Çarşamba, Mart 23, 2011

mutfak felsefesi; enginar dağıtır, incik toparlar

(mutfakta işler karışır!)


Enginar enginar olalı böyle zulüm görmemiştir dostlar! Hah ha, şaka tabii, yaptık bir şeyler işte, ne var yani, atla deve değil a! Bütün günüm yemek yapmakla geçti, ne tuhaf kendimi mutlu, huzurlu ama biraz salak gibi hissediyorum. Enginarı yaparken mutfakta inanılmaz derin bir sessizlik vardı (şişşşt Refik Halid'in tarzıyla yazıyorum.), ne müzik istedim ne de küçük tv'yi açmak. Şimdi düşünüyorum da, iyi ki açmamışım. Gürültü olsa işler daha ne kadar karışırdı acaba? Neyse, enginarları temizledim, limonlu su, şu, bu derken baktım akşam olmuş, evde ekmek yok. Aklıma gelmişken limonlu su olayı için de bir şey söylemeliyim. Bu olay biraz abartılıyor bana kalırsa. Yani, bembeyaz bir enginarın güzel olduğunu kim söylemiş? Limon iyidir ama benim kadar telaş yapmak saçma, aman kararacak diye. Biraz düşününce komik geldi durumum, arka arkaya telefon geliyor (ben yemek yapıyorum ya, sıraya girmişler) ben hızla cevap veriyor, bir yandan da enginarın limonla buluşmasını engellememeye çalışıyorum. Tam komedi! Ne diyordum; tamam, ekmek almaya gideyim dedim fakat bu sefer ocağın altını kapatayım mı, açık mı kalsın "sorunsalı" ortaya çıktı. Hızla gidip gelirim diyorum, fakat nereden baksan ev kazaları risk haritasında kırmızı işaretli bir durum bu. Yaparım yapmam derken, yemişim tehlikeyi enginara bir şey olmasın dedim, hızla çıktım. O kadar hızlı hareket etmişim ki, elimdeki çöple markete giriyordum, sebze seçerken fark ettim. Biraz oyalandım ama eve döndüğümde enginarın keyfi yerindeydi. Biraz fazla pişmiş tabii. Olur o kadar, hem fazla pişirmenin kötü olduğunu... Hah ha, bu konuyu burada kapatacağım.

Soyunurken ani bir kararla tavuk incik yapmaya karar verdim. Bu kararı vermemde elbette enginarın tenceredeki "muhteşem" görüntüsü etkili olmuştur, fakat tek neden o değildi. Marketten pakette soslu incik almıştım ve derin dondurucuda yer olmadığını fark ettim. E, yapayım bari dedim ben de. Burayı kısa keseceğim, tavuk yemeğini fırında yaptım. Güvecin içine soğan, patates, patlıcan, domates, biber, sarmısak, tereyağı her şeyi kattım, özetle katmadığım bir ben kaldım ve sonuç harika oldu!

Bu yazının bir ana fikri olsun istiyorum nedense. Şöyle diyelim; mutfakta on çeşit yemek yapan, evini tertemiz tutan, aynı zamanda kendisine zaman ayıran, bir şeyler okuyan, izleyen, akşama da kocasını "hoş tutan" kadınlar, valla bravo! Dünyanın tüm erkekleri (Dünyanın tüm sabahları, güzel filmdi de Depardieu'nun oynadığı karakter ne uyuzdu değil mi? Birden aklıma geldi, sinir bozucu.) sizin hakkınız. Hani, senden iyi ev kadını olur, sen evde kalmazsın der ya, görmüş geçirmiş tipler, ona binaen söyledim. Yoksa bir derdim yok ve seksist değilim, hem "hak" filan ne saçmalık;p

En iyisi, şimdi çay yapayım ben. Mis gibi.

18 yorum:

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Afiyet olsun. Işine karışmak gibi olmasın ama patates ve patlıcan aynı harmanda cidden güzel oldu mu?

Mehmet dedi ki...

Mutfak bambaşka bir dünya. "Bütün günüm yemek yapmakla geçti." Sözü bana değişik, ürkütücü çağrışımlar yapıyor. Ne söyleyebileceğim, bilemiyorum.

Dünyanın tüm sabahları'nın film müziğini yükledim. Umarım dinleyenler beğenir.

http://rapidshare.com/files/454054467/Tous_les_matins_du_monde_-_Original_Soundtrack__Jordi_Savall.rar

Mehmet.

justine dedi ki...

Sağol Vuslat. Yok, karışabilirsin işime sorun olmaz da, neden güzel olmasın ki? Türlü yemedin mi sen hiç hayatında hem?:) Gerçekten çok güzel oldu yemek, adını da "güveçte tavuk incik" koydum;p Bir ara istersen tam tarifini veririm, biliyorum sen de yemek yapıyorsun.
Sevgiler.

justine dedi ki...

A, Mehmet hoş geldin! Çok oldu sesini duymayalı, nerelerdesin, nasılsın?

"değişik, ürkütücü çağrışımlar", derken dalga geçmiyorsundur umarım!:p

Filmin müzikleri harikaydı, link için teşekkürler. Çok incesin.

Sevgiler.

Londoner dedi ki...

Hâlâ varsa çayın gelebilirim ben...:)

Mehmet dedi ki...

Ürkütücü gelen bir yerde bu kadar çok kalmak. Yoksa yapılan iş değil. Bir zamanlar evde yağlıboya resim yaparken bile, bir ara dalar, her şeyi unutur, odanın içinde tuval ve fırçalarla dolaşmaya başlardım. Doğal olarak odanın olabildiğince her yanına eski çarşaflar ve naylonlar yaymak zorunda kalırdım. Kapalı yer fobisi değil demeye çalıştığım, değişik, farklı bir hızlılıkla akan, sakinlik duygusunu arayış belki de.

Bu her zaman böyle değil tabi ki. bazen odamda, (duvarlar, kenar köşe kitaplarla, CD'lerle, dolduğu için sürekli olarak hep daralan, sanırım gün gelecek bana yer kalmayacak bir yarden söz ediyorum) saatlerce bir kitaba veya filme dalıp kaybolduğum da olmuştur.

Bunuel, sözünü ettiğiniz kitapta, Son Nefesin'de "Kalabalıktan nefret edeirm. Altı kişiden fazla her topluluk benim için kalabalık sayılır." diyardu. Tamamen onun gibi düşünüyorum. kendimle olmayı, diğer belirsiz seçeneklerden daha fazla seviyorum.

Çok "ben" sözcüğü geçti yazıda. Bu iyi bir şey değil. Özür dilerim.

Müzikleri beğeniyle dinlediyseniz ne mutlu.

justine dedi ki...

Mehmet anlıyorum seni, insan o kadar uzun süre bir yerde kalınca büyük yabancılaşma yaşıyor. Ya da tam tersi, kaldığı yerin şeklini alıyor!:)
Bunuel'in o lafına bayılırım. Hatta hemen her yerde söylerim. Ben, sayıyı biraz daha azaltırım tabii, dört kişi yeter! Gerisi fazlalık. Bakın, ben de hep "ben" diyorum, bu "bencillik" anlamına gelmez:) Özür gereksiz bu durumda, zevkle okuyorum yorumları.

Sevgiler çok.

justine dedi ki...

Londoner, soru mu bu şimdi?! Gelebilirsin tabii, bunca zamandır gelmediğin hata ayrıca;)

Sen seslenmesen, ben mail atacaktım sana; "ne oldu, yine Royal Albert Hall gezmelerinde misin?", diye:p

Sevgiler çok.

p.s.: Çay biter, tekrar demlenir. Muhabbet kesilmesin önemli olan bu.

Vuslat AKTEPE dedi ki...

Güzel olmasına sevindim. Bir ara denerim. Ama biz ne zeytinyağlı ne de etli türlüde patlıcan ve patatesi aynı yerde kullanmıyoruz. Ben de bu geleneğin parçası olarak büyüdüm diyebilirim.
Ama denemeyi severim. Şu güveci bir deneyeyim bakalım. Şimdi işin aslı şu kaygıyı da taşıyorum: Patatesin baharatı kimyon, patlıcanın karabiber ve fesleğen, tavuğun ki ise bariz kekik ve sarımsak (patlıcanda da sarımsak olur tabi) iken tüm bu farklı tatları aynı potada nasıl eritebiliriz ki... Neyse ben bu akşam deneyip bakacağım.

endiseliperi dedi ki...

justine,
mutfakta bazı değiştirilmesi bile önerilemez kurallar var işte öyle; enginar, kereviz asla karartılmaz, pilav pişerken kapağı açılmaz, kek fırındayken mutfakta fazla gürültü yapılamaz. şimdi sen tüsiad gibi bu kuralların değişebileceğini söylüyorsun! enginar ve kerevizin oksijenle karşılaşmalarından doğan hadiseyi bir bozulma olarak değil de doğal olana karışmamak şeklinde algılayıp, süper liberal ekonomik bir anlayışla bırakınız yapsınlar, bırakınız kararsınlar, şeklinde onları pişirmenin sonucu lezzete dönük değildir de estetiktir benim de zannımca. ama karnımızı doyurmak için değil de bir sanat eseri heyecanı da yaşıyorsak yemek mevzuunda, tabağımızdaki enginar, sabırsız ve dikkatsiz ressam turner ın tablolarındaki kırmızıların zamanla küf rengine dönmesi gibi zevksiz bir görüntüye bürünmesin diye onun limonla oksijenle karşılaşmasını engellemeliyiz derim ben de.

ancak mesela bulgur pilavı yaparken ben kapağı açmama yasasına uymam, bulgurun cinsine bağlı olarak çok değişen su miktarını ayarlamak için, açar, karıştırır, gerekirse kaynamış su eklerim.

tavuklu yemeklerden hiç hoşlanmam. o konuya hiç girmeyeyim. tavuğu sadece kendisiyle, ızgara, şinitzel olarak seviyorum. tavuklu şehriye çorbası da fena olmaz. eğer yapıldığı saat içinde yenip bitiyorsa tavuklu pilav da olabilir. ama sebzeyle karıştırıp yemek... onu yapamıyorum, o kokuya dayanmam imkansız.

sevgiler.

justine dedi ki...

Periciğim, çok güldüm yorumuna. Tüsiad benzetmesine ise bayıldım!;) "Kek fırındayken mutfakta fazla gürültü yapılamaz.", cümlesi mottom olacak bundan sonra, öylesine doğru:)

Ben şaka yapıyordum biliyorsun. Kendimle dalga geçiyordum işte, elbette estetik önemlidir. Kuralı koyan bir şey biliyor ki koymuş, milyon yıldır da uygulanmış, devam etmek gerek. Yemek yapmayı çok önemserim, ben de özenle ve dikkatle ve hatta sevgiyle yapılan yemeğin sanat eseri olduğunu düşünürüm. Bir dahaki seçmelerde Masterchef'teyim valla, sadece biraz destek gerek;p (burada gülmem gerek işte, ben ve kamera! birlikteliği; imkânsız bir ikili:))

Dün gece, hatta sabaha karşı sevgilimle telefonda Tüsiad'ın açıklamalarını konuşuyorduk, milyon tane konuşacak şey varken üstelik! Çok eğlendim ben yorumunu okuyunca, sevgiler canım.
Çok sarıldım.

justine dedi ki...

Sevgili Vuslat,
ben kimyon katmadım (katsaymışım olurmuş aslında ama unuttum), diğer baharatlar ve hatta sarmısakla yemek arasında bir uyumsuzluk olduğunu sanmıyorum. Güveç böyle yapılır (tavukla değil ama etle çok fazla denemişliğim vardır güveç yemeğini) diye biliyorum ben, tabii yine de büyük konuşmamak lazım, her yerin, her insanın farklı beğenisi ve damak tadı var sonuçta.
Dene bakalım, sonucu bana yaz lütfen. Merak ederim:) Şimdiden afiyet olsun ve çok sevgiler.

Londoner dedi ki...

Yok bu sefer "Royal Albert Hall" değil "London Coliseum"daydım:) Kuğu Gölü'nü bir de burada izleyeyim, dedim, dün gece. Keyifliydi ama çok geç dönebildim.

Burası öldürecek beni... Hele bir de havalar güzelleşince (ki 18 derece iyidir, fazlası boğar)o kadar sürprize açık ki... Övüp duruyorlardı "Richmond Park" diye. Gittim bugün ve bayıldım. :)

Çay ille de çay...

Senin konuyla çok uyumlu olmadı ama yazdıklarım bu defalık böyle olsun...:)

justine dedi ki...

Sevgili Londoner,
şu an hastanedeyim ve berbat bir gün geçiriyorum. Sen beni anlarsın; seviniyorum senin mutlu, mesut gezmelerine, ama keşke ben de...:)

Londra'nın parklarını Serap da anlata anlata bitiremezdi. Öyle merak ediyorum ki. Neyse, gidersem rehberim hazır, bisiklete bile bineriz belki beraber, ne dersin? (ekşi'den baktım, bisiklet meraklıları için cennetmiş:))

Evet, çay ille de çay. Hele şimdi!

Sevgiler çok.

Londoner dedi ki...

Zor iş insanla uğraşmak... Yine de ne yapacaksın, mecbur uğraşıyoruz...

Memnun olurum seninle gezmekten... Bisiklete de bineriz tabii ki... Richmond'da ırmağın kıyısına bisikletle gezmek için uygun bir yol yapmışlar ki favori yerim orasıdır, artık.

Ama bisiklet üssü Amsterdam'dır, hele ben üç katlı bisiklet parkının tıka basa dolduğunu gördükten sonra...:)

justine dedi ki...

Evet evet, bisiklet deyince akla Amsterdam gelir tabii. Neyse, amaç bisiklete rahatça binmek olsun da ülke fark etmez:)

(unutmuşum cevap vermeyi, nöbette hep böyle oluyor! kusura bakma, lütfen.)

Ayça Yaşıt dedi ki...

Justine. Ne güzel yazılar yazmışsın ama ben bu tarifi çok beğendim. Annemle yaptığımız nadir sofra muhabbetlerinden birinde, enginarı nasıl severek yediğimi görünce, dalıp bir yerlere gitmişti. Durup ne düşündüğünü anlamaya çalışmıştım, daldığı yerden çıkarmadan izlerken. Kendi kendine sıyrılıp gittiği yerlerden, bana çocukken bir yerde yine böyle iştahla enginar yediğimi söyledi. Dışındaki yapraklarıyla beraber pişirilmiş, içindeki çekirdek ve püsküller çıkarılmış enginarın. Yalnızca göbekle yapılmamış bir enginar yemeğiymiş. "Ekşimsi birşeydi, lezzetsiz, kararmış. Sen çok sevmiştin o enginarı."demişti. Elbette ben o zaman pek anlayamamıştım "ekşimsi" kabul edilen bir yiyeceğin nasıl lezzetsiz olabileceğini.

Geç kaldığımı biliyorum ama enginarı ömründe son kez yapmıyorsun ya. Afiyet olsun şimdiden. :))

Sevgiyle.

justine dedi ki...

Atze, canım benim. Geç kalmadın canım, hiçbir şeye.
Çok sarılıyorum sana, sevgiler.