(alıkça belki, ama bu 'gülen yüz' öpüşürken uyumayı sever.)
"...
Yalnızlığı da severim.
Yeter ki, bir dostum gelip arasıra bundan söz etsin
..."*
Bunuel, Son Nefesim adlı kitabında okuyucuyla sohbet eder gibi (ki aslında doğrusu da budur. Yönetmen, ithaf bölümünün altına yazın adamı olmadığını ve kitabın -çoğu filminde birlikte çalıştığı- senarist Carriére ile söyleşilerinin sonucunda ortaya çıktığını belirtmiştir.) bize yaşamını anlatır. Çocukluğunu, gençliğini, yakın arkadaşları Lorca ve Dali'yi, filmleri, İspanya'yı, savaşı, aşklarını, ve tabii düşlerini (ah, o düşler!) film gibi gözlerimizin önüne serer.
Kitabı zevkle, büyük keyif alarak okumuştum. En sevdiğim bölümde canım Bunuel, sevdiği ve sevmediği şeyleri anlatır. Orada, coşar, aklında ne var ne yoksa söyler, handiyse eteğindeki taşları döker.
Böcekler Üzerine Anılar, kitabına hayrandır. Hatta İncil'den bile üstün görür (onun sözü). Issız bir adaya giderse yalnız bu kitabı götürmeyi düşündüğünü ama sonra hiçbir kitabı almak istemediğini söyler. Sade'ı bir zamanlar sevdiğini, hayranlığı sonra geçse bile (tüm hayranlıklar geçicidir der) üzerinde etkisinin büyük olduğunu itiraf eder. Wagner'i de bir zamanlar çok sevdiğini, yaşamının son yıllarında artık müzik dinlemiyor oluşunun onu çok üzdüğünü açıklar. (Bunuel yavaş yavaş duyma yeteneğini kaybetmiştir.) Yağmur sesini, soğuğu sever. Büyük ulusları yağmur doğurmuştur der ve gençliğinde ona "paltosuz" diye seslendiklerini keyifle hatırlar. Sıcak ülkeleri, çölü, kumu, Arap, Hint ve özellikle Japon uygarlığını sevmediğini söyler (deli Bunuel:)). Sadece Yunan, Roma ve Hıristiyan (haliyle) uygarlıklarını sevdiğini belirtir. Körleri pek sevmem der, çoğu sağır gibi diye ekler tabii:) Dünyanın tüm körleri arasında hiç sevmediği biri varsa onun da Jorge Luis Borges olduğunu, iyi bir yazar olmasının ona saygı duymasına yetmediğini söyler. Bilgiçlikten ve bilimsel jargondan tiksinirim, der ve Cahiers du Cinéma'daki bazı yazıları okurken kahkalarla güldüğüm çok olmuştur, diye anlatır.
Devamını onun ağzından dinleyelim;
"... Kubrick'in Paths of Glory'sini, Fellini'nin Roma'sını, Ayzenştayn'ın Potemkin Zırhlısı'nı, Marco Ferreri'nin La Grande bouffe'unu çok severim. La Grande bouffe, bence hedonizmin bir anıtı, tensel isteklerin büyük bir trajedisi, bir baş yapıtıdır. Jacques Becker'in Goupi-mainsrouges ve René Clément'ın Jeux Interdits filmini de beğenirim. Daha önce de söylediğim gibi Fritz Lang'ın bütün filmlerini severim. Buster Keaton'ı ve Marx Brothers'ı da çok severim. Potocki'nin romanı ve Has'ın filmi olan La Monuscrit trouvé â Saragosse filmini üç kez görmüştüm, ki bu benim için olağandışı bir şeydir. Bu filmi Alatriste'nin Meksika için Simon del desierto filmi karşılığında satın almasını sağlamıştım.
Renoir'in savaş öncesi filmlerini, Bergman'ın Persona'sını da çok beğenirim. Fellini'den de La dolce vita'yı severim. I Vitelloni'yi hiç göremedim ve buna hala çok üzülürüm. Buna karşılık Casanova filmini seyrederken sonunu beklemeden çıkıp gitmiştim... "**
Bu kitabı okurken yakın bir arkadaşım bana Bunuel'in gençlik resmini (kara kalem gibi, çizilmiş) çerçeveletip hediye etmiş ve arkasına düz olarak yönetmenin sevdiği şeyleri, ters olarak ise sevmediklerini yazmıştı (ne iyi arkadaşımdın sen Ayhan!). O zaman düşünmüştüm şimdi de düşünüyorum, ben böyle bir liste yapsam nasıl olurdu diye. Çok zor tabii, şimdi şu var, bu var, aa, bu da var sevdiğim filan diyeceğim kesin. Sonra sevmediklerim, hep bir haksızlık yapıyor muyum acaba şüphesi. Bunuel ununu elemişti elbette bu kitap yazılırken, benim gibi çaresiz değildi. Onun işi kolaydı nereden baksan:p
Şaka bir yana, şunlar aklıma geliyor;
Akşam üzeri denizin karşısında (özellikle yüzdükten sonra, yorgun olmalıyım) bira içmeyi, bira içerken güzel bir kitap okumayı, bu kitabın özellikle polisiye olmasını, o sıra rüzgârın hafifçe esmesini, yüzmeyi, yağmur çiselerken yürümeyi, geç yapılan kahvaltıları, evde pişirilen ekmek kokusunu, keki yemekten çok evi mis gibi kokutmasını, Eko'da yazın bira içip sohbet etmeyi, kitaplığın önüne oturup bunlar ne zaman okunacak diye ahlanmayı, Seinfeld'i Poliş'le tekrar tekrar izleyip gülmeyi, gecenin bir vakti film izlerken birden kalkıp, kahvaltı tepsisi hazırlamayı, mantar kızartmayı, tüm peynir çeşitlerini, kırmızı şarabı, çayı, "geç saatte" demlenen çayı, çayın kaynarken çıkarttığı sesi, granül kahveyi sade ve şekerli içmeyi, şekerli türk kahvesini, kahvenin yanına koyulan küçük lokumları, fıstıklı çikolatayı, susamlı kurabiyeyi, Kızlarağası hanını, İstanbul'u turist gibi gezmeyi, Lili filminin bazı bölümlerini tekrar izlemeyi, az kişiyle yapılan sohbetleri, evde oturmayı, yalnızlığı, çok kısa ziyaretleri, nezaketi, verilen selamı almayı, gülümsemeyi, sakinliği, araştırmayı, hemen inanmamayı, hemen güvenmemeyi, Olympos'un eski halini (bu komik, ama gerçek:)), arabasız yolları, tembellik yapmayı, temiz evde dolaşmayı ve kokusunu içime çekmeyi, Blue Car filmindeki naifliği, Miyazaki'nin filmlerindeki bilgeliği, Haneke'nin Caché filmini, Der Himmel über Berlin, Gölge oyunu, Jules et Jim, Mulholland Dr. , Repulsion, The Elephant Man, Mayıs Sıkıntısı filmlerini, Rosemary's Baby filminde Mia Farrow'un şirin halini, Özcan Alper'in şiir gibi Sonbahar'ını, Víctor Erice filmlerinin yumuşak görüntüsü altındaki sertliği, John Cassavetes'i, Ken Loach'un yaptığı her şeyi, özellikle Kes filmini, sosyalist olmasını, insanlığını, Bergman'ın tüm filmlerini ama en çok Kış Işığı'nı, korku filmlerini, The Shining'i, Psycho'yu, Picnic at Hanging Rock filmindeki sarı rengi, Possession filminde Adjani'yi, Bug filmindeki paranoyayı, Groundhog Day filmini, The Talented Mr. Ripley filminin her şeyini, The Loneliness of the Long Distance Runner filmindeki sol tavrı, sertliği, sadeliği, Stranger Than Paradise'daki huzuru, Tarkovski'nin özellikle Ayna'sını, Frozen filmindeki kardeşlik duygusunu, All About Eve filminde Bette Davis'i, Blowup'ı, Vertigo'yu, Ah Müjgan ah filminde Sadri Alışık'ı, Aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni filminde Şener Şen'in, çektiği filmin galasına gelen olmayınca "hani nerede sizinkiler!" diye bağırmasını ve kadının "sen çemberin dışındasın" diye cevap vermesini, Midnight Cowboy filminde bohemlerle dalga geçilmesini, Rüzgar gibi Geçti'yi bin kere izleyip yine yine yeniden Clark Gable'a aşık olmayı, Barry Lyndon filminin tablo gibi olmasını, Bunuel'in tüm filmlerini ama illaki L'âge d'or ve Tristana filmini, Tristana'nın topal bacağını, bu bacak için Hitchcock'un Bunuel'e dönüp "ah o topal bacak!" demesini, sinema dedikodularını, edebiyat dedikodularını, okuyan ama okuduğunu büyük bir kibirle belirtmeyen insanları, tevrat'ı, Eyüp peygamberi, tanrının insanlara hitap şeklini, akıllı insanları dinlemeyi, Daniel Craig ve onun gibi erkekleri seyretmeyi (hah ha, bu en güzel kısmı), Roma'yı, Brugge şehrine kar yağarken gitme fikrini, özel olduğunu hissetmeyi, herkesin kendisi için böyle düşündüğünü bilmeyi, sevişmeyi, sevişirken "az" konuşmayı, seviştikten sonra sırtımı dönüp güzelce uyumayı, uyandıktan sonra çok konuşmayı, sevdiğim adamın elini tutmayı, o elin ne hissettiğini bilmeyi, kavgalardan sonraki barışma halini, karda yürümeyi, yatılı okulda okuyanları, ağlamayı bilenleri, her şeye ağlamayanları, akıllı kadınları, Heybeliada'yı, ananemin köyündeki büyük evi, güzelliğini lütuf gibi sunmayan insanları, soğukluğun "tarz" olmadığını bilenleri, "düz", kelimeleri eğip bükmeden konuşanları, sorulan soruya cevap verilmesini, "lütfen" cevap verilmemesini, çocuklara iyi davrananları, zayıf, kemikli elleri, sense of humour'a sahip insanları, Noam Chomsky'yi, sehpanın üzerine kocaman meyve tabağı koyup -ilginçtir- yememeyi, Kaş'ı, denizi, duş almayı, hiç gitmesem bile Artvin'i, Mardin'i, oyun oynamayı, temiz yatağı, tül perdeleri, yazın sadece gecelikle yatmayı, geç yatmayı, geç uyanmayı, gök gürültüsünü, sağanak yağışı, "bazen" özellikle içmişsem tek başına dans etmeyi, tek başınayken ağlamayı, büyük pencereleri, şiiri, öpüşürken uyuyakalmayı, sevgilime "deli" demeyi, onun bana "deli!" demesini, mektup yazmayı, rüzgâr çanını, keman ve ney sesini, eski evleri, dar sokakları, şefkatli insanları, aptal aptal gülmemeyi, hırstan arınmış insanları, yarışmamayı, iyi geceler ve günaydın demeyi, gece lambasını, havluyla yatıp uyuyakalmayı, Haydarpaşa garını, ayın her hâlini, dolunayı, geceyi, özellikle bu geceyi, acımayı bilenleri, acınacak durumu iyice tahlil edip öyle karar vermeyi, annemin mutlu olmasını, rüyaları, heykelleri, güzel resimleri, yemek yapmayı ve çiçek vermeyi bilen erkekleri, uzaktan şehrin ışıklarının görünmesini, taşları, hep uzaktan bakmayı, uzun otobüs yolculuklarını, mezarlıkları, kulübeleri, büyük vazoları, el sıkışırken öylesine sıkmayanları, ekmeği fırından almayı, toprak kokusunu, düşleri, İskenderiye'yi, Gogh'un deliliğini, Bruegel'in kırmızıyı kullanışını, Uccello'nun resimlerindeki derinliği, Caravaggio'nun korkunç resimlerini, Bosch'un tuhaf insanlarını, İkarus'un düşüşü'nü kimsenin görmemesini, Giacometti'nin heykellerindeki yalnızlığı, derin derin nefes almayı, yumuşak koltukları, yatakta iki yastık olmasını, yatarken tek yastığı hafifçe kaydırmayı, yüzüstü yatmayı, vhs kasetleri, papatyayı, karanfili, her nöbette bahçede yürürken göğe bakıp üzülmeyi, o günü düşünmeyi, yemek pişirmeyi, salatayı, fırında pişen kestaneyi, sıcak çorbayı...
severim.
Of, ne zor işmiş! Filmlere biraz girebildim, kitaplar, yazarlar ve müzik ve hatta şairler olmasın listede, çok nafile bir çaba. Sevmediklerim de sonraya kalsın.
sahi, öpüşürken uyursan nasıl rüyalar görürsün?***
Şaka bir yana, şunlar aklıma geliyor;
(Bu resme bakmayı seviyorum, nedenini bilmiyorum tabii. Bir de nereden bulup, bilgisayarıma attığımı.)
severim.
Of, ne zor işmiş! Filmlere biraz girebildim, kitaplar, yazarlar ve müzik ve hatta şairler olmasın listede, çok nafile bir çaba. Sevmediklerim de sonraya kalsın.
sahi, öpüşürken uyursan nasıl rüyalar görürsün?***
--------------------------
* Bunuel'in Son Nefesim adlı kitabının bahsettiğim bölümünden.
**Yazının devamını merak edenler varsa şuraya buyursun.
***Bunuel yaşasa filmini çekerdi, ben de "unuttum!" demez, onun filminden kopya çekerdim.
***Bunuel yaşasa filmini çekerdi, ben de "unuttum!" demez, onun filminden kopya çekerdim.
6 yorum:
çalışmışsın bayağı, justine:) hepimize yetecek kadar sevilecek şey var burda. hazır. ben hiç böyle listeleyemem bir şeyi. alışveriş listesi bile yapamam. aynı kutudan sipariş edeyim ben de, hediye paketi olarak süslenirse sürpriz gibi de olur hem. aa ben bunu mu seviyor muşum, ne hoş!
günaydın sana. sevgiler, öpücükler.
Canım Peri:)
Ya aslında çok komikti bu yazıyı yazma hikâyem. Sana yorum yazarken zaten başlamıştım Bunuel'in kitabını anlatmaya, arada sana ve başka yerlere tıklıyordum tabii. Sonra birden Bunuel gibi -deyim yerindeyse- coştum:)
Dediğin doğru, liste yapmak öyle zor ki. Fakat aynı zamanda zevkli de. Bir de şu var nasıl olsa bir şeyler hep eksik kalacak, yaz gitsin dedim. Kitaplara, yazarlara ve müziğe hiç girmek istemedim, etrafa baktıkça yazıyordum:) Sevdiğim resimler, heykeller ve ressamlar da eksik kaldı "aman olsun, anayasa mı yani" dedim boş verdim. Yazıp yolladım, sonra camdan dışarıyı seyrederken aklıma başka şeyler de geldi tekrar açıp ekledim. Çok komikti, o ara bana mesaj gelmiş, ben leyla tabii, yarım saat sonra cevapladım! Çok önemli bir iş yapıyorum ya:p Filmleri yazarken imdb listeme baktım. Orada seyrettiğim filmleri yazmışım, puanlayarak tabii (kolaylık oluyor ne seyredeceğine karar verirken, bunu izlemişim diyorsun en azından. özellikle aklında kalmayan aptal filmlerde) onlara bakıp yazdım. Chomsky'yi yazarken güldüm, sanırım ben bir tek bu adamı seviyorum dedim:) Peri'nin bloğunu okumayı seviyorum diyecektim sonra bunun arkası gelmez başka bir yazıya konu olsun blog işi diye düşündüm. Şimdi düşünüyorum da ne çok şey eksik kalmış. En sevdiğim listesi zordur ama "severim" demek biraz daha kolay sanırım. Bazı yönetmenlerin filmlerini yazarken, "özellikle", "en çok" kelimelerini kullanmışım dün gece, ona bile içim yandı.
Böyle böyle deliriyorum işte:)
Sana da gün "aydın" olsun canım. İçten diliyorum bunu.
(Biraz önce aklıma geldi, şimdi çay içiyorum. Yakın olsaydık gelsene çay çok güzel olmuş, derdim, gelirdin biraz otururduk. Canım sıkılıyor. Dünya b.ktan bir yer biliyorum da böyle zamanlarda yine de sıkıntımı atamıyorum içimden. Sabaha karşı çok uzun süre seyrettim şehri, dolunay müthişti, bir şehrin savaş hâlini düşündüm. Zaten savaşıyormuş gibi yaşıyoruz bir de somut hâlini yaşamayı düşündüm. Eskiden bütün gazete yazılarını keserdim, körfez, ırak savaşı zamanlarının arşivini yapıyordum. Duruyor hâlâ o dosyalar. İki koca kutu! Diğer evde, terasta. Laden görünce çok şaşırmıştı, saçma bulmuştu. Evet ben saçmayım zaten.
Of düşündüm düşündüm işte. Çok az uyudum bugün.)
JUstine,ince ruhlu arkadaşım,liste de olsa sevdiklerini okumak zevkliydi.zayıf,kemikli eller demişin,kesin beni de seveceksin.( bakınız şimdi yayıladığım postta pastanın üzerindeki ellere)
aslında sevdiklerimiz o kadar çok ki yaz yaz bitmez bence.
savaş konularına hiç girme,tv yi açmaya korkuyorum,son dakikaları görmekten..bilmeden yaşamak istiyorum...
Buket,
savaş konularına girmiyorum tabii, savaş eski evde, kutuda duruyor.
Buradan tekrar yazayım, doğum günün kutlu olsun canım.
Sevgiler.
Neş'eli Justine'i seviyorum.
Heyecan verici bir liste bu, ne güzel yapmışsın yazmakla, bitmiş gibi görünmüyor, bitmesin de hiç Justine. Sayende güneş yumuşacık doğdu, teşekkür ederim.
Öpüşürken uyuduğumda mürekkep balığı görmüştüm, beni yumurtalarını bıraktığı kayalığa götürüyordu. :)
Çok sevgiyle.
Neşeli Justine genellikle seviliyor, canım Atzeciğim, sorun diğer Justine'de. Ve sanırım öpüşürken uyumak sadece ikimize, art niyetsiz, hoş, güzel bir şey gibi geliyor. Güzel rüyalara götüren bir şey.
Sevgiler canım, çok sarıldım.
Yorum Gönder