Pazar, Aralık 05, 2010

hey!


Karışık karışık günler, bolca film, iş, dışarısı, bir türlü bitmeyen kitaplar, kafa karıştıran sorunlar ve işte geçip gitmiş bir ay daha. Bu kadar zaman sonra, pop art konusu  masal oldu tabii, hatta ben neredeyse pop art gibi bir şey oldum!

Aklımda iki Danimarka filmi var yazmak istediğim, diğer filmleri şöyle bir geçeyim o zaman. 

A Single Man, öyle sıkıcı bir film ki, ben yarısında bıraktım, dayanamadım. Sıkıcılığı ağırlığında, anlamlı olmasında filan da değil üstelik. Tom Ford, tam kendisine yakışır bir film çekmiş. Her kare özenle, bir moda çekimi yapılıyormuşcasına tasarlanmış, ama bir şey unutulmuş; konu. Filmde, model olduğuna neredeyse emin olduğum (başrol oyuncuları dışında)  karakterlerin poz çabaları, sırf şekil olsun diye oluşturulan eğreti mizansenler kısacası hepsi anlamsızdı.  

Going the Distance, bildiğiniz romantik komedi. Bu kadar, daha fazla bir şey yazılır mı bu janr için? Hah ha, yazılır yazılır. Ben romantik komedilerden soğudum. Son zamanlarda seyrettiğim bu tarzdaki tüm filmler berbattı. İnsanı aptal yerine koyuyor bu filmler ve buna tahammül etmek çok zor. Going the Distance biraz daha katlanılabilir bir film. Belki konusu bana eğlenceli geldi, ondan böyle söylüyorum, ne bileyim. Uzak mesafe ilişkisinin zorluklarını anlatıyor ve ben bunu çok iyi biliyorum:) Basit, eğlenceli ama iki günde unutulacak bir film, eğlendim ve güldüm, gerisini boş verdim, bu kadar. A, telefonla seks sahnesinde kadının ve erkeğin konuya farklı yaklaşımı müthişti ayrıca, söylemeden geçmeyeyim, komik:))

It's ComplicatedG.T.D. gibi fakat biraz daha klişe desem, yok yok ikisinin de birbirinden artı ya da eksi yönleri var. Şunu diyebilirim ama, Mery Streep yaş olarak  Drew Barrymore'dan neredeyse otuz yıl  ileride de olsa güzellik ve eda bakımından artı yönde fark atıyor. Böyle yani, yalan yok.

Aaa, sıkıldım, çok kötü bunlar, neden haklarında yazayım ki? Eğsen, büksen, farklı renklere boyasan bile anlamlı durmuyorlar. İşte pop art budur! Nasıl bağladım ama, bunca zaman sonra, araya iki de nöbet girmişken daha bilimsel bir devam yazısı yazamazdım:))

Frygtelig lykkelig, yazının başında bahsettiğim Danimarka filmlerinden biri, diğerini seyredeli çok oldu, bu en yakın tarihli seyrettiğim. Terribly Happy, filmin İngilizce adı. Ben filmlerin konusunu uzun uzun anlatmam, anlatamam aslında, sadece bana hissettirdiği şeyleri konuşurum. Bu film, her şeyiyle yabancıydı. Uzak olmak, uyum sağlamak, taşraya ayak basmak ve bastığın yerin sallanmasını anlatıyordu.

"Bir zamanlar bataklığın derinliğine bir inek gömülmüştü. Ortadan kayboldu. Şişirilmiş bir balon gibi, altı ay sonra çıkıverdi. İki başlı bir yavru doğurdu. Bir başı buzağı, diğeri ise insan başı. Görülmemiş bir yaratığı beslemek zorundasınızdır. Bunu herkes bilir. Çiftçi de öyle yaptı. Bir süre sonra yavrusunun bu illeti hayvanı çılgına çevirdi. Kadınlar da doğmamış çocuklarını ve kendi akıllarını kaybetti. Adamlar barda toplandı... Ve sabahın erken saatlerinde bu yaratığı bataklığa attılar. O günden sonra ne kadınlarla ne de hayvanla ilgili bir karışıklık yaşandı."

Bu meselle başlayan film, kasabaya yeni gelen polis memurunun gerçek mi yoksa kabus mu olduğu anlaşılmayan maceralarıyla (Yok yok Hollywood macerası değil.) devam ediyor. Polisin arkasında bıraktığı geçmişle başı dertte, kasaba ise içindeki bataklığı daha da büyütüyor. Tesadüf bu ya, kasabanın bütün sorunları ortak bir kararla içine attığı devasa bir bataklığı var. Bataklık, ilerledikçe daha da içine alıyor insanı, kaybediyor. Çamurda kaybolmak geride kalanların nefes almasını sağlıyor.

Filmde kırmızı mantolu (Çocuklar manto giyer mi, merak ettim şimdi yazarken?) kızın boş sokakta, tekinsiz sesler çıkararak dolaşması biraz klişeydi evet, ama sanırım yönetmenler bunu yapıyor. Daha önce çekilmiş sağlam filmlere gönderme diye düşünüyorum ben. Hatta bu filmde hemen Roeg'in muhteşem Don't Look Now'ı aklıma geldi benim. Bunun dışında beni rahatsız eden bir şey olmadı ve bataklık başta olmak üzere tüm ayrıntılar çok anlamlıydı. Kasabanın okeye dörtlü aradığını biliyordum elbette fakat sonunda (tamam söylemeyeceğim bu sefer:)) polisin hareketi çok şıktı:p Söylemeyince böyle saçma oluyor işte! Güzel film, sevdim demek bu film için hoş durmaz, anladım ben diyeyim ve bitireyim.

Ve, Certified Copy. Kısa keseceğim, bu saate kaldı tabii. Kiarostami, bu filmin çıkış noktası olarak bence Rossellini'nin Viaggio in Italia filmini almış. Oradaki gibi bu filmde de, bir kadın ve erkek İtalya'yı dolaşıyorlar konuşarak. Kiarostami'nin filminde farklılıklar var elbette ama bu zaten yönetmenin düşündüğü bir şey olmalı. Çünkü, bu aslının kopyası. Heykel sanatında da böyledir, bazen kopya (bazen mi, hayır çoğu zaman!) orijinali geçer. Daha güzel, daha havalıdır. Bazen konu bu bile değildir, kopya ne, orijinal kurgudan mı doğar, budur önemli olan. Kadın hayran olduğu yazarla kenti dolaşırken birden kurguyu oynamak ister. Peki, asıl olan oynanıyor mudur? Adamın karısı olduğunu kurgular ve yazar da bu oyuna katılır. Bu saatten sonra, neyin öğrenilmiş neyin doğal olduğu karışmıştır artık. Kadının adamın omzuna başını koyması, ağlaması, hiç yoktan tartışma çıkarması, erkeğin, kadına bazen çok tepkisiz davranması, bazen gereksiz yere sert karşılık vermesi, hepsi muğlaktır. Bırakın izleyeni kendilerinin bile bilmediği bir oyunu oynarlar. Yönetmen, filmin ismini koyar, bu seyrettiğiniz orijinal değil fakat değerine siz karar vereceksiniz! Postmodernizmin söylemek istediği nedir sahi?:)

 (Filmin fotolarını her yerde görürsünüz ben Shimell'in filmden bir karesini koydum buraya, ve opera iyi ki varsın sen!:))


Bitirirken, Juliette Binoche'un abartılı oynadığını (Beni tepkileri çok çok rahatsız etti, sanırım manik kadınlara dayanamıyorum.) ve ilk filmi olmasına rağmen William Shimell'in yeterince inandırıcı olduğunu söylemeliyim. Adam hoşuma gitti, tamam inkar edemem ama gerçekten güzel oynamış valla:)) Sakin sakin, koşturmadan. Bu arada Shimell'in ilk filmi bile olsa oyunculuk konusunda deneyimsiz değil kendisi, opera sanatçısıymış ve sahnelere alışık haliyle. Hoş adam oynasın hep, ne diyeyim başka. İşte, postmodern konulara dalan bir filmin eleştirisi ancak böyle bitirilir. Yalan mı yani?

p.s.: Diğer Danimarka filmi (Den du frygter) sonraya kaldı yine. Eski filmleri biliyoruz, çoğu ağır, çoğu sağlam tamam da yeni filmlerden böyle etkili bir şeyin çıkması. Çok güzel, çok şaşırtıcı, anlatacağım.

1 yorum:

Clea dedi ki...

canım çok iyi bir yazı olmuş bu, eline sağlık. filmler hakkında daha çok yazmanı istiyorum ama kitaplar hakkında da yazmanı çok istiyorum; sonuçta her şey hakkında çok çok yazmanı istiyorum,( bunun sonu o komik karaktere gidiyor evet:P ) tabii şu sıralarda lily'den fırsat bulabilirsen:)