Pazartesi, Kasım 22, 2021

Lily için


"... Altın saçlarını yana atışı yok mu Lili'nin
Lili'nin yağdan kıl çekercesine inanışı
Lili'nin yağdan kıl çekercesine yaşayışı yok mu
Kuklalar titremesin ne yapsın
Kuklaların kukla olmadığı besbelli
Lili'nin çekip gideceği besbelli
Lili'nin dönüp geleceği besbelli... "*

İyi ki doğdun Lily. İyi ki doğdun ve iyi ki güzel gülümsemen, müzikli sesin ve hep gülen gözlerinle seni tanıdık. Yanımızda oldun, bizimle oyunlar oynadın, sesin sesimize karıştı, aile fotoğraflarını güzelleştirdin, bazen hırçınlığını kucakladık, bazen uykunda öptük seni. Sen bizim için her şeydin, bu korkunç dünyada yaşamak için bir sebep, tüm çirkinliklere katlanmak için aldığımız en güzel hediyeydin. 

Bir gün gitmek istedin, bu bir meleğin tanrıya baş kaldırışı, herkesi ve her şeyi yok sayıp kendisine dönmesi gibiydi, biz inanmadık. "Lily gitmiş olamaz, çünkü Lily bizim sebebimiz", bunu o gün yorgun beynime belki yüz kere söyledim, hadi şimdi tekrar pes et, Lily gitmiş dedim. Gittiğini söylediler, herkesin delirdiğini, belki de senden bir ay önce öldüğümü düşündüm. Hayat bize hep oyunlar oynar Lily, sen mızıkçılık yapsan, huysuzlansan da oyunlar kötü bitebilir, sen yenilebilirsin Lily, ben yenilirim. O oyunlardan birisinin içindeyim, Lily yine huysuzluk yapıyor dedim. Ben buna inandım. Artık hiçbir şeye inanmıyorum Lily, ama sana inanıyorum, gitmenin bir sebebi vardı, en iyi sen biliyorsun o sebebi, sana inanıyorum. Son görüşmemizde benden o tatlıyı yapmamı istemiştin, yaparım demiştim, sen yeter ki iste, iyileşeyim hemen yaparım, birlikte film izler kıkırdarız, seni canımın en en en içi diye severim, sadece bizim güldüğümüz muhteşem espriler yaparız, hep sarılırız, hep sımsıkı sarılırız. 

*Sezai Karakoç / Liliyar

Çarşamba, Mayıs 06, 2020

"senin mi kan, yaralarımdan mı hey kaptan!"


"O, buruşuk haritalar üstünde yollar ve rotalar çizerken, sanki görünmez bir kalem de, onun alnındaki kabartma haritaya bir şeyler karalıyordu."


Tamamen tesadüfen dinlediğim yukarıdaki şarkı, aklımı henüz okuduğum (üç dört ay ancak olmuştur) o kitabın* sakallı, topal ve aksi kaptanına götürdü ve dilimde hep aynı cümle, "hey kaptan, aklım sende kaldı!". Kaptan Ahab'la buralarda olmadığım dönemde -sonunda- tanıştım. Sizinle konuşmadığım zamanlarda çok kadın, çok adam, çok çocuk ve çok hayvan tanıdım ama hiçbiri beni Ahab kadar etkilemedi, ondan çekindiğim kadar hiçbirinden çekinmedim ve onu dinlemek istediğim kadar hiçbirinin karşısına oturup ağzından çıkan sözleri beynime kazımak istemedim. Melville, Ahab'ı Ishmael'in ağzından anlatıyor bize, Ishmael her şeyden önce denizi çok seviyor, denizden ayrı kalmak tabutçu dükkanının önünde dikilmekle eş onun için, ölesiye kasvetli, bize öyle diyor, inanıyoruz. "Ishmael deyin bana." lafından başlayarak söylediği her şeyi aklımızın bir kenarına not ediyor, bu sayede kitabın sonunda denize açılacak, bir gemide tayfalık yapacak kadar iyi biliyoruz gemiciliği. Ben öyleyim en azından. :) Ahab'ın balina avcılığı için yapılmış ve donatılmış gemisinin adı Pequod, gemi Nantucket limanından bilinmeyene açılıyor, hedef balina avlamak elbet ama geminin diğer mürettebatına göre Ahab biraz daha net yolculuğun amacı konusunda, onun niyeti yıllar önce bacağını koparan beyaz balina Moby-Dick'le karşılaşıp öç almak. Bunu gemideki tayfalara ve yardımcı kaptanlara açıkladığı bölüm kitabın en çok etkilendiğim bölümlerinden biriydi, intikam tutkusuyla çırpınan bir yüreğin nasıl acı çektiğini böyle ustalıkla anlatan başka bir metin okumadım sanırım. Yok, haksızlık edemem, Shakespeare'in çoğu eseri ama özellikle Othello bu acıyı nefis anlatır. Zaten Melville'in Moby Dick'ini okurken çoğu zaman Shakespeare metinleri geldi aklıma, aynı coşkulu anlatım, aynı heyecan. Bloğu unutan unutmuş, okuyan kimse kalmamıştır da, olur a varsa biri buranın kitap anlatma, özet sitesi olmadığını bilir, onun için özet geçip okumak isteyenin hevesini kırmayacağım. Belki daha sonra, bloğa yazmak eskisi gibi sıradan ve rutin bir iş olursa benim için, o zaman anlatırım diğer karakterlerin bana düşündürdüklerini, yardımcı kaptanlar Starbuck, Stubb ve Flask'ı ama en çok Starbuck'ı! Ishmael'in yakın arkadaşı Queequeg'i (tanışmalarını okumak çok keyifliydi, kitabın en çok güldüğüm kısımları oralardı sanırım) ve özellikle Moby-Dick'i, o güzeller güzeli (hayır, bende etkili olmadı canavar imgesi) beyaz balinayı. Ama şimdi bir şiirle bitireyim yazıyı, çok çok gençken okuyup asla unutmadığım, handiyse ezberlediğim Gülten Akın şiirini yazıp noktalayacağım bu satırları. Bu olağanüstü şiiri, şairin romanı okuyup nasıl bir heyecanla yazdığını öyle içten, öyle derinden anlıyorum ki, aynı heyecanı şiiri her okuyuşumda hissediyorum çünkü, gözlerim doluyor etkisinden. Çok seviyorum seni Gülten Akın, şiirin canımdır. 

Göğü gördüm imkâna tutuldum düşü sevdim
dalıp çıkmalarım "orda bir şey"e dönüktü
kaç kez bir şey, başka bir şey

sıçradım hem yittim

hem belirlendim

derin durdum, teknenin altına girdim

sarstım

sarsıldım vuruşun gitgide usta vuruşuydu

sustum düşe düştüm
senin mi kan, yaralarımdan mı
hey kaptan
ne balinayım ben şimdi inadı içinde
ne senin mavi balinan**

-----------------



İki satır kendimizden bahsetmeden gidilmez, ateş almaya gelmiş gibi olur değil mi? Eee, nasılsınız görüşmeyeli? Beni sormayın! Bir garip hâllerdeyim, sıkıntı, sıkıntı, sıkıntı. Son olayları anlatıp hem kendimi hem de sizin içinizi daha da karartmayacağım ama hayatımdaki konuşulacak değişikliklerden bahsedersem eğer, taşındım en başta, İzmir'i yıllar sonra geride bırakıp İstanbul'a yerleştim. C. ile evlendik, birlikte yaşıyoruz artık, sadece bunu değiştirdi evlilik, izinlerde yaşadığımız simülasyon uzuuuuuun mu uzuuuuun bir duruma dönüştü böylelikle. Olsun bakalım.:p İstanbul'a alıştım, zaten yatılı okulu burada okuduğum için sorun olmadı alışmak ama etraftaki güler yüzlü insan sayısı azaldı birden, İstanbul gülmüyor dostlar, suratlar hep asık, her daim içki sonrası baş ağrısı hâllerinde. Bu da olsun bakalım, dert değil, biz de somurturuz koltuğumuzda. Aaa evet koltuk, yine koltuğumdayım ahah, bir bu değişmedi işte. Popomun izini bu sefer buradaki koltukta bırakıp gidiyorum yatmaya, artık Oblomov'un tembelliği mi dersiniz durumuma yoksa Bernhard'ın berjer koltuğunda çemkirmesi mi bilmiyorum, fakat ben, biri kurgu biri gerçek o iki adamı da seviyorum, öyle böyle değil hem, çok! 



--------------

* Ben romanı YKY baskısından, Sabahattin Eyuboğlu ve Mîna Urgan'ın müthiş ve şiirsel çevirisiyle okudum, tavsiye ederim. Fakat sakın ama sakın benim yaptığımı yapıp kitabın başındaki Urgan'ın yazdığı önsözü okumayın, önsöz güzel olmasına güzel, yalnız romanın en önemli kısmını anlatıyor, spoiler veriyor bildiğin, şok olmuştum okuyunca. Bir de yakınlarda  (2019'un sonlarındaydı sanırım) Sel Yayıncılık Deniz Keskin çevirisiyle romanı bastı, okuyanlar memnun, ona da bakılabilir. Ben bir de Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Chaboute' nin çizimlerini yaptığı Moby-Dick kitabını çok merak ediyorum, alınacaklar listemde var, elime geçtiğinde konuşuruz. 

** Şiiri şairin sesinden dinlemek isteyenler için nefis bir sitenin bağlantısını bırakıyorum buraya, ben belki milyon kere dinlemişimdir. 

Cumartesi, Aralık 16, 2017

istediğiyle çıkardı yollara / giderdi hiç istemediğiyle *


Yukarıdaki küçük sehpadan başımı çevirip odaya bakıyorum, ı ıh aradığım şey orada değil, şehre çeviriyorum yüzümü, kış ayında bahar sıcağıyla gevşemiş, biraz şaşkın sanki, nedensiz ifrata kaçan ergenler gibi başıboş ve sorumsuz görünüyor. Hoşuma gitmiyor bu görüntü, kitabıma dönüyorum. Şair, "odaları şarkı tutan ev" diyor,

biri mistik biri güncel biri öyle eski
pancursuz, yeşile gizli, çekilmiş yarışmalardan
melâli hüzünden ayıran ev

işte o ev"


Gülten Akın'da kalıyorum. 


Onun dizelerinde duran başka bir kadının olduğu bir film var, onu izlemeliyim. Sıkıntımın hafiflemesine değil anlam kazanmasına yarar belki, apansız eylüle giren bu evi ısıtmalı, bir şeyler yapmalıyım. Ve gittim, sonunda izledim dün akşam. Yıllar yıllar önce çok güzel filmler izlediğim Desem sineması'nda gösterimdeymiş, oraya bunca zaman sonra geri dönmek benim gibi ottan boktan etkilenen (!) alık bir kadın için ağırdı, yine de omuzlarımı dikleştirdim, kalbimi karartıp girdim içeri (ahah). "İşe Yarar Bir Şey", muhteşem bir film değil, hatta çok güzel bir film de diyemem ama ben sevdim filmi. Filmdeki kadınların sözsüz iletişimini (yönetmen dahil), Leyla'nın hüzünlü ama sıcak bakışlarını, tren yolculuğunu ve özellikle Gülten Akın okunmasını çok sevdim. Film daha yeni vizyondaydı, konusunu herkes duymuştur bir yerlerden, seyreden de seyretmiştir zaten (ben çok geç kaldım!) anlatmak anlamsız fakat çok hoşuma giden bir sahneden bahsetmek istiyorum kısaca. Yemekli vagonda kendi kendine (kimse eşlik etmediği için) içip türkü söyleyen adama Leyla'nın eşlik etmesi nefisti. Ben de içimden onlarla birlikte söyledim türküyü, çok güzel bir sahneydi. Bir de Leyla akşam yemeğinden dönerken İzmir'in tenha sokaklarında yürüdüğü sahnede gözlerim yaşardı. Bu bende klasiktir, hele son zamanlarda "patetik" ama gerçek bu, duygularımı saklayamıyorum. Neyse geçelim. Aaa, bence komik bir şey daha var film ve benimle ilgili, onu da yazayım; filme gitmeden özellikle film hakkında bir şey okumak istememiştim. Yönetmen, senarist, oyuncular ve tren yolculuğu dışında pek bir şey bilmiyordum. Trende iki kadın karakter konuşurken gidilen yerin deniz kıyısında olduğundan filan bahsettiler sanırım ama ben nedense ısrarla doğuya -Kars'a mesela- gidiyorlar diye kodlamışım, karşıma birden İzmir çıkınca şaşırdım, mutlu oldum. Yüzüm aydınlandı birden, İzmir öyle güzelsin ki..


Eve döndüğüm gibi çay koydum, canım ne şarap ne de başka bir şey içmek istedi, çay içip bir film daha izleyecektim. Hiç aklımda yokken ve pc'de onlarca film sırada beklerken sanki hipnoz olmuş gibi gidip o filmi seçtim. Şimdi düşününce bana büyük bir tesadüfmüş gibi geliyor; yine bir kadın yönetmenin filmi, yine hikâyesinde iki kadının ana karakter olduğu bir film; Tereddüt. Tereddüt, İşe Yarar Bir Şey gibi eksiklerle dolu bir film, oyunculuklar abartılı, bazı sahnelerde 'sanki' yanlış oynanmış fakat çok önemli bir film. Ben sevdim ve filmi izlerken çok düşündüm. Yeşim Ustaoğlu'nun filmindeki iki kadın karakter yaşam tarzı ve kişilik olarak birbirlerinden oldukça farklı iki kadın, Elmas küçük yaşta kendisinden yaşça büyük bir adamla zorla evlendirilmiş sessiz bir kız, Şehnaz ise kendi ayakları üzerinde duran, modern bir hayat yaşayan bir psikiyatr. İkisinin yolu bir trajedi yüzünden kesişiyor. Buraları geçelim, bana kalırsa yönetmenin derdi kadın olmak, kadın cinselliği ve elbette erkek tahakkümü. Şehnaz'ın kocasıyla sevişirken yaşadığı tatminsizlik, adamın erken boşalması, sadece kendi bedenini düşünmesi ve Şehnaz'ın seks bittikten sonra kendini ağlayarak tatmin ettiği sahneler ve Elmas'ın her gece inandığı ve sığınabileceği tek şey olan tanrıya yalvarıp "bu gece gelmesin, lütfen bu gece gelmesin, bu gece olmasın" haykırışları, sonunda tabii kocasının tecavüzüne uğraması, yatağın içinde sessizce ağlaması Şehnaz'la çok benzer. İki kadın da cinselliği bir cehennem gibi yaşıyor. Şehnaz'ın sevişmeyi isteyen, arzulu ve seksi başlatan kadın olması farklı anlamda cinsel şiddet yaşamasına engel değil. 

Ooo, kaptırmış gidiyorum, burada keseyim. İki filmi de izleyin, gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum. Ben kadın gözüyle çekilmiş ve oynanmış iki filmi de çok önemli buluyorum yerli sinema açısından. Ve kendi adıma önemli tabii, iki filmi de izlerken etkilendim ve çok düşündüm. İmdb puanlarını yedi! versem de izlediğim için memnunum. ;) Şimdi buraya güzel bir müzik koyup şarabımı tazeleyecek, sonra da hafif (olmasını umduğum) bir film seçeceğim, hadi hadi, gece bitmeden buradan kalkmalıyım. (kendimle konuşmalar volume yüzbinmilyon)




(yazının müziği de bir kadından gelmeliydi tabii, Eleni Karaindrou - eternity and a day, nefis. )

--------------
* Gülten Akın / Sonra İşte Yaşlandım (kısa şiir - on iki) 

Pazar, Aralık 03, 2017

"bir düşünceyi iter gibi"

(fatih-istanbul / mayıs 17)

“Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağı sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.” 

                                                                           Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra / Barış Bıçakçı

Yukarıdaki fotoğrafı çöp atmak için dışarı çıktığımda çekmiştim, çoğu şeyi unuturum ama o anı unutmadım. Binalardan kurtulup bulutları yakalamak mümkün değildi, hafif sağa kaydım, eğildim, ilerledim ama işte "katı olan her şey buharlaşmadı", bulutlara "hadi sizi bir de tek çekeyim" diyemedim. Fakat burada bir şey var, olması gerekenin olduğu, bulutların güzelliğine kanıp çöpü atmayı unutmamamı sağlayan bir şey. O şey, siyah duvara yapışmış gibi duran, nefes alamayan küçük pencere, küstah kirli yeşiliyle hangi yönden bakarsam bakayım nasıl bir kalple (dalga geçmeyin, sakın!) tasarlandığını anlayamadığım çirkin bina, hemen yanındaki sen varsan ben de varım, bu çirkinlik büyümeli kod adlı komşu bina. O şey kendime gelmemi sağlıyor. Bulutların dünya dışı yumuşaklığına, rengine kanıp yemek yapmayı unutmamamı, markete gitmemi, akşam gelecek sevgilimi karşılayıp bir günü daha kazasız belasız bitirmemi sağlıyor. Başardı da. Bulutla birlikte uçan kuş, iyi ki seni o akşam üstü görmedim, iyi ki.



Boş verelim fotoğrafı, Mayıs bitti, Aralık'tayız. Kim bilir yine kimin aralığında, sallanan salıncakta. (ne zaman ama ne zaman biri aralık dese, hangi aya girdiğimizi öyle sıradan, öyle gelişigüzel söylese ben o şiirde kalırım. elimde değil, büyü gibi bir şey. inanırsın inanmazsın fark etmez, vurur geçer.) Dağıldım yine, tamam toparlıyorum.  Yeni yazarlara çok fazla şans tanımam, bunu buraya bin kere yazmış, milyon kere söylemişimdir. Elim hep, hayal kırıklığına uğramanın yüzdesinin çok düşük olduğu sağlam referanslı yazarlara, eskilere gider benim. Yanılmak hoşuma gidiyor, güzel bir sürpriz gibi mutlu oluyorum. İzmir'e gelirken nefes nefese ve ter içinde bindiğim uçakta başlayıp geçen gün bitirdiğim Barış Bıçakçı'nın Bir Süre Yere Paralel Gittikten Sonra adlı kitabı işte böyle mutlu etti beni. Başladıktan sonra nöbetler yüzünden verdiğim kısa bir ara dışında nefessiz okudum. Biraz çay, biraz kanyak (konyak demekten daha güzel) ve sağır edici bir sessizlik eşliğinde okudum, çok sevdim. Barış Bıçakçı'nın ismini duyalı epey olmuştu, hatta bir kitabından uyarlanan filmi izlemiş, sevmiştim. Ama sonra yolum hiç kesişmedi onun kitaplarıyla, İyi ki okumuş, iyi ki tanımışım onun naif, kırılgan ve deli karakterlerini. Ben öyle delileri çok severim, yok, deli gibi severim, bu daha doğru.
(brugge-belçika / kasım 17)
(Başak düşerken, ya da belki saçlarını aşağıya sarkıtırken saçlarının arasından böyle görüyordu sanki dünyayı. Toparlayamadığı düşünceler, kontrol edemediği yaşam gibi. Bilmiyorum bana öyle gibi geldi, hadi öyle olsun.)


Schubert (Perenyi, Schiff)
(müziksiz olmaz. bu nefis yorum bloğun arşivlerinde kalsın, yıllar sonra havalanmayı başarıp yere çakılmadıysak eğer, dönüp dönüp bunu dinleyelim. yere uzanalım toprak ve gök bunu söylesin bize, sonra ölsek de olur. hiç acımaz.) 

Cuma, Ekim 27, 2017

"gerçek dünyanın çamurunda donduğumda"


"Düşlerimdeki dünyada bir çayır var.
Rüzgar, ağaçların dallarını
gölün üzerine ışık haleleriyle düşürüyor.
Ağaçlar uzun, büyük ve yalnız
altındaki toprağı gölgeliyor.
Bir gün gelecek gövdesine sırtımı dayayıp
güneşin ısıttığı ama hiç yakmadığı
bir vadiyi seyredeceğim.
Yaprakların düşüşünü seyredeceğim.
Yeşilden sarıya
sonra kırmızıya dönüşünü.
Hiç yaprak kalmayana dek.
Ama ağaçlar hiç ölmeyecek.
Çünkü bu yerde kış hiç yaşanmıyor.
Sevdiğim her şeyin olduğu
bu yerin ortasında.
senin olduğun bütün anıları saklayacağım.
Senin seven gözlerinden uzak bir şekilde
gerçek dünyanın çamurunda donduğumda ise
bu dünyaya dönüp kendi gözlerimi kapatıp
seni tanımanın sade mükemmelliğiyle kendimi avutacağım."

Yeni filmler arasından bu gece izlemek için bir film bakınırken Wind River'a rastlamam ve filmin şahane müziklerini Nick Cave ile Warren Ellis'ın yapması nereden baksan şans işi ama filmde söylenen şey de doğru, üstelik daha sert ve can acıtıcı; kurtlar şanssız geyikleri öldürmez, zayıf olanları avlarlar. Wind River bembeyaz bir film, buz gibi bir havada, donmuş devasa ormanın içinde "doğaya" sığınmış ve onun esiri olmuş insanları izlerken nefessiz kaldım ben. Sakin, sessiz bir film fakat iz bırakan cinsten. İnsan doğasını ve o korkunç simetriyi düşünmekten geceleri uykusuz kalıyor ve kabuslarla uyanıyorsanız bu film tam size göre, kaçırmayın derim. 

Aylar geçmiş buraya yazmayalı, ne ayı, yılı devirmişim buraya uğramadan! Çok meşgul filan da değildim aslında, büyük, önemli işler de yapmadım, elim yazmaya gitmiyordu sadece. İçime konuşmaya alışınca burası zor ve anlamsız gelmeye başlamıştı tabii. Her neyse, bu film tavsiyesi ısınma turu olsun, buralara uğrayan kaldıysa hâlâ bir iyilik yapmış olurum hem. Birkaç gün önce eskilerden bir film izlemiştim, Julie Delpy'nin The Countess filmi, bakın o da boktan ve anlaşılmaz insan doğası üstüne ilginç şeyler söylüyor, onu da not alın bir kenara, muhteşem bir film değil, tuhaf ve sarsıcı. 

Filmde canımın içi, bi tanem! (heheh, ergenlerin fan olayını bu adam için ben de yaşıyorum sanırım) Nick Cave'in müzikleri vardı ve nefisti ama bu yazıya başka bir müzik koymak istiyorum ben, kaç gündür evde, işte, arabada durup durup dinlediğim Schubert'in Trio op. 100'ü filmi izlerken aklımda, kulaklarımda, kalbimdeydi. Burada da dursun. Bana kalırsa bu şahane eser insan doğasını sözsüz ve görüntüsüz kusursuz anlatır, keşke büyük bir megafondan tüm şehre, ülkeye hatta dünyaya dinletilse ne güzel olurdu. İyice uçmadan Barry Lyndon'ı da anayım ve gidip yatayım. Op. 100 (Piano Trio in E-Flat) denince Barry Lyndon aklıma gelir benim, tekrar izlemeli o filmi, ama ne zaman, ne zaman!? Zaman en büyük düşmanım benim ve yenemeyeceğimi bildiğim için kavgayı bıraktım. Bakın bu aforizma gibi şey de filmden, orada zamandan bahsetmiyordu tabii, mesele de farklıydı, ben kendime uyarladım.:p 

Pazar, Haziran 05, 2016

kırık

(foto şuradan)

                                                                 “The world breaks everyone, then some become strong at the broken places"
                                                                                                                                                                  e. hemingway

Kendi evine yabancı gibi girmek nasıl bir his bilirsiniz, uzun bir tatil yapar, eve girdiğiniz gibi kapıları pencereleri açar, her yeri havalandırır ama yine de nefessiz kalırsınız. Aceleyle bir şey yapmak, çay demlemek, çiçekleri sulamak, korkunç rüyalar, nefis düşler eşliğinde saatlerce uzandığınız yatağınızda uyumak istersiniz. Şimdi aynı hisler içindeyim; ses çıkarmaya korkarak, parmak uçlarımda bloğa göz atıyorum. Sanki yazacak hiçbir şey kalmamış, anlatacak hikâyeler bitmiş, dinlenecek müzikler susmuş, burada bir şey kırılmış ve öyle bırakılmış gibi, tamir edilmemiş. 

Geçenlerde harika bir şey öğrendim, bir japon tamir/yama sanatı; adı Kintsugi. Kintsugi özetle şöyle; kırılan, hasar görmüş bir objenin kırık yerleri altınla yamanıyor ve parça değer, işlev kazanıyor. Burada önemli olan, eşyanın eskisinden daha güzel, daha etkileyici olması değil, yaraların (yara? metaforlar başlasın hadi) kuvvetle vurgulanması ve nesnenin artık daha güçlü olması. Çok etkileyici değil mi, ben hayran hayran bir sürü görsele baktım, nefisti gördüklerim, sonra kendime döndüm tabii (bingo!) ve işte sorular başladı. Işığın yaralarımızdan girdiğini bize fısıldayanı biliyoruz tamam, bu rahatlatıyor ama bir de intihar eden o yazar var, aklıma geldikçe canımı acıtan. Nasıl daha sıkı basar ayaklarımız toprağa, nasıl bir tamirle su sızmaz tenimizden, bu kadar kırılmaya, yaralanmaya hangi ilaç iyi gelir? Bilmiyorum. 

Yazı diye fısıldayan oldu geçen sabah (yoksa gece miydi?), yazıya inancım eskisi kadar güçlü değil, üstelik yamalarım da altından değil ama neden olmasın dedim, denemeye değer. 



(p.s.: 3-4 ay önce yazdığım yazıda Benim Adım Kırmızı'ya başladım demişim, utanarak itiraf ediyorum; hâlâ aynı roman var elimde. Kafam karışıktı bıraktım, uzun bir süre elime almadım, sonra tekrar döndüm. Karakterleri unutmuş, her şeyi birbirine karıştırmıştım tabii. Baştan aldım, şimdi büyük bir zevkle okuyorum, hatta bu sefer özellikle bitmemesini istiyorum sanki, son bölümlerdeyim ve her gece, her sabah kitabın aşkıyla giriyorum yatağıma. Ondan bir iki sayfa okumadan da uyumuyorum. Çok büyük bir roman Benim Adım Kırmızı, Pamuk büyük romancı, bu kitap yazarın en sevdiğim romanı olmayacak biliyorum, ama iyi ki onu okumadan ölmemişim diyeceğim, bu kesin.)

Çarşamba, Şubat 10, 2016

nasılsa öyle

Yine bir sürü zaman geçmiş, en iyisi hiçbir şey olmamış gibi sakince ve "nasılsa, aynı öyle" konuşmaya devam etmeli. Herkes bunu yapıyor ve buna yaşam deniyor işte, bakın ben de öyle yapacağım; 


The Affair izliyorum, ilk sezonda hızlıydım fakat ikinci sezona oldukça geç başladım. Yine de başlamış olmak bile benim için mutluluk sebebi, hiçbir şey yapamamaktan ve çoğu şeyi yarım bırakmaktan yana dertliyim çünkü. Her neyse, dizi gayet güzel, ilk sezonda beni rahatsız eden klişeler, durumlar vs. vardı ama ikinci sezon çok iyi başladı. İzleyen varsa karakterleri biliyordur, Helen'in gözünden anlatılan bölüm harikaydı. Zaten dizide -sanırım- yalnız iki kişiyi anlıyorum; Alison ve Helen, gerisi benim için sadece boşluk. Biraz şarap ve dizide edilen bir laf uzun zamandır unuttuğum bloğu hatırlattı bana ve yazmak istedim. (bir de "bizans" tabii, bana seslenmesi ihtiyacım olan şeydi, çok iyi geldi. buradan da teşekkür etmek isterim.) Dizideki ana erkek karakterin yayımcı dostu söylüyordu o lafı, yazar olan karakterin üzerinde çalıştığı kitabın nasıl gittiğini soruyor, onun, editörüyle kitabın sonu konusunda sorun yaşadıklarını söylemesi üzerine, "sonunda zorluk yaşıyorsan, başında içine etmişsindir." gibi bir şey diyordu. Bayıldım, bayıldım! Liseli çocukların her duydukları aforizmayı bilge bir lafmış havasıyla oraya buraya yazmaları gibi ben de hemen size söylemek, buraya yazmak istedim. Hayatın sırrını öğrenmiş değilim fakat ekrandaki kadın bunu derken sanki her söz silindi, kulaklarım yalnız onu duydu. Kadın haklı hanımlar beyler, siz siz olun mevzu ne olursa olsun işin başında adımlarınızı dikkatli atın, sonra, sonrası yok, olmuyor işte. 

Benim Adım Kırmızı'ya başladım. Aslında başlayalı epey oldu, ama oldukça yavaş ilerliyorum. Düşünüyorum da en fazla haksızlık ettiğim kitap bu olmalı, çünkü okurken çok zevk almama rağmen (aksini düşündüklerimi yarıda bırakıp devam etmedim, ya da başka bir zamana erteledim zaten) okumayı uzun aralıklarla yapıyorum. Neden bilmem, insan hem isteyip hem de uzak kalmak için her şeyi yapabiliyormuş demek. Saçmalıyor muyum, olabilir, şarap ve gün çok uzundu ondandır. 

Cumartesi, Kasım 28, 2015

şeyler

 

Bizi biz eden şeylerden vazgeçmek ne kadar zor; duruşumuzdan, bakışımızdan, bize ait olan kelimeleri seçip, bize ait olan vurguyla konuşmamızdan, acılarımızdan, o acıların var ettiği yaralardan (yoksa tersi mi?), tüm bunlardan, kendimizden vazgeçmek ölüm gibi. Bilmek işe yaramaz, sen bu değilsin dersin, başka bir şey yapabilirsin, farklı bir tepki verebilirsin, başka bir sözcüğü koyabilirsin diğerinin yerine, o hayal olmaz, daha iyisini düşle ama çok iyi bilirsin ki sen busun, bu kadar. Çünkü seni sen yapan şeyler kurmuş o çatıyı, elinden hiçbir şey gelmez, yine elinde olmayan üflemeyle yıkılacak, ağlayıp üzüleceksin. Bu akşamın bulutu da buymuş, kaç saattir yağmurunu yağdırıyor üstüme, şaka bir yana bugün yağmurla senkronize düşünüp durdum, o durdu, ben günlük işlerimi yaptım, banyo, çamaşır, yemek, ıvır zıvır, eh yağdıkça da düşünmeye devam. Kış hastalığım (kabusum benim!) farenjit yüzünden uzun süredir şarap filan içemiyordum, bu akşam bir bardak şarap koydum kendime, yanına da yeşil elma dilimledim ve çoook zamandır aklımda olan bir filmi izledim. 


Short Term 12, düşük bütçeli bir film ve sanırım bağımsız. Film hakkında hiçbir şey okumadım henüz, araştırmadım da onun için emin değilim ama bağımsız bir havası(!) var. Yetimhane işlevi gören fakat daha kısa süreli konaklama sağlayan bir koruma evindeki  çocukların hikâyelerini, yine orada çalışan gözetmenlerin hayatlarıyla birleştirerek anlatmaya çalışan bir film Short Term 12. Grace, orada çalışan genç bir kadın, adı gibi zarif, ince. Grace, yurttaki çocukların yaralarını iyileştirmeyi beceremeyeceğini biliyor, ama en azından onlarla iletişim kurmaya çalışıyor, kanamayı tam anlamıyla kesmesi mümkün değil, yine de yarayı sarıp acıyı azaltmayı, ölümü geciktirmeyi deniyor. Fakat onun geçmişi de karanlık, sorunlu. Kendisine bu süreçte yardım edebilecek tek kişi sevdiği adam, belki onun ilgisi, göz yaşartan sevgisi (evet, benim gözlerim azıcık doldu) ve karnındaki bebek sayesinde hayat daha kolay olacak, belki tabii, bilmiyoruz. Filmdeki ahtapot ve köpek balığı hikâyesi çok güzel, çok naif. Buraya da yazacaktım ama üşendim, olsun, belki merak edip filmi izlemenize sebep olur. (şiişt, dayanamadım yine. masal şurada var. filmi izlemeye vaktim yok ama masalı dinleseydim keşke diyenler için amme hizmeti olsun bu)

Yazının başında bizi biz eden şeylerden bahsetmiştim ya, filmi izlerken de kaçamadım kendimin 'şey'lerinden, üstelik sadece ben değil, Grace de kaçamıyordu kendisinden, Jayden da, ahtapot ve hatta köpek balığı da. Yalnız değilim dedim, şarapla elmayı şarapla elma yapan şeye sığındım ben de, bilirsiniz ikisi de pek masum değildir hikâyesiyle.

Cuma, Kasım 20, 2015

"ah, ne olacak şimdi?"


Portrait of Katherine Mansfield - Anne Estelle Rice (1918)

Bertha her şeye sahip; sevdiği bir adam, güzeller güzeli bir bebek, hep hayal ettiği gibi bahçe içinde bir ev ve evdeki yardımcılar sayesinde kendisine ayıracağı bir sürü zaman. Bertha'nın uzun bir süredir yanından ayrılmayan bir şeyi daha var, tarif etmesi imkansız, isimlendirmesi zor, sanki öğleden sonra güneşinden bir parça yutmuş da içinde kor gibi yanan bir duyguya dönüşmüş gibi bir "şey". Bertha bu hisse ne isim vereceğini bilemiyor; neşe, sarhoşluk, coşku, heyecan, ama hayır, tüm bunlar yüreğindeki bu tanrısal ateşi karşılamıyor. Mutluluk, katıksız mutluluk olmalı bu, onunla nasıl başa çıkacağını bilmediği bir koyu karanlık aslında. Akşam misafirleri gelecek, kocası onu çok az geç kalacağını söylemek için arıyor, konuşmanın sonunda telefonu tam kapatacaklarken Bertha, sesleniyor; "Ah, Harry!" Kocası soğuk ve ilgisiz bir sesle ne olduğunu soruyor. Söyleyeceği hiçbir şey yok Bertha'nın, yalnızca bir saniye de olsa bir ilişki kurmak istiyor sevdiği adamla, yüreğinde taşıdığı ateşi hissettirebileceği bir ilişki, olmuyor. O hisle akşam oluyor, misafirler geliyor; marjinal bir çift, bir şair ve Bertha'nın hep gittiği kulüpte tanıştığı genç bir kadın. Bertha, adından başka hiçbir şey bilmediği bu kadını gizemli buluyor, neredeyse ona hayran, kocasına kadından bahsederken çözemediği bir bilmece gibi anlatıyor ama kocası tepkisiz ve alaycı karşılıyor onun bu ilgisini. Kadından tuhaf bir şekilde hoşlanmıyor, küçümsüyor. Yemek, keyifli geçiyor, Bertha'nın katıksız mutluluk kabı doldukça daha çok doluyor, dışarıdaki muhteşem ay, rüzgârda usul usul dans eden armut ağacı, konuşmadan onu anlayan konuğu genç kadın, hepsi kusursuz. 

Gecenin sonunu hikâyeyi okuduğunuzda öğrenirsiniz. Sanki yeterince sır verdim gibi, artık durayım. Mansfield'den daha önce bahsetmişim, çok çok sevdiğim Ölü Albayın Kızları öyküsünü anlatmışım burada. Geçen gece, belki üçüncü kere bendeki kitaba adını veren Katıksız Mutluluk öyküsünü okudum. Bu öyküde beni çeken bir şey var, Ölü Albayın Kızları kadar sevmesem de bu başka bir şey, bakın, Bertha'nın içinde kor gibi yanan o hisse isim verememesi gibi ben de takıldım işte, ne demişler; türdaşlarımızla paylaşmadığımız hiçbir niteliğimiz yoktur! (yazının başından beri çatık olan kaşlarım gevşedi, güldüm. alatlı ile mansfield'ı aynı yazıda anmak aklımın ucundan geçmezdi. ama kader..) Bu öykü üzüyor beni, korkutuyor; Bertha'nın öykünün sonunda içindeki duyguyla nasıl halleşeceğini bilemiyorum, belirsizlik canımı sıkıyor. Kim bilir, belki de her okuyuşumda bir cevap bulurum umuduyla başlıyorum öyküye, kendimi "unuttum bu öyküyü ben, hatta okumamış bile olabilirim!" yalanına inandırıyor ve defalarca okuyorum. Yok, cevap bulamadım hâlâ, sadece şunu söyleyebilirim; "o şey" eksik kalsın, katıksız mutluluk, katıksız bir mutsuzluğu getirir beraberinde çünkü. Hem armut ağacının çiçekleri bana yeter, sonra gökyüzünde ışıl ışıl ay var ve bir sonraki öyküde rüzgâr*.

---------------------

* Bendeki İş Bankası Kültür Yayınları çevirisinde Katıksız Mutluluk öyküsünden sonra gelen öykünün adı; "Rüzgâr Esiyor" ama sanırım başka çevirilerde aynı öykü "Ah Bu Rüzgâr" diye çevrilmiş. Bana kalırsa "ah"lı olan her şeyin güzel olması gibi o isim de daha güzel.

p.s.: Her gece yatmadan önce ilaç niyetine bir Mansfield öyküsü okuyorum, iyi geliyor. Yatağımda müziği ayarlamak zor, bu yüzden ben sessizlikte okuyorum ama siz eğer müzik açabilecek bir ortamdaysanız bu zarif kadının en az kendisi kadar zarif ve ince öykülerini Edward Macdowell müziği eşliğinde okuyun, birbirlerine çok güzel eşlik ettiklerini göreceksiniz. 

Salı, Ekim 06, 2015

kışa hazırlık; battaniye altı film tavsiyeleri




Fırsat buldukça film izlemeye çalışıyorum, şu sıralar bana en iyi gelen şey bu. İzlerken her şeyi unutup ekrandaki hikayeye dalıyorum, hele film güzelse değmeyin keyfime iki saatlik terapi gibi. Bu durumda yaşadığım tek dilemma şu; film izleyeceğime elimdeki kitaba mı dönsem acaba, çünkü -şükür- o da çok keyifli gidiyor ve küçük bir muhasebe yapıyorum, film kazanıyor. Film bittikten sonra okurum diyorum, saat gece 3-4 gibi yatağa gidiyor ve sadece bir bölüm okuyup uyuyorum, kader.;/ Arada izlediğim ıvır zıvırları unuttum ama yukarıya afişini koyduğum dört filmi tavsiye edebilirim size. Birini (everest) sinemada izledim, diğer üçünü rahat koltuğumda ve sanırım dışarıya çıkmak bana yaramadı ki sinemaya gittiğim günün ertesinde fena bir gribe yakalandım. Burnum tıkalı, kafam kazan gibi.

----------

Sıcak bir banyo yaptım, geldim. Banyoya girerken çayı demlemiştim, çok dakik bir tipim, alarm öttü, çay demlendi ve hoop ben burdayım.;) Bir yandan çayımı içip bir yandan da yazıyı bitireyim, sonra bir film koyarım belki. Ne diyordum, hah filmler; Poulet aux prunesSatrapi'nin çizgi romanından uyarlanmış. Orijinal adı Erikli tavuk imiş, bizimkiler Azrail'i Beklerken diye çevirmişler. Bence ikisi de uygun filme, erikli tavuk merak ettiğim lezzetiyle bir adım öne geçiyor ama olsun, diğeri de iyi. Persepolis'i sevmiştim ama bu filme ısınamadım. Sanki espriler komiklik olsun diye zorlama yapılmıştı, çok derin olduğu söylenen aşk ise yüzeyseldi, ya da öyle verilmişti diyeyim. Arada bir iki sahne güzeldi, ama unuttum şimdi hangi sahnelerdi onlar. Yine de izlediğim için pişman değilim, naif çizgileri severim, Satrapi de bu işin ustası zaten. Everest vizyonda, büyük filmleri büyük ekranda izlemeyi seviyorum onun için hemen gittim. Fena film değil, keyifle izledim. Dağ görüntüleri korkunç güzeldi, benim yükseklik korkum var, bırakın dağı filan ikinci katın penceresinden bakınca fena olurum. Filmi izlerken, bir insanı böyle tehlikeli bir sporu yapmaya iten şeyin ne olduğunu düşündüm, ve buldum tabii! Dedim ya az önce "korkunç güzel" görüntüler vardı diye, işte o manzaraya gerçekte şahit olmak eminim muhteşem bir duygudur, adrenalin filan bilmem, anlamam da o görüntülere iman edilir, onu bilirim. Nightcrawler, bu filmler arasında en tuhaf olanıydı, izlerken şaşırdım, çok beğendim. Jake Gyllenhaal olağanüstü oynamış, müthiş bir oyunculuk gösterisiydi, zaten severdim bu filmle daha da sevdim, psikopat bakışları nefisti, korkuttu beni. Film netten online izleniyor, konusu da her yerde yazıyordur zaten, ben sadece izleyecekleri uyarayım; etik, ahlak, insanlık vb. dersi vermiyor bu film, insan budur, insanlık da böyle bir şeydir, buyrun buradan yakın, diyor. Madame Bovary'yi dün gece izledim. Kitabı yarım bırakmıştım, bir şeyler bir şeyler oldu kaldı öyle, kötü de gitmiyordu ama kalmıştı işte. Bu filmi izlerken hemen tekrar kitaba dönmek istedim, çünkü filmdeki Emma ile benim romanda tanıdığım Emma çok farklıydı. Filmdeki Emma'yı anladım, ona acıdım, sevdim. Kitabı okurken böyle hissetmemiştim, oradaki kız, hoppa, sığ ve aklı bir karış havada bir kızdı. Neyse, film kötü değildi, her uyarlamanın yaşadığı dezavantajı yaşıyordu tabii, romanın gücü altında ezilme riski. Mia'yı sevdiğimi burayı okuyanlar bilir, yine şiir gibi oynamıştı Emma'yı, hasta yatağımda onun o mırıl mırıl konuşmasını beynim ilaçlarla uyuşmuş bir şekilde, keyifle izledim. Özellikle uyarlama hastalarına tavsiye ediyorum bu filmi; Emma'nın içindeki sıkıntıyı, saçının topuzunu gevşetmesiyle geçirme çabasını görün ve o kısacık sahneye hayran kalın diye. 

----------------------------


Hey Neo, bu şarkı sana hediyem olsun.;) Elbette diğer tüm hediye olasılıklarını yedeğimizde tutalım ama şimdilik bu güzel şarkı benden sana gelsin. Eski ve çok bildik bir şarkı evet, olsun, yine de bu ses huzur veriyor bana, beraber dinleyelim. (aslında sana bir film hediye edecektim, hatta Poulet aux prunes'ü izlerken baya umutluydum, bu filmi Neo çok sever diye düşünmüştüm. Ama olmadı, çok hoşlanmadım filmden, eh bayılmadığım filmi sana hediye etmem haliyle.;) Madame Bovary'yi sevebilirsin belki, naif, sessiz, sakin bir film. benim ruh halime uydu, seversen o da bingo olur, asıl hediye onu yaparız.;p)

Çarşamba, Eylül 23, 2015

iyi olduğumuza sevindim*



Kuş bakışı nasıldır, neye benzer bilemem ama kuş duruşunun farkındayım; soğuk, umursamaz ve dikkatli. İzindeyken, C.'nin evinin balkona benzeyen ama balkon olmayan köşesinde, kombinin hemen üzerine yuva yapmış güvercini izlemek sabah rutinim hâline gelmişti. Çayı koymadan ona selam veriyor (yok, sesli değil, o kadar şapşikleşmedim şükür), sonra da uzun uzun izliyordum havalı kuşu. Bu bakışı merak eden başkaları da varmış, üstelik bu başkaları benim gibi kuşa hayran hayran bakıp şaşkınlığını içine atmamış, bu bakıştan esinlenip fıstık gibi bir de film yapmış. Geçen gece İsveçli yönetmen Roy Andersson'un muhteşem isimli filmini izledim, bizde "İnsanları Seyreden Güvercin" diye vizyona girmiş sanırım, ama ben motamot çevirisini daha çok sevdim; Bir Güvercin Bir Dala Konmuş Varoluş Hakkında Düşünüyordu, ne bileyim, varoluşçu bir kuş fikri müthiş geldi bana. Yönetmen filmin adını koyarken-ve hatta bence konusunu da o bakıştan almış- Brueghel'in meşhur The Hunters in the Snow tablosundan esinlenmiş. Ben Bunuel'i çok severim, bu filmi izlerken Bunuel sürrealizmi içindeymiş gibi hissettim kendimi, güzeldi. Filmin mizahı ise Kaurismäki filmlerindeki gibiydi, soğuk ve soğukluğu şiddetinde sarsıcı, çok ama çok komik. Eh, içinde bol miktarda Beckett karakteri de varken izleyip sevmemem imkansız olurdu, bayıldım tabii. Film hakkında yazan yazmış zaten, ben sadece tavsiye edip geçeyim, bir de, bir sahnesindeki konuşma-şiiri yazayım, burada dursun;

"
- Şiir neyle ilgili peki?
- Bir kuşla. 
- Bir kuşla mı ilgili? Ne tür bir kuş?
- Güvercin.
- Güvercinle ilgili demek. Peki bu güvercin ne yapıyormuş?
- Bir dalda oturuyormuş.
- Dalda mı oturuyormuş? Dalda ne yapıyormuş?
- Dinlenip derin derin düşünüyormuş.
- Dinlenip derin derin düşünüyor muymuş? Güvercin ne düşünüyormuş peki?
- Hiç parası olmadığı gerçeğini.
- Neyi düşünüyormuş?
- Hiç parası olmadığı gerçeğini.
- Hiç parası olmadığını mı? Tanrım!  Sonra ne olmuş?
- Uçup evine gitmiş.
- Sonra uçup evine gitmiş demek! Anlıyorum.
- Sonra da şiir bitiyor.
"
Down sendromlu küçük bir kızın öğretmeniyle konuşurken okuduğu şiir bu. Üzerinde konuşmak anlamsız, güvercin gibi durup derin derin düşünelim, sonra da uçup gideriz belki. 

----------------

- Lars Iyer'in Kuşku'su geçenlerde bitti, Şenay çok seviyor bu yazarı, onun için daha bir istekli okudum  ama onun kadar bağlanabildim mi kitaba bilmiyorum. Karakterleri sevdim (yine Beckett), dilini beğendim ve şimdilik bir kenara koydum kitabı, devam kitaplarını ne zaman okurum bilmem. 

- Beni çok heyecanlandıran, daha ilk cümlesiyle içine girdiğim bir kitaba başladım. Uykuyu beklemeli, eskili, eşyaların gölgesiyle yaşamalı, cüceli, yaşlı hanımlı, özetle sessiz mi sessiz bir kitap bu. Bilin bakalım hangi kitaptan bahsediyorum? Yazarı, benim gibi çok ama çok virgül kullanıyor diye saf saf seviniyorum okurken, uzun uzuuuuuun cümleler, bol bol virgüller, tam benlik.

Hardy'nin "Çılgın Kalabalıktan Uzak" kitabının son uyarlamasını izledim. Üzerinden epey zaman geçti ama yine de yazayım, beğendim çünkü. Görüntüler özellikle harikaydı, görüntü yönetmeni çok iyi iş çıkarmış izlemeye doyamadım. Zaten filmin yönetmenini de önceki işlerinden beğenirdim, bu filmin yönetmeni olduğunu bilmiyordum denk düştü, iyi oldu. 

- Arada izlediğim kötü ya da sıradan filmler var, onları yazmaya üşendim şimdi, belki Nick Cave belgeseli 20,000 Days on Earth'den bahsedebilirdim ama o da geçenlerde Cave'in başına gelen korkunç şeyi hatırlattığı için üzüyor beni, onu da geçelim. 

-Aklıma geldi; güvercin bakışlı filmdeki şu sahneyi izleyin, belki filmi seyretmenizi hızlandırır, çivi gibi sert, akla takılan, kolay kolay da çıkmayan bir sahne.

- Şu aşağıya koyacağım şarkıyı çok dinliyorum bugünlerde, eminim herkes dinlemiş sıkılmıştır bile, ne yapalım, dinlemeyenlere selam olsun madem.



-----------------

*Filmi izleyen, bu cümleyi de anlar.