu duyduğun tıkırtı sokaktaki yavru kedinin sesi dedim, korkudan sarı yüzü bembeyaz oldu. Bir de çok sever kedileri, tüm hayvanları güya:p) O yolda, uzun ve süssüz kavak ağaçları vardı.
Sesleri aklımda kaldı. Asla dallarına oturamayacağın yalnızlığı. Bak yine hüzün!:p Beni deli bir çocuk yapan o yolun, o güzel ağaçlarıdır. Kavak ağacı, benim kadar şizofren, benim kadar hasta, benim kadar ıslıklıdır. Kulakta devamlı bir sesle yaşamak ne demek, bir bu ağaç bir de ben bilirim. Ve o gün iyi ki o yolda yürümüşüm. Başım yukarda, yukarda, kavağın en tepesinde. Çünkü çok uzun bu ağaç, ne zavallı, ne yalnız. Bir ağaç gibi tek ve neydi yahu, unuttum?! Hah ha, şöyle afili şeyler bu güzel ağaçlara hiç ama hiç uymuyor, yapmayalım lütfen.
Stella'ya imreniyorum. Çocukken çok güldüm, çünkü bu benim gülmeyi iş gibi bilmemdendi. Ötesi yok. Gülmenin vücudumda bir izi var hâlâ. Ona bakınca kavak, tahta sesleri, gülüşmemiz ve tüm çocukluğum hüzünle geçiyor gözümün önünden. Oyun kurardım, inatla oyun yapardım her şeyi. Sabaha emrediyordum, belki günahım budur.
Ve şunu da yazmıştım, öyle bitsin. Yoruldum yazmayayım artık.
"Bence çocukluk; acıyla, tuhaf bir ürpertiyle, korkuyla ve bütün bunlara bulanmış oyunla hatırlanan bir dönemdir. Çocuk, unutmaz. Her şeyi özgürlüğün o korkutucu rüzgârıyla kurar. Çocuğun anıları bir yetişkinin anılarına benzemez, silik ama serttir. Hesaplı tutulan kinden çok kaynağı belirsiz kötülük vardır. Bir çocuk, intihar ederse ne olur? Ölümün büyük işi olduğunu düşünen bir çocuk, ölmeye karar verirse, artık görünmez mi olur?"
(Büyüdüm ve...İnsan yedisinde neyse:))
14 yorum:
Çınar...
Aa, Vuslat çınarı nasıl unutmuşum ben! Çınar ağacı harikadır. Altında mis gibi çay içmek daha da harikadır:) En son sizin(!) İstanbul'da Çengelköy'de oturmuştum bir çınarın altına. Hatta adı bile Çınaraltı filandı galiba. Çok güzeldi çok. Yapraklarını ayrı gövdesini ayrı severim.
Teşekkürler, sevgiler çok.
Çınar ağacının bende ki yeri apayrıdır. Bir biçimde kişisel özdeşlik dahi kurarım. Ama bir not ben İstanbul'a geçen hafta bir dostuma yardım etmek ve gezmek iin gitmiştim. Tez hazırlayan bir dostumun tezini birlikte yazacağız hazırlık, kaynak taraması falan için... Şimdi İzmir'de bir alanda seminer vermek adına bulunuyorum. Sonrası ise yine kendi şehrim... Yani İstanbul pek de benim(!) sayılmaz. Aksine her seferinde kaybolmuşum gibi gelir bana...
bu harika yazı için teşekkürler, justine. gerçekten çok beğendim ve etkilendim. mim olayı şöyle; bir tür zincir oluşturuyorsun. vuslat'ı mimleyebilirsin bence.
kavak ağacını çok severim ve tam da anlattığın gibi düşünürüm onu. kestaneyi bilmem, cevizi çok yakından tanırım.
sevgiler, öpücükler.
Senin şehrin neresi peki Vuslat? Çok gizli değilse, merak ettim:) Ben İstanbul'da yaşamadığını tahmin ediyordum aslında ama bir şekilde İstanbul'da kalmışsındır (hem de uzun süre) diye düşündüm. Kurdum işte, kusura bakma:)
Sevgiler.
Canım Peri, bak şimdi de cevizi unuttuğum geldi aklıma!:) Meyvesi ellerimde çıkmayan izler yapardı, ne güzeldi.
Tamam, Vuslat'a soralım o zaman. İstiyorsa, çınarı anlatsın bize. Ne güzel olur dinlemesi, çınar gösterişli, bağışlayan, koruyan, bilge bir ağaçtır çünkü.
Sevgiler.
Şehrim benim sevdam, düşlerim, uğruna düştüğüm, uğruna kalktığım… Sevdamı, küçük sevdamı kapkara yutan, ama ille de boynuma asılı borcum… Adı önemli mi? Şehrim benim sürgünüm. Yabancılığım, ben olmayan benlerim… Şehrim hayatımın kalanı ve tüm olmamışlığım. Hücrelerim, karanlığım, göz bandım. Uğruna sözler verdiğim, sözlerine ihanet eden sokaklarıyla, sahtekar, yalancı, ama o ya ille de mağrur, ve yüreğimde ille de yara olan yanım, adı önemli mi? Şehrim ülkem, ülkemin sevdası, vurgun yemiş bir balıkçıl belki, belki güneş altında topak topak martı sesi, yada iyisi mi pamuk tarlasında ırgat şehrim, ama ille de benim diğer yarım adı önemli mi?
Çınar ağacı, kocaman dalları, sımsıkı, dimdik sesiyle rüzgarı yaran o bilge, o cesur, o mağrur, o gölge, salıncak, o çocuk, o ihtiyar, o benli ağaç… Zakkum ağaçlarının yanında aşık olduğum güzel’i ilk defa öptüğüm kuytuluk, çocukça dokunuşlarımıza teslim edip bedenlerimizi ilk defa seviştiğimiz yatak, kitaplarımızı gömüp dibine ilk defa ağladığımız sığınak, şairin düşü, Albatros’un anıları ve saklı belleğinde en yaşlı yoldaşımız çınar ağacı… Sevgilinin kalbinin altında atan o küçücük, o minnacık kalbin atışlarını rüzgara karşı dinlediğimiz umut, Küçücük kalp durduğunda, ve düştüğünde küçük sevdamız, sevgiliyle gelip aylar sonra ağladığımız duvar, ve bir gün apansız kaybedince büyük sevdayı, söz verdiğin sahtekar şehrimde, koşup da bir çırpı günlerce yumrukladığım öfke, şimdi ise o şehir de en dibinde gömülü fotoğraflarla bir yaşama gebe anım çınar ağacı…
Böyle yazmak istememiştim, ama hem şehrimi, hem de çınarı sordun… En dikkatli halim ile melankoliye sapmadan ancak bu şekilde ifade edebilirim sanırım…
Ne güzel anlam yüklemişiniz ağaçlara.Küçük bir bahçem var,içine dolu ağaç diktim.Kiraz,erik,ayva,vişne,çam( 1 büyük,2 küçük) nar,limon,mandalina,muşmula ve oya ağacı.Bütün hepsi büyüyünce orman içinde oturuyor olacağım herhalde.Ben aslında hepsini seviyorum ama çiçekleri çıktığında tüm mahalleyi kokusuyla mutluluğa boğan ihlamuru çok severim..
alınmam ki, şakadan anlarım ben. hoohooo. bir de eğer şimdi iyi değilse, neşeyle anlatılanların hepsi hüzünlü bir saçmalığa dönüşüyor gibi oluyor sevgili kavak.
Vuslat,
çok teşekkürler güzel yazın için. Eline sağlık. Bu arada, şehir hâlâ gizemli tabii:p
Buket, biliyor musun oya ağacını hiç duymamıştım ben? Hemen baktım netten, ve ne güzel ağaçmış öyle. Çiçekli, meyveli. Ihlamur konusunda sana katılıyorum fakat çay olarak içmeyi hiç sevmem, aramızda kalsın olur mu?:) Bir de Atze'nin Peri'ye özel yazdığı ıhlamur yazısı vardı, okumadıysan baksana lütfen, çok güzel.
Şenay! Bakıp bakıp gülüyorum yine, demek "sevgili kavak", ha!:)) Hah ha kavak ağacını anlatırken hiç aklıma bana bu şekilde seslenileceği gelmemişti. Yoksa incir, çınar, zeytin filan, daha ne şirin ve musikili ağaçlar var, onları seçerdim:p
Sevgiler herkese.
Harika olmuş sevgili Justine. Yeni okuyabildim, çok özür dilerim. Aslında, şöyle tepelerine kadar tırmanabileceğin, bir dalından diğerine atlayıp, yemişlerini aşağıdan geçenlerin kafasına atabileceğin ağaçlar düşünmüştüm. :) Ama tabi söz konusu siz olduğunuzdan, bu tahminlere kendimi kaptırmadım. Yüzümde acıklı bir gülümsemeyle okudum, hele kavak, teşekkürler.
Sevgiyle.
Atze canım, sağol.
Bu akşam senin kavak serine başlamalıyım (yoksa yarın mı?) ben de:) Zaman tuhaf bir şey, kaçıyor, kaçıyor, kaçıyor!
Yorumunu bekliyordum, yalan yok. Hatta nerede kaldı Atze demiştim, sen başlattın bu oyunu unutma:)
(Bir ağaçta kendini bulmak bunca oyaladı bizi, bir de kuş olayına mı gireceksin yoksa! Ben şimdiden söyleyeyim; bana bu muhitte kırlangıç derler, şiirim bile vardır ismiyle müsemma:p)
Sarıldım, çok.
Kavak, daha çok karga ile ilgili. Ağaç kuşsuz olmaz diye, kavaktan çok karga söz konusu oldu. Kavak ağacıyla neredeyse hiç anım yok benim. Yani kavak benim, evet ama özelliklerinden başka yazacak şey yoktu aklımda, öyle de çok kuru olurdu. Siz çok güzel yazmışsınız, yine "olması gerektiği gibi" diyeceğim.
Eğer içinizden gelirse okumanıza sevinirim elbette Justine ama belgesel gibi, ara ara pek sıkıcı. :)
Ben öyle kendi kendime konuşuyordum işte, eh tahmin edersiniz ki fikir sevgili Endiseliperi'den. Benim kabahatim yok. :) kırlangıç, listemde tabii ki yer alıyor ama iyi fikir, bunu bir söz sayıyor, yazacağınız günü heyecanla bekliyorum. Meşhur tepkinizle misilleme yaparak bitireyim: Hahhahaa. :)
Sevgiyle.
Hah ha, sen çok tatlısın Atze, gerçekten ve bilmiyorsun şiddetini bunun:)
Yazarım tabii, işim ne, tez de bırakıldı artık, otur yaz değil mi ama?:p
Sarıldım canım, çok.
Yorum Gönder