(Lantern Tangle / Kelly Vivanco)
"Chloé'nin gözüne giren güneş ışınlarından birinin ucunu sertçe kıvırdı. Işın yumuşak bir hareketle kırıldı ve odadaki mobilyalar üzerinde dolaşmaya başladı."*
Hayal kurmayı beceremem ben, eskiden, çok küçükken biraz daha iyiydim, yatağa girdikten sonra uzun bir süre uyumam, düşünür dururdum. Sonra ne oldu, ne değişti bilmem, gitti, kalmadı bir şey. Gerede'de hayal
kurmaya çalışırken otelin tüm seslerini duyardım, müziğin sesini biraz
daha açar, kulaklığımı daha fazla bastırırdım kulaklarıma, tıkırtılar azalır kendi müziğime sığınırdım. Eğer düşündüğüm şeye uymuyorsa müzik, uydururdum. Hayal kurmayı o yaşlarda gerçekten becerirdim. Otellerden ise hâlâ korkarım, gece duyulan ayak seslerinden de. Ama bunu geçelim. Otel yaşımdan çok çok önce, ilkokul zamanları kendimle konuşurdum, iç sesim o kadar yüksekti ki başka bir müziğe ihtiyaç duymazdım. Şimdi düşünüyorum da babamın tabutu evin alt katının girişinde taziyeleri ve belki de en çok kendi kaderini beklerken kulağıma sıkıca yerleştirdiğim kulaklık beni ağlama ve teselli seslerinden değil kendi iç sesimden korumak içindi, kendimle konuşmak cehennem gibiydi, konuşmamak için kendime uyuma taklidi yapmış, ajda pekkan'ın o kasedindeki şarkıları bir daha hiç unutmayacak şekilde beynime kazımıştım. Sanki, şimdi tüm sesler intikam alıyor.
Ben çocuk yaşlardayken, evet boyum bir karışken; henüz televizyonun evlere yeni yeni girdiği zamanlar (ya da bizim eve yeni girmişti, bilmiyorum), tek kanalın kafasına göre takılıp bizi kendi seslerimizle baş başa bıraktığı zamanlardı o zamanlar, oturduğumuz köy evinin bahçesindeki kümese dadanmıştım. Tavuklar için tahtadan bir kümes vardı, içindeki beş on tavuk da benim eğlencem. Onlara yem verirken onların
da benim gibi hemen hemen aynı şeyleri düşündüğünü ve inanılmaz sıkıcı
bir yaşamları olduğu için bana minnet duyduklarını zannederdim. Şimdi bunu doğrulayacak ya da yanlışlayacak
hiçbir şey yok tabii elimde, hâlâ tüm bu safsatanın gerçek olup
olmadığını bilmiyorum. Ben çoğu saçmalığa inanırım, çoğu gerçeğe
inanmadığım gibi. Her neyse, işte o tavuklarla iç sesimle konuşurken ben, büyük ve sessiz bir göz beni takip ederdi. Büyüktü; çünkü nereye gitsem beni görürdü, sessizdi; çünkü ne yaparsam yapayım asla beni uyarmaz bana karışmazdı. Mutlak gölge. Bir gün büyüklerin fındık topladığı bahçeye (çok büyük bir yerdi, tarla belki de) gitmem gerekti, yanımda uzaklardan gelen bir adam, ona eşlik edecektim. Uzun bir yol, yürümeye başladık, "isim, nerede okuduğum, şirin şey", faslını geçtikten sonra, adam bana İstanbul'da yaşadığı bir olayı anlatmaya başladı. Kullanacağı kelimeleri çocuk aklımın hizasına kadar indiriyor, tartıp biçtikten sonra bana servis ediyordu, adam askerdi, anlattıkları komik şeyler olmalı ki gülmeye çalıştığımı hatırlıyorum, gülmezsem ayıp olurdu ama başka şey düşünüp numara yaparsam, hayır anlamazdı. Tek sakınca yanlış yerde gülmemek, onu da becerirdim küçük aklımın hizasına indirilen kelimeler yormamış olacaktı beynimi, kurnazlığa işletmek zor olmuyordu. Çok daldım, doğru yerde güldüm, doğru yerde baş salladım ama yanlış tarlaya gittim. Küçüklerde gurur default geliyor, yalan söyledim; "eskiden burası bizim tarlamızdı, yeni sattık, dün de burada topladılar fındığı." Güldü, nefret ederken severken zorlanmadığımız kadar kolay nefret edilir o yaşlarda, o zaman en birinci düşmanım oldu o adam, hayallerimde kocaman bir düşmana ihtiyacım vardı, itinayla yerleştirdim onu oraya. Rahatlamıştım.
Şimdi, bu yaşlarda her şey nasıl da büyük mesele, nefret etmek bin tartıya, sevmek bin nedene bağlı, hep aynı şarkı kulaklarımda; hayat çok zor, hayat gerçekten zor. Öyleyse Günlerin Köpüğü'nü tekrar hatırlayalım; canımı sıkıyor, canımı sıkıyor, canımı çok sıkıyor.
-----------
*Günlerin Köpüğü / Boris Vian