(Foto şuradan.)
-Karanlık bir odada saat ayarı-
Tüm yaptığım bu. Geçenlerde bir gün, çok yorulduğum bir nöbette, berbat soyunma odamızda yatayım demiştim. Küçük bir lavabo var orada, devamlı su damlatıyor musluğu. Tıp tıp tıp, odanın ruhuyla senkronize ve belli ki delirmeye gönlü olan için çin işkencesi görevi görebilir. Niyetim delirmek değildi tabii, biraz uyuyup, sabah araba kullanmaya hâlim olsun istiyordum. Olmadı, sinir etti beni musluk. Elime peçete alıp, sıkmaya çalıştım, sesini azalttım ve öyle uykuya dalmışım. Sonra, evde yatağıma girince düşündüm de, odamdaki saatin sesi suyun sesinden daha beter. Eee, peki nasıl uyuyorum geceleri o sesle ben? Tek harf değişecek bakın; tık tık tık. Alışkanlık? Bilmiyorum cevabı aslında, sadece saati beynimin seslerinin arasına yerleştirmiş, bana ait bir eşya gibi kabul etmişim sanırım. Onun sesi benim sesim. Bu yaşamak için önemli bir şifredir. Bir şeyi sizin yaparsanız (aldanıyorsunuz evet, ama illüzyon rahatlatır) yaşamaya devam etmek kolay olur.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü bitireli -herhâlde- dört-beş gün olmuştur. Çok keyifli bir okumaydı benim için. Okuduğum her kitabı anlatmalıyım diye bir derdim yok ama bu roman hakkında biraz konuşmak istiyorum. Yazarın hem diline hem de beynine hayran kaldım, ve yine; "ya bu kitabı okumamış olsaydım" şaşkınlığını yaşıyorum;)
"Ah o andaki sesim! Nasıl tanıyordum bu sesi ve hıçkıran bütün vücudumu. Bütün ömrümde kaç defa rüyalarımdan kulaklarımda hep aynı gözyaşlarıyla ıslak bu sesle ve içimde bu korkunun ta kendisiyle uyanmıştım. Korku... Korku ve insan, korku ve insan talihi, insanın insana hücumu, o hiç yere düşmanlık. Fakat neyi aldatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz."
Tanpınar, bu romanında çok belirgin bir şekilde, doğu-batı arasında kalmış zavallı ve şaşkın bir toplumu, bizi anlatıyor. Belirgin diyorum, çünkü roman boyunca şiddetli bir eleştiri dili var, oklar muhatabına yöneliyor, zaten kitap da hiciv türünün en sağlam örneklerinden biri. Hayri İrdal, romanın ana karakteri. İrdal bize, hem yaşadığı tuhaf olayları anlatıyor, hem de bu olayların yaşanmasının müsebbibi olan kişiyi -Halit Ayarcı- tanıtmaya çalışıyor. Bu onun vefası; çünkü Ayarcı'ya her şeyini, tüm hayatını borçlu olduğunu düşünüyor. İrdal, sessiz, sakin bir tip, olaylar karşısındaki duruşu -bir de içinde saf iyilik ve pirüpak ahlâk olsa- neredeyse Dostoyevski karakteri Mişkin gibi. Şaşırıyor, anlamıyor, içinden konuşsa da tepki vermiyor, veremiyor. (ben Zebercet'e de çok benzettim Hayri İrdal'ı, sadece Zebercet iç sesini dinlerken hüzne daha çok teslim oluyordu, oysa İrdal dalgacı. kendisine ve etrafına bir çeşit sinizmle bakıyor. ironik ve teslim olmuş. çok klişe bir laf biliyorum, fakat burada söylemeliyim, o da biraz tutunamayan) Çocukken hiçbir şeyle ilgilenmeyen, okula gitmeyen ve başarısız diye nitelenen anlatıcı, bir tek saatlerle yakın ilişki kurabiliyor. Sünnetinde dayısının ona saat hediye ettiği günü, doğum günü kabul ediyor ve, "bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir", diyerek saat düşkünlüğünü anlatıyor. Özete benzesin istemiyorum bu yazı, yapmak istediğim özet çıkarmak değil zaten gecenin bu vaktinde, onun için konuyu hiç bilmeyenlere biraz yardımı olur diye kısaca geçiyorum. Muvakkit Nuri Efendi'nin yanında saat tamirini izleyerek geçirdiği çocukluk döneminden sonra İrdal türlü türlü bahtsızlıklar yaşıyor. Yanlış anlamalarla dolu olan bu tecrübelerden birinde Ramiz isminde Freud (ve elbette, batı) hayranı bir doktorla karşılaşıyor. Ben bu bölümlerde çok gülmüştüm. Kitabın her tarafına not almışım, bir yerden sonra nereyi çizeceğinizi şaşırıyorsunuz zaten. İrdal'ın çocukluğuna özellikle inmesini isteyen doktor, oradan sorunun kaynağını bulup çıkarmak istiyor. Eh, ne de olsa, "psikanaliz çıktığından beri hemen herkes az çok hastadır." ;)) Babasıyla ilgili rüya görmediği için azarlanan baş karakter, bir de bir an önce sağlığına kavuştuğunu gösterir raporu almak uğruna rüya uyduruyor. (şu aklıma gelmiyor değil; rüyaya yatmak, hep bilinenin aksine batı medeniyetinin bir adeti olmasın;p)
"-Hayri Bey, bize niçin inanmıyorsunuz?..."**
Kitap dört bölümden oluşuyor, üçüncü bölümün ismi, "Sabaha Doğru" ve bu bölümde İrdal, Halit Ayarcı'yla tanışıyor. Halit Ayarcı her romanda görülen protagonist-antagonist karşıtlığının bir gereği, çünkü bütünüyle Hayri İrdal'ın tersi bir kişilik. Biliyorum şimdi aklınıza Mephistopheles geliyor, benim de gelmişti, eh haksız sayılmayız böyle düşünmekte, İrdal, ruhunu Ayarcı'ya satıyor onun her dediğini yaparak (kitapta hafif bir dokundurma var bununla ilgili). Saatin varlığı ve onun her yerde aynı zamanı göstermemesi fikrinden "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" adında bir kurum ve iş uyduruyor Ayarcı. Olmayan bir ihtiyaç ve bu olmayan ihtiyacı gidermek için çalışan insanlar. Bundan sonrası büyük bir temaşa, nümayiş. Müthiş keyifli tespitler, çok çok eğlenceli durumlar var romanda. Okumayan varsa şiddetle tavsiye ediyorum, enstitü kurulduktan sonra yaşananlar hiçbir yerde şahit olamayacağınız kara-komedi örneği çünkü.
Tüm bu gülünçlüğe rağmen kitap bittiğinde hüzünlenmiştim ben. İçime öyle ciddi bir hüzün yerleşmişti ki, sanırım bu, uzun süredir seyrettiğim aynadaki komik görüntünün çarpılıp, bükülmesi ve arada kalmışlığımı görmemden kaynaklanıyordu. Benim sevdiğim tüm yazarlar böyledir; büyük bir vicdan azabıyla inandıklarından şüphe ederler. Dostoyevski, Atay, Pamuk hep aynı kendi kendini hırpalamanın insanları. Romanda Ayarcı'nın Hayri İrdal'a söylediği bir şeyi hiç unutmuyorum, inanmayan biriyle çalışmanın dünyanın en güç işi olduğunu anlatırken, İrdal, denilen her şeyi yaptığını ve bunun yetmesi gerektiğini söylüyor, Ayarcı da ona; "hiçbir şey yapmayın, yalnız inanın, bize bu yeter...", diye cevap veriyor. Bu çok korkunç. Bir kültür, hadi medeniyet diyelim, inanmakla değişir mi? Bireyde mümkün olan bu "tehlikeli" şey, toplum için de geçerli olur mu?
Tanpınar, İrdal karakteriyle biz okuyucuya, eskiyi özlediğini, ahlâk ve dürüstlüğün aslında -hemen, hep- eskide var olduğunu anlatıyor gibi görünse de, onun söylemek istediği daha mühim bir şey var. Şu sözler çok önemli; "Ben bir çöküşün esteti değilim. Belki bu çöküşte yaşayan şeyler araştırıyorum. Onları değerlendiriyorum." Ona katılıyorum, evet; "sıçramak için de bir yere basmak lazım." ***
---------------------------
Çok yorgunum bugün. Zaten beter olan uyku düzenim iyice saçmalaştı. Dün Golden Globe'a baktım, Poliş'le yazışarak. Bu akşam onun yazısını okurken aslında bakmadığımı bile fark ettim, hiçbir oyuncuyu hatırlamıyorum geceden. O kadar güldük ki kendi yaptığımız esprilere, ekrana dikkat etmemişim hiç. Zaten, artık pek keyif vermiyor bana bu gösteriler, Poliş'le yazışmak ve muhabbet etmek dışında tabii. Keşke geceyi bir de bizim anlatımımızla dinleseniz, çok coşmuştuk, çok;p
Epey uzun zamandır aklımda mantı yapmak vardı, aslında dün akşam yapacaktım ama olmadı işte. Bu akşam marketten Superfresh'in dondurulmuş mantısından aldığım hâlde, kanmadım onun kolayca yapılabilirliğine, hayır, ben yapacağım, dedim. Hem bir kişilik mantı çok da oyalamaz diye düşündüm herhalde. Daha önce bir kere denemiştim, ona güvenmiş de olabilirim. Hmmm, oyaladı tabii. (hamur açma yeteneği yok bende, küçük küçük yuvarlaklar şeklinde yapıyorum, hâliyle uzun sürüyor hazırlığı) Çok lezzetli oldu ama, gerçekten değdi verdiğim emeğe, iyi ki yapmışım dedim afiyetle yedikten sonra;) Şimdi onun yorgunluğu mu bu bilemem, sırtım filan ağrıyor. (hayır, abartmıyorum;)) Yatayım ben artık, sabah oldu üstelik. Gün ışığı alışmayan kişiye iyi gelmeyebilir, aman diyeyim.
p.s.: Yazıyı okumayacağım kontrol için, yanlışlık filan varsa kusura bakılmasın lütfen, mantı rehavetindeyim, anlayın beni;)
----------------------------
*Ahmet Hamdi Tanpınar'ın bir şiirinden; "Bir Gül Bu Karanlıklarda". Bu isimde bir de derleme var, yazar hakkında.
**Romanda geçen bir cümle. Bu cümleyi Ayarcı, beraber yaptıkları işe hep karşı çıkan, gönülsüz katılan, niye, neden diye anlam aramak isteyen, Hayri İrdal'a söylüyor. "bana müsbet bir işimiz yok gibi geliyor" diyen İrdal'a şöyle cevap veriyor Ayarcı; "ama sizin aklınızla, yani mantığınızla hepsine itiraz edilebilir! on dakika, hatta beş dakika, üç dakika üzerinde düşünmek her işi gülünç yapabilir. herhangi bir şeyi mantığın dışına çıkarmamız için ona biraz dikkat etmemiz kâfidir. ... dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. işleri onları görecek adamlar icat eder. biz de bunu icat ettik. bunu bizden evvel kimsenin düşünmemesi veya başka bir şekilde düşünmüş olması, müsbet olmasına mâni midir, sanıyorsunuz? biz bir iş yapıyoruz, hem mühim bir iş... çalışmak, zamanına sahip olmak, onu kullanmasını bilmektir. biz bunun yolunu açacağız."
Neredeyse tüm kitabı yazacağım bu gidişle;) Böyle bitsin şimdilik.
***Bu iki alıntı ise, Tanpınar'ın Huzur'undan. Mümtaz Nuran'la böyle konuşuyordu, buraları biliyorum. Ve tabii, benim Huzur'u bitirmem şart oldu;)
12 yorum:
Justine, yazını üst üste bir kaç kere okudum. Tadı damağımda kaldı. Tanpınar'la ilgili bir kenara aldığım notlara baktım ardından.
"İstanbul'u ihtiyar bir ana yüzü gibi seyrediyorum," diyor bir cümlesinde. Çok sevmiştim bu sözünü. (Tamamına erdiremediğim) Huzur'da da İstanbul'a bu derin bakışını hissetmiştim. Yazdıkları bir yanıyla ne kadar "yeni". Bu doğu-batı çekişmesi, "şifasız hüzün" (N.Gürbilek ifadesi), bu tuhaf enstitü (burada Kafka geldi aklıma), Halit Ayarcı karakteri. "Saat" ise, kitabı okumadım ama Batı dnyası için seçilmiş çok güçlü bir metafor bence...Kitabı okuyan arkadaşlarım diğer kitaplarına göre ironik bir yanının olduğunu söylediler. Nuran gibi ağırlığı olan bir kadın karakteri var mı kitabın, merak ettim. Nuran için şöyle diyor: "Bir nehir gibi hayatın ortasında, hep kendisi olarak sakin, besleyici akıyor," demiş. Onu da not etmişim.
bu arada umarım dinlenebilmişssindir biraz.
sevgiler.
Merhaba,
Cok dogru, ben de cok huzunlenmistim kitap bitince. Cok uzun zaman once okudum, cok da hatirlamiyorum aslinda kitabi artik. Ya neden boyle oluyor? Bi taraftan doldururken obur taraftan bosalan bi kafam mi var?
Havuz problemi cozdure cozdure havuza dondurduler kafamiz! Isyan!
Bella
Parmaklarımı hareket ettirebilirsem eğer, sana cevap vereceğim Alkım;) Şimdi mutfaktan geldim, mutfak buz gibi tabii, su desen, ani su ısıtıcının evin her yerine bağlı olmasına ve tüm suları ısıtması gerekliliğine rağmen buzzzz gibi akıyor. Bu ısıtıcıyı da anlamadım ya ben, banyolarda sorun yok, ama mutfağa çok çok geç geliyor sıcak su. Dün akşam C.'ye de anlattım durumu (yarısında uyumuş olabilir;)), sinir oluyorum mutfakta sıcak su olmamasına. Ne diyorum ben yahu? Hah ha, kaptırdım gidiyorum, ama ellerim yavaş yavaş açılıyor valla.
Gel, Huzur bizim yarım bıraktığımız, gizemli kitabımız olsun Alkımcığım, ne dersin bu işe?;p (Şaka yapıyorum, Huzur'u okuyacağız yakında bir zaman, hissediyorum, hem yarısına kadar okuduk, başlamak bitirmenin yarısı filan mı derlerdi?;))
Arkadaşların haklı, kitap epey ironik bir dille yazılmış, çok keyifli, çok komik. Ama işte, ah o şifasız hüzün(çok sevdim bunu). Evet, hüzünlü tarafı da var kitabın, üstelik tüm kelimelere ve romanın ruhuna sinmiş. S.A.E. romanında ağırlık iki erkek karakterde Alkım, Hayri İrdal ve Halit Ayarcı. Diğerleri hep yan karakterler. Tabii çok önemliler, hepsi ayrı bir dünya fakat ana karakter değiller. Emine yazarın ilk eşi, o öldükten sonra evlendiği Pakize de ikinci. Onları da müthiş anlatıyor Tanpınar, gözünün önünde canlanıyor ikisi de. Elbette senin kastettiğin anlamda (Nuran gibi) etkilemiyorlar okuyucuyu. Başka kadın karakterler de var kitapta, onlar da çok komik ve ilginç (dramatik olanlar da var).
---------
Evet biraz dinlendim canım, şimdi güzel bir film seyredeceğim. Teşekkürler ve çok sevgiler.
Merhaba Bella, hoşgeldin.
Çok haklısın unutma konusunda ve inan yalnız değilsin:) Bu konuyu geçenlerde konuşmuştuk burada, okuduğumuz en etkileyici şeyleri bile zamanla unutuyoruz, belki biraz çatısı ve ana meselesi kalıyor geride. Bu çok tuhaf ve acımasız. Süskind'in Üç Buçuk Öyküsü, tam da bu konu hakkında. Şurada bir parçası vardı, daha önce de vermiştim linkini, belki bakarsın;
http://tutsaklikguncesi.wordpress.com/?s=unutmak
Konuştuğumuz post ise şurada, yorumlarında;
http://sarikent.blogspot.com/2011/12/iceri.html
Sevgiler.
Evet, evet, Huzur'u okuyacağız, ben de hissediyorum:) Ama sanırım ondan önce Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okuyacağım ben. Yazdıklarının da epey etkisi var bunda tabii...Ne güzel yazmışsın!Çok merak ettim. Bir de ironiye şiddetle ihtiyaç duyuyorum bu günlerde.
Şifasız hüzün. Ben de çok sevmiştim...Ne güzel bir ifade!
Ben sana şifalı sıcak sular diliyorum ama:)
İyi seyirler...
Teşekkürler Alkım, sendeydim biraz önce;)
Sözlerin beni gerçekten çok mutlu etti, çünkü bu güzel kitabı herkesin -ama özellikle önem verdiğim kişilerin- okumasını çok istiyorum. Benim tuhaf bir huyum var (şimdi yavaş yavaş kurtulmaya çalışıyorum ya o huydan, fakat ne derler can çıkar huy çıkmaz), sevdiğim şeyleri -film, müzik, kitap, her neyse işte- hemen sevdiğim insanlar da görsün, bilsin isterim. Bunu çoğu kişi ister, fakat bendeki hâli biraz hastalık derecesinde. Poliş söylese de anlasan durumumun vehametini, hemen olsun, hemen görsün, ısrarı. Şimdi iyileşiyorum, biraz daha iyiyim sanırım, ya da büyüdüm, ne bileyim;p
Polişka da senin gibi hemen okumaya karar vermiş S.A.E.'nü. Yazını okuyunca canım hemen okumak istedi, dedi, öyle sevindim ki. Şimdi sen de söylüyorsun, eh ne denir o zaman; şahane bu!;)
Çok sevgiler, iyi geceler.
Ne guzel bir tesaduf. Turkiye'den gelecek paketi bekliyorduk ya icinden ''Saatleri Aayarama Enstitusu'' cikacak. Harika bir yazi oldu bu oncesinde okudugum Justine. Boyle yazilar okumak bende tuhaf mutluluklara yol aciyor. Bak, pit pit pit :))
Sarildim ki.
;)) Ben de mutlu oldum Yağmurcuğum, bir de çooook sarıldım, canım.
Justine, öyle yorgunum, öyle sarhoşum ki ... Benim için de senin için de günaydın. (:
"Saatleri Ayarlama Enstitüsü" okumak istediğim onlarca, yüzlerce kitabın arasında, üst sıralarda. Ama yazı beklemek istiyorum, yazın her ne kadar "oku, oku" diye içimi gıdıklasa da ... (:
Ve mantı.. Aç olduğumu, kahvaltıyı bir fincan çayla geçiştirdiğimi ve anneme kahvaltı yaptığıma dair yalan söylediğimi anımsadım şu an. :D
Odamda ne bir saat var, ne bir takvim ... Bunu da şimdi fark etmiş olmam garip.
"yaşam, bir ıstaka
gelir, vurur ömrünün coşkusuna .."
Günaydın Zedkacığım, neden kahvaltı yapmadın? Geçiştiriyor musun yoksa, sakın yapma bunu. Sanırım, emin değilim tabii, okuyorsun sen, çok yoğunsun, koşturup duruyorsun hâliyle, bunun için özellikle geçiştirme. Bir fincan çayla gün devam etmez, lütfen.
Veee, işin en komik kısmı geliyor, ben daha kahvaltı yapmadım!;p
;))
Latife tabii, nöbetten geldim bu sabah, bir saat oluyor kalkalı, şimdi bir şeyler atıştıracağım.
Yazım seni daha da meraklandırır ve hemen okursun umarım romanı.
Öpüyorum seni Zedka, hoşçakal.
Canım Justine!
Merhaba ve çok özledim! Ben de yazını okuduktan sonra kitap okumak istedim. Uzun süredir okuyamıyorum. İşten gelince o kadar başka şeyler okumuş oluyorum ki, içimden gelmiyor ne yazık ki. Ama şimdi hatırladım. Erzurum'da Alıklar Birliği'nin bazı bölümlerini mutlu mutlu tekrar okumuştum. Belki de yanıma aldığım kitap yanlış. Lowry'nin Yanardağın Altında'sı. Hava çok soğuk burda da. Fakat ellerimi sıcak suda yıkayabiliyorum ve çok sıcak bir odam var. Burası Cumartesi günü ısınacakmış. Belki İzmir'e de uğrar güneş, ısınır oralar biraz. Senin yazıların ısıtıyor ama Lily'mden ayrı oluşumun soğuklaştırdığı ve robotik işe gelip gitmelerden boşalan ruhumu.
Serap
Canım;)
Şimdi çalışma odasındayım, desktopa otumuş filmleri düzenliyorum, bir ya da iki saattir. Ellerim dondu! Uzun süredir oturmamıştım buraya, dolmuş bilgisayar. Neyse, kalkıp bir şeyler yiyeyim bari, sonra sıcak salonumda film izleyeceğim;))
Yanardağın Altında kitabını biliyorum, bence de yanlış seçim. Aman boş ver, zaten dediğin gibi kafan o kadar doluyken zor oluyordur kitap okumak. Üstelik Lilişka'dan da uzaktasın.
Lily'yi ve seni çok özledim, Şubat'ta ya da daha sonra geleceğim İstanbul'a, orada olursan harika olur.
Çok sarılıyorum sana, seni seviyorum canım.
Yorum Gönder