Cumartesi, Haziran 30, 2012

soğuk gazoz...

bir de uzun gündüzler, kısa geceler ve mekânların ruhu


"... Bazı geceler uyumasına olanak olmadığını anlayınca giyinir, sokaklarda dolaşmaya çıkardı, kaldırım taşları üzerinde ağır ağır bilinçli olarak ayak sesi çıkarmaya çalışır, gecenin bayat kokusunu koklar, sesleri duyar, kendisini yeni bir dünyada  -temelini yarı sessizlik ve korkunun oluşturduğu bir dünyada hayal ederdi. pencere önlerindeki saksıların kerpiçleşmiş, besleyiciliği kalmamış, artık toza boğulacak küçük çiçekler vermek istemeyen topraklarının, bodrum katı mutfaklarının bayat kokusuna karışan keskin ve küflü bir kokusu vardı. Seslerin bu kadar yüksek ve rahatsız edici olduğu bir ülkede böyle yürürken bazı şeylerin dikkatini çektiğini, o şeyler üzerine yorumlar yaptığını, düşünce gruplarını karşılaştırdığını ve birleştirdiğini fark etti. Yakın çevrenin sessizliği bozulmamıştı ama uzaktan gelen büyük bir hırıltı duyuluyordu, hiçbir zaman sessiz olmayan kentin atardamarlarında dolaşan kanın güçlü hırıltısı. Acaba kaç farklı kaynaktan çıkan, kaç farklı ses bir araya gelip de bu dev tekbiçim sessizlik hırıltısını oluşturuyordu, merak etti..."
                                                                  (l. Durrell / Mekân Ruhu-Akdeniz Yazıları sf:224-25)
Yalnızlığın şeklinin hangi mevsimde daha ürkütücü olduğunu düşünüyorum. Neşeli, kahkahalı, seslerin, hızla buharlaşan şenlikli hâlin, uzun upuzun bir fon oluşturduğu çok yaşlı bir mevsim yaz. Bu yaz etrafımda ses var, yalnız değilim. Poliş bir süredir burada, annem de öyle. Ayrı odalara dağılsak bile seslerimiz duyuluyor. Hep söylenir; ses dalgaları kaybolmazmış, havanın içinde yayılır ve başka cisimlere tutunurlarmış. Bakmayın böyle anlattığıma, anlatırken bile gülüyorum kendime, benim fiziğim kötüdür, hava yerine atmosfer demeye bile utanırım bu yüzden, böyle bilgiler de inanılmaz etkileyici gelir bana. Tüm seslerin değdiği yerde izinin kalması, yok olmaması, belki yıllar yıllar sonra kulağımızda çınlaması. Yok artık, dalga geçiyorum.

Bu yaz böyle geçiyor; bir-iki sayfa kitap okuyarak, farklı yemek tarifleri deneyerek, tuhaf filmler seyrederek, gazoz içerek, hayır, çok fazla gazoz içerek ve çalışarak. En zoru işe gitmek, sıcaklar hareket etmeyi zorlaştırıyor, konuşmayı, dinlemeyi vs. vs. 
Balkonlar bu mevsimin nefesi, hem korkutucu, hem vazgeçilmez. Geçen gün kısacık konuştuk balkonlar hakkında, ben yükseklik korkumdan bahsettim. Şimdi düşünüyorum; ananemin eski evinde kenarlığı olmayan teras vardı ve etrafında çok fazla ağaç. Ben kenarına kadar gider, aşağıya bakardım, sonra hızla gözlerimi kapar, düştüğümü hayal ederdim. Artık tanrı mı beni iterdi, ben mi tanrıyı, bilmiyorum, bildiğim bu sahneden çok etkilendiğim. Bu kadar çok hayal mi korkuya yol açtı acaba? Belki. Peki, hayal kurmak hasta yapar mı birini?

Sesin mekânlara nüfuzundan söz ediyorum, ama ben dokunmaya inanırım. Daha önce belki yüz kere bahsetmişimdir; elimle taşlara, toprağa, eşyaya, beni hissetmesini istediğim her şeye dokunurum. Benim dokunduğum şeyi hissetmemden çok varlığımı ona duyurmak, beni bilmesi, gerçekte istediğim. Eski duvarlar, evler, eşyalar, onlara dokunarak ben buradayım, hemen yanı başınızdayım, diyorum sanki. Yukarıdaki duvar, Samatya'dan. Kilisenin sokağındaki bir duvar. Benim dokunarak yaptığım şeyi, yazıyla yapmak istiyor birileri. Romalı kardeşlerinden duymuş tabii; verba volant scripta manent* ;) Bu fotoda en çok üzeri karalanmış şeyi merak ediyorum; küfür mü ediyor (hiç şaşmam), kızın adını mı yazmış (yazan erkek sanırım, sondaki isim ona ait olmalı), yine bir sevgi sözcüğü mü karalamış, belli değil. Yanından geçerken de, fotoğraflarken de ve işte şimdi size yazarken de aklımdan geçen hep bu, hangi duygu o kelimeyi silmesine neden olmuş. (başkası karalasa bile soru aynı, neden o kelime?) 
-----------------
Sıradan bir konuşmada, karşımızdaki kişiye o anlamsız cümleyi söyleten şey nedir?  Hangi geçmiş deneyim, hangi cümleniz, onu buna iter? Her şeyi kaydediyorum, kederli yüzler, boş duvarlar, şeytanca sözler, hepsinin masum ve hızla ölen bir ruhu var, bunu anlıyorum. Hiçbiri suçlu değil, suçluyu aramayı bırakalı çok oldu, üstelik her arayışın suçu yarattığını da biliyorum. İlk suçlu, elbette arayan, buna da varım, sadece şunu istiyorum; bir mekânda gezerken hissettiğimiz, belki bir an için, göz göze bile geldiğimiz ruhu, burada da görmek. Bir an için, bir saniye ona bakmak. Ellerimle dokunayım, o dursun. Bu kadar yeter, ben anlarım.
------------------
Mezbaha No:5 hâlâ elimde, "so it goes"larla tanıştım, böyle gidiyoruz bakalım;) Bu çok ünlü sözü benim elimdeki basımın çevirmeni "haydi geçmiş olsun" diye çevirmiş. Her okuduğumda gülümsüyorum, hoşuma gidiyor oradaki dalga. Bu bahsi aslında şunun için açtım, ne kadar keyifli bir okuma da olsa, bu mevsime çok fazla uyum sağlayan bir kitap değil Vonnegut'un romanı. Yaz kitapları vardır; hafif, kolay okunan, "pembe" kitaplar filan demeyeceğim size, demem öyle, üstelik midem de bulanır bu tarz kitaplardan, ya da tanımlardan, şunu diyeceğim; yazın okunması gereken, sıcağın ruhunu ele geçirmiş, sıkıntılı, komik, yalnız, çok sessiz, sarı, romanlar vardır. Onları okurken yazın tüm bunalımını yaşar, sıcaktan terler, ama elinizden kitabı bırakamazsınız. Sıcaktan uyuşan bedeniniz gibi sizi büyülemiş, uyuşturmuştur yazar. L. Durrell'i bilir misiniz, hah işte onun kitapları yaz kitaplarıdır. Kitabın içinden harfler eriyerek terlemiş elinize, kucağınıza akar. Başka tarife gerek yok, bu yaz öyle bir romana geçmek için sabırsızlanıyorum.**
---------------------
*söz uçar, yazı kalır.
**muhteşem polisiyelere laf yok, onlar her zaman başımızın tacı, yazın göz bebeği. önümüzde buz gibi bira,  elimizde bir m. walters romanı varken kim bozabilir keyfimizi?

Pazar, Haziran 24, 2012

sana inanmayacaklar



"...burada oturuyorum ve olanlara inanamıyorum.
ve artık inanmak zorundayım.
rüyalar veya kâbuslar.
delilik veya akıllı olmak,
hangisi bilemiyorum..."
                                                              (filmden)


Dün gece, ya da ondan önce (tam hatırlayamıyorum),  Let's Scare Jessica to Death filmini izledik Poliş'le. Ben 70'li yılların filmlerini çok severim, şiddet, seks ve korku öğelerinin en doğal kullanımının, o yılların filmlerinde olduğunu düşünürüm. Her neyse, film; akıl hastanesinde tedavisi henüz biten Jessica isimli bir kadının hastaneden ayrılışından sonra yaşadığı olayları anlatıyor. Jessica eşi ve bir arkadaşıyla şehirden uzak bir köşke taşınıyor ve bundan sonrası şizofreni, hayaletler, zombi hikâyeleri ve vampirlerle dolu bir kabus. Jessica, film boyunca kafasının içindeki seslerle mücadele ediyor, duymamaya çalışıyor, duyduklarından kimseye bahsetmiyor. Kimsenin ona inanmayacağını biliyor, korkuyor.

Kafanın içindeki sese inanmaya başlarsan başka hiçbir sesi duyamazsın, bunu biliyorum. Jessica sesi duymamaya çalışıyordu. İşin tuhafı, ben ona inanıyorum, hem duyduğu seslere hem de kendisine, yaşama isteğine. 
---------------
Vuslat geçenlerde rüyasında beni görmüş, anlatmasını istemiştim, sağolsun anlatmış bu sabah. Bir yaz rüyasıydı sanki okuduğum, soğuk içecekler, dostlar, sohbetler, baktığın yeri görememeler, saklanmalar. Rüyalar beni şaşırtıyor, belki de en çok onların dediğini dinlemeliyim, nereden geldiği belirsiz seslerden daha güven verici, yakın. Belki de bu yaz kâkül kestirmeli, saçlarımdan kurtulmalıyım. Ama ya içimdeki bunaltı, bunaltı.

 ---------------------------
Aşağıda filmin trailer'ı var. Ben online izlemediğim için link veremiyorum ama filme ve altyazısına ulaşmak kolay. Seyretmenizi tavsiye ederim, etkileyici ve şaşırtıcı bir film Let's Scare Jessica to Death. Yazıda kullandığım müzikler ise In Bruges filminden, o filmin müziklerini çok, çok seviyorum, belki milyon kere dinlemişimdir, güzel.

Perşembe, Haziran 21, 2012

çok...

 (foto şuradan)

Evde yanıyorum, bildiğiniz eriyorum sıcaklardan. İnsan böyledir işte, kışın soğuktan, yazın sıcaktan dert yanar, ki haklıdır da (hızlı bir dönüş yaptım;p), nerede şöyle mis gibi esen rüzgârlarıyla bahar havası? Olsa nankör değiliz, kıymet biliriz yani. Neyse, hava durumları sıkıcı, kısa kısa bu cephede;

-Tatile giderken elimde Mezbaha No. 5 vardı, yazmıştım buraya da. Çok mutluydum ya Vonnegut okuduğum için, hah işte o günden sonra kitabı elime almadım, alamadım. Aferin bana:/ 
-İstanbul'da sadece dergi okuyup, gezmiştim. Eve döndükten sonra ise, çok önceden okuduğum ve çooook çok sevdiğim eski bir romana takıldım. Neden, niye bilmiyorum ama aklıma İgnatius geldi, aklıma gelince de tekrar okumak şart oldu. Baştan başlayıp, düzenli bir tekrar okuma yapmıyorum, fakat şuradan bir bölüm, buradan bir  iki sayfa derken, neredeyse kitabı bitirdim. Alıklar Birliği'ni tekrar okuyorum ve bu kitap gerçekten muhteşem. 
-Alıklar Birliği için her on yılda bir okunmalı denmişti, beş yıl önce okumuşum ben, erken mi döndüm nedir?;p (yazın kötü espri yapıyorum. kendimi bilirim, gerçek bu)
-Şu son günlerde herkes gözüme korkunç görünüyor, korkunçluk bende sarkazm mı yaratıyor, yoksa sıcaklar mı beni delirtti bilemem artık, tartışıp duruyorum insanlarla. İştekilerle tabii, başka kimi görüyorum ki zaten. Kavga şeklinde değil bu tartışmalar, ama can sıkıcı, yorucu. Hmmm, saçma insanlar, birden karar verdim sıcakların filan suçu yok.  
-Bu günlerde hoşuma giden tek şey, akşamın serinliğinde (oldukça geç bir saat oluyor bu) tavla oynamak.  Herkesi yeniyorum, ne kadar yetenekliyim ben yahu!;p
-Hastanede rutin kontrol zamanları var. Altı ay sanırım peryodu. Çok çok iyi zamana denk geldi bu seferki. Zaten doktoruma gidecektim, tahlil işi aradan çıktı. Sağlık ve hastalık durumlarıyla ilgili her cümlenin sonunda yazmalıyım; allah kimseyi hastanelere (özel ya da değil fark etmez, ya da biraz fark eder) düşürmesin, zor ve sıkıcı işler bu işler. 
-Eskiden postaneye giderdim para çekmeye, benim için kısa ama önemli bir görevdi bu. Şimdi onu bile astım, kaç gündür gitmem gerek, erteleyip duruyorum. 
-Rüyamda çok odalı bir evde yolumu kaybetmiştim. Evde üç nesil birlikte yaşıyordu sanki ve hepsi de görmüş geçirmiş tiplerdi (valla;)). Uyanınca aklıma Ruhlar Evi geldi, Clara'ya benzeyen bir kadın vardı rüyamda, benim çıkmak istediğim kapıyı psişik güçleriyle kapatıp duruyordu. Hiç hırslı değilimdir, o kapattıkça başka bir kapıya yöneliyordum ben de;p Romanı Gerede'de okumuştum, bin yıl oldu okuyalı, nereden gelip girdi acaba rüyama? Radyoz'de adını görüp bilinçaltıma mı attım yoksa? Kim bilir, rüya en gizemli, en korkunç, en tuhaf evren, bana göre.
-Sağlık demişken, eylül ayında bir karar vermem gerek, biri benim için verse ya bu kararı, nehoşolurtanrım;p
------------
Şimdi itiraf zamanı, oldukça boş geçiyor günlerim. Yaz biraz da boşluk mu demek acaba?  

 (foto şuradan)
(yetenekli demişken... benden de yetenekli insanlar varmış! eh, sadece yüzüyorum ben, ve sahilde uzanıp kitap okuyorum, bu ve bunun gibi hareketlere ise hayranım;))

Pazartesi, Haziran 11, 2012

unutmak gerek, ama bu yazı unutmayalım


"... 
yedi kat yerin altından uğultular geliyor.
çok alâmetler belirdi, vakit tamamdır.
haram sevaboldu, sevap haramdır.
ak kurt, kara tahtayı daha bir yol kemirir,
çekin ki körükleri
                               ateşe girdi demir
..."
n. hikmet/alâmetler suresi 

Yaz, güzel; oynayan çocukların çığlıkları, dışarıdan gelen sıradan sokak sesleri. Benim dışımda bir devinim, beynimin içindeki sesten farklı bir ton, çok iyi bu. Kışın hep kendi sesimi dinledim, yorulmuşum. Bir de sokak düğünlerinden öyle çok nefret etmişim ki, eskiden sevmezdim, ama artık araba sesleri bile güzel geliyor bana. İstanbul'da, yanımdakilere, şehrin sesi eskiden olduğu kadar rahatsız etmiyor beni, demiştim. Sokak düğünleri için tanımlama yapamıyorum, çığrından çıkmış bir eğlence anlayışı, bir çeşit vandalizm. 
---------------------
Niye böyle oluyor bilmiyorum. Kendimi unutmak konusunda eğitemiyorum. Hiçbir şeyi, ama hiçbir şeyi, yok, bir kere daha yazmalıyım; "hiçbir şeyi" unutamıyorum. Konuşmamak zor, sevdiğim insanla küs filan kalamam ben, fakat unutamıyorum. Her gün neden diye sormaktan yoruldum. Peki, onun hiç çaba harcamaması, unutmak istediğin şey önünde dururken üstelik. Kendisini bu kadar yoran başka birini bulamazsınız, benim kadar üzen, yıpratan. Öyle sinir oluyorum ki bu yüzden kendime, iyileşmek için umudum da yok. Aynı soruyu sorup duruyorum; "ama böylesi kurtulmak, kurtulmak mı?" Kendime kızarken elbette şu sonuca varıyorum, hep, her zaman; C. haklı. Affedicilik, tanrısal bir sıfat, insan bunu tam olarak asla beceremez, böyle yazmıştı bana. C. haklı, ama ben unutamıyorum, peki hâl böyleyken, ben haksız mıyım? Neyse, böyle işte durumlar. "C." bugünlerde düşündüğüm ve unutamadığım tek harf. Özet budur.

Geçen gün sahile indik. Bunun nedeni, canım Rüya'yı görmek dışında, olur a yine düğün filan yapılırsa, sesini duymamaktı. İyi ki inmişiz, güzel vakit geçirdik. Rüya çığlık çığlığa, hayatı keşfetmek istiyor, hep etrafta gözü. Biz tavla oynadık, gazoz, çay içtik, sohbet ettik. Geç saatte eve döndük, şansımıza o gece gürültü yokmuş mahallede, sessizmiş ortalık;)

Şimdilik bu kadar, tuhaf bir şekilde kafam karışık. Bir düşünceden diğerine atlıyorum. Kalabalığa karışmak lazım, başka sesler unutmanı sağlamasa da kafandaki düşünceleri dağıtır. Karmakarışık bir ses de ses değildir, eser geçer. Belki biraz baş ağrıtır, o kadar.

Çarşamba, Haziran 06, 2012

bol fotolu, çok kahkahalı, eh biraz da hüzünlü istanbul fotoromanı


Kim demişse, çok iyi laf etmiş; tatil dediğin (ya da izin, her neyse) inanılmaz hızlı geçiyor gerçekten. Bitti, gitti işte. Dün Poliş'le geldik, hava çok çok güzeldi, ben İstanbul'dayken devamlı yağan, ya da yağdı yağacak, eli kulağında olan hava, benim izin bitince güzelleşti. Peki tamam, bu konuda konuşmayacağım, hiç yoktan can sıkmaya gerek yok;) Neyse, annem ben yokken abimlerde kalmış, oraya gittik, yemek yedik, Rüya şekerini sevdik ve eve geçtik. Ben sadece eşyalarımı koyacaktım, akşam nöbet vardı hâliyle, bunları neden anlatıyorum, şundan; evde bizi güzel bir sürpriz bekliyordu, buzdolabı bozulmuş. Sıcaklar tüm ağırlığıyla geldi ve bizim buzdolabı nanay. Ne hoş, Murphy seni seviyorum! Biz yokken elektrikler kesildiği için olmuş sanırım bu arıza. Çok sevimli ve eşitlikçi bir ülkede yaşıyorum, bu son kesinti sayesinde kalan son elektrikli alet de bozuldu, eski evde tüm aletleri yaptırmıştım, buzdolabı kalmıştı, şimdi tam oldu. 

Hmmm, boş verelim bunları, hadi fotolarla tatili özetleyeyim size;

  
C. nin taşındığı ev, Çapa, Kocamustafapaşa taraflarında, böylelikle Samatya ilk gittiğimiz yer oldu. Bizim bulunduğumuz yerden, yürüyerek on, on beş dakikada Samatya'ya varılıyor ve eski evlerin arasında yürümek çok güzel. Samatya kiliselerle dolu, Rum ve Ermeni kiliseleri. Aşağıya doğru yürürken birden karşıma çıkan Surp Kevork'un sarı duvarı benim işaretim oldu. İçimden (ve belki dışımdan da;)) "burayı bulduktan sonrası kolay, yolumu kaybetmem" diye sayıkladım durdum. Bu semtteki çoğu ev eski, ve hatta biraz ilerlenirse bölge gecekondu dolu. İlk gidişimde (daha sonra üç-dört kere daha gittik) çok fazla dolaşmıştım, ilk önce kiliseler ve eski evler yüzümü güldürürken köy yolu gibi bir yola sapıp son ses müzik çalan insanları duyunca biraz bozuldum. Yok, hayır, turistlerin ve gençlerin hiç bitmeyen şaşırma duygusuna sahip değilim, ama üzüntümü engelleyemiyorum. Çirkin mimari, iki dakikada yapılmış gibi duran, derme çatma binalar, düzensiz şehirleşme hepsi Samatya'da var. Nereye baksam (İzmir için de geçerli bu) "kentsel dönüşüm bölgesi buralar" cümlesini duyduğum için, burası için söylendiğinde de şaşırmadım. Kentsel dönüşüm bölgesi imiş Samatya. İyi, peki.

Gezerken pencere önü çiçeğini (fotodaki) görünce aklıma Alkım geldi, onun için çektim o fotoyu, öyle bir yazısı vardı diye hatırlıyorum, ya da Zerka ile bir sohbeti, sanki... Üçüncü fotoğraftaki pencere ise yamuk. Bildiğiniz yamuk, ve onu görünce de Zizek'in Yamuk Bakmak'ını düşündüm. Ben mi öyle bakıyordum, yoksa pencere mi beni buna zorluyordu, bilemedim, ama çok güzeldi çok;)


Neredeyse Taksim'e her gittiğimde Mihrimah'a uğradım. Orayı seviyorum. Hem bunun özel (biraz safça)  bir nedeni var hem de Taksim'in o çılgın, delirtici kalabalığından uzak, sohbet etmeye izin veren hâlini seviyorum. Ablam, Poliş, Lilişka ve ben gitmiştik ilk önce, onlar benim kadar bilmiyorlar o kafeyi, fotoğraf o günden. İznin ilk günleri ve biz daha Goya sergisini gezmediğimizden ben broşürleri inceliyorum, Lilişka ise limonatasını;)


Goya sergisine sonunda gittim. Sergi Pera Müzesi'nde. Benim için çok tatmin edici bir sergi değildi, ressamın gravürleri vardı daha çok. Aslında bir iki yağlıboya resim dışında, sadece onlardan oluşuyordu sergi. Goya en sevdiğim ressamlardandır, kim bilir kaç yaşında bir çocukken onun bir resmini görüp fena korktuğumu hatırlıyorum, hem korkar hem de çok severim ressamı. Evet, sergideki gravürler de etkileyiciydi, aksini söylemek komik olur, esprili, iğneleyici, zekice, fakat benim gözlerim sarsıcı yağlıboyalarını aradı, elimde değil. Her neyse, artık Prado Müzesi'ne gider orada görürüm onları da (e heh) , ayağımıza sergi gelmiş, böyle saçma sapan konuşuyorum yahu, ayıp bana;p


Bu fotoda, Liliş'le sergiyi gezerken yorulduk ve dinleniyoruz. Lily sergiyle pek ilgilenmedi, o daha çok müzenin kapanış duyurusu yapılınca içeride kalacağız diye çok korktu;) Gravürlere bakmasını pek istemedim aslında, çoğu korkunç sahnelerle doluydu, zaten kendi kendisini korkutan bir bebek, bir de rüyalarına girmesin o tarz görüntüler diye düşündüm. Büyüyünce gezer artık. 


(yukarıda St. Antuan. hemen altındaki iki fotodaki ise, bahçesine inen merdivenlerinde fotoğraf çektirdiğimiz "Santa Maria Draperis Kilisesi". bu küçük kilise, St. Antuan kadar gösterişli değil, sessiz ve gizemli.)

İstiklâl'deki St. Antuan Katolik Kilisesi'ni herkes bilir. Ben daha önce -yatılı okulda okurken belki-, gitmiştim oraya. Sonra önünden defalarca geçtim ama hiç uğramadım. Bu sefer de aklımda yoktu, kötü bir günümde birden gittik sayılır. Ben C.'ye çok çok bozulmuş, kızmıştım, o işten çıkmadan evden attım kendimi. Poliş de arayınca ben Taksim'e gidiyorum, istersen gel demiştim. Taksim'e gidişim ise tamamen tesadüf. İlk geçen otobüse binecektim, şanslı bölge orasıymış;p Hmmm, kısa keselim; ilk önce Mihrimah'a gidip biraz içtim, sonra C. geldi konuştuk, sonra Poliş geldi, sessizce bakıştık;), sonra da kilisedeki ayine gidip her şeyin üstüne tüy dikmiş gibi olduk. Böyle sokak ağzıyla konuşmayı sevmem fakat inanın öyle oldu. Katıldığım ilk ayindi ve çok çok komikti bana göre. Zaten üç beş kişiydik (üçü biz, diğer beşi ise gerçek katolikler;)). Çok sinirli ve kasıntı iki din adamı ayini yönetti. Şimdi sormayın kimdi onlar, papaz mı peder mi filan diye, ben akşam ne yediğimi unuttum onu hiç bilemem. Çok somurtkan tiplerdi bundan eminim, bir de otur kalk,  fenalık geldi. Rahmetli Bunuel'i hatırladım ayrıca, çok hak verdim ona çok;)) Ayinin sonundaki komünyon kısmına katılmadık, seyrettik sadece. Aslında ben bir bakış attım Poliş'e, karnım çok açtı ve şarabı değil ama yedikleri cipse benzer şeyin (elbette ekmek) tadını merak etmiştim, fakat o kadar da cesaretli değilim dostlar, yutkunduğumla kaldım;)
Şaka yapıyorum tabii, Katolikler çok sevimli insanlar ve tüm dinler pek şeker, amin diyorum.

;p

A, unutmadan St. Antuan'ın İsa'sı farklı ve güzel. Bahçesi harika. Fotoğraftaki binada oturanlar ise (din adamları?) çok çok şanslı. Ne güzel bir yer, mimarisi, dokusu, havası, her şeyi şahane.
O gün çok sevap işleyip, tanrının gözüne girince ertesi günlerde içmek şart olmuştu. A hah, bunu beklemiyordunuz elbette, ama bu işler böyle;p Dalga geçiyorum, sonraki günlerde Nevizade'ye gittik Poliş'le, bir bardak buz gibi bira eşliğinde önümüzden geçen herkesi fısır fısır eleştirdik. Öyle tahmin ettiğiniz gibi bir eleştiri değil ama, hani şunun gibi; ilk geçen on kişinin arasından sence hangisi...? ilk geçen beş kişiden hangisiyle....? gibi;) Sakın fesatlık yapmayın, hangisiyle ayine gidersin, ve buna benzer sorulardı aklımızdan geçen. Cevaplamak çok zordu, İstiklâl'de ayine gidecek kadın ya da adam kalmamış, durum beterdi valla;p 
Fotoyu böyle dalgalı dalgalı yapmak zorunda kaldım, çünkü çok insan var Nevizade'de. (bak sen!;p) Belki fotoda görünmek istemezler (poz vermedikleri için iyi çıkmamışlardı tabii), diye düşündüm ve böyle daha sade oldu sanki. Fotoyu C. çekti, fena çekmemiş, sağolsun, varolsun.
Bu kadar çok C. dersem, onunla olan bir foto gelir konar işte yazıya;) Burada Pizzeria Trio'dayız. Kiliseye gittiğimiz ve kafamın bozuk olduğu gün yavaş yavaş keyfim yerine geldiğinde ne yesek diye sormuştuk ve ben sessizliğimi bozup pizza yemek istiyorum demiştim. İkisi de gülmüştü bana (C. ve Poliş), niyeyse?;) İstediğim Dominos türü bir pizza değildi, ve sonraki günlerde devamlı; ilk defa spesifik bir şey yemek istedim, beni götürmediniz, ayıp size, dediğim için nihayet bir zaman gittik. Poliş sağolsun, burayı o bulmuş. Ben yeri beğendim, dekoru ve ışığı güzel (C. ışığı beğenmedi, böyle az ışıklı, kasıntı yerleri sevmiyor) ama pizzalarında bir numara yok. Sevmedim, farklı bir lezzet de bulamadım üstelik.
Beni çok kızdırıyor, üzüyor ama gönül bu, seviyorum arkadaşı, elimden bir şey gelmez;p Tamam, ben de onu kızdırıyorum, üzüyor da olabilirim, kabul, fakat o daha çok.... Neyse;) O'nu çok seviyorum.

Eh, biraz da başka mutlu  çiftler; Polişka ve sevgilisi Volkan. Bakın, onları da çok seviyorum, yalan yok, hem zaman, itiraf zamanı;p

Bakalım, başka ne yapmışım... Evet, serin, rüzgârlı bir günde Eyüp'e gittik. C. burayı sevmiyor. Beni şaşırttı bu, dini yerleri sever diye saçma bir ön yargım var yıllardır. Ben Eyüp'ün pragmatik bir semt olarak kullanılmasına şaşırdım ilk başta, dua etmek ve bir şeyler istemek için, gelin-damat, çoluk çocuk geliyorlar Eyüp'e. Bana göre çok tuhaf ve çirkin bir eylem. Neyse, beni ilgilendirmez. Eyüp Sultan Camii, Süleymaniye kadar etkileyici değil, içine girdim, kadınlar bölümü yukarıda. Dua ettim, "özellikle" bir şey istemedim;) Mimarisini inceledim, insanları seyrettim, fotoğraf çektim. Yine her zaman yaptığım gibi (gittiğim her camide yaparım bunu) soğuk ve yumuşak halısında boş boş oturdum, düşünmemeye çalıştım. Orada biraz mutsuzdum. 
Eyüp güllerin ve kedili mezarların cenneti benim gözümde, duaların havada uçuştuğu çok yaşlı bir semt. Bir düşün içinde gezer gibi gezdim orayı, mutsuzluğu geçersek iyi ki gitmişim Eyüp'e ve mutlaka tekrar gitmeliyim. Türbeler, türbeler, türbeler, bütün kutsal ölüler, ne büyük şatafat, aslında nasıl da mütevazı.

Son gün Samatya'da balık yedik. Küçük Ev diye bir yerde oturduk, bakın şurada güzel güzel yazmışlar. Meraklısı için faydalı olur belki. Neyse, sohbet, balıklar, neşemiz her şey güzeldi, sadece C. hastaydı ve doğru düzgün bir şey yiyemedi, o kötü oldu. Sonra Telis diye bir çay ocağında oturduk.  Telis, Samatya'da en sevdiğim yer oldu sanırım. İlk gittiğimde ısınmıştım oraya, sonra Samatya'ya her gidişimizde oturduk. C. hep gider, orada kitabını okur, çayını içermiş zaten. Çayı, kahvesi çok güzel, sahibi sakin, çalışanları sevimli, ucuz ve yemyeşil! (ünlem kullanmaya korkuyorum, seinfeld'deki elaine affetsin;p)

Telis'te çaylar, kahveler, gazozlar içildi ve tavla oynandı elbette. Samatya'ya yolu düşen uğrasın lütfen, hiç pişman olmazsınız, bana inanın.
Kaçak Çay'a da gittim, fakat bu sefer çalan müzikler rahatsız etti beni, çok yüksekti sesi ve fazla gürültülüydü ortam. Demem o ki, Taksim'de kaçış noktası olmaktan çıkmış orası, başka bir yer bulmak gerek. 
 
Miço, Çapa'da küçük bir kebapçı. Bakın onu da şurada yazmışlar;) Çok yorgun olduğumuz bir gün öylesine girmiştik. Tabaklarımızı bitiremedik, hatta pidelere hiç dokunmadık o gün, çok yürümekten bitkindik sanırım, ama lezzeti aklımda kaldı yediklerimin. Onun için burayı yazmadan geçemedim. Güzel yemek yapan yer bulmak benim için zahmetli bir iş, çok zor. Bu yüzden netteki yemek bloglarına ve yemek hakkındaki her yazıya bayılıyorum.Dediğim gibi Miço'ya birden girdik ve memnun kaldık, masadaki yazılar da çok komik ve sevimli, onları okumaktan yemeğe bakamıyorsunuz, burayı da bir kenara yazın bence.
Ve sonunda İzmir. Rüya, bu kadar kısa bir sürede inanılmaz büyümüş. Zaten harikaydı, şimdi iyice şeker, bal, lokum bir bebek olmuş. Halalarının kucağında da pek mutlu;)
-------------
Aman tanrım, saat kaç olmuş! Çok çok çok uzadı bu yazı. Fotoğraflar arasında dağıldım kaldım. Daha onlarca foto var (albüm gibi oldu blog, ne güzel;p), ama devamı sonraya, epey sonraya kalsın. Şimdilik bu kadar.