Sabah yine kötü bir rüyayla uyandım. Gün içinde ne yaşadıysam yaşadıklarım rüyama bambaşka şekillerde, ama ana unsurlar "illaki" korunarak giriyor. Üzüldüysem, rüyamda ağlıyorum, acı çekiyorum, kavga, gürültü, karmaşa. Sabaha karşı yatmıştım zaten, boynumu tutarak yataktan kalktım, hemen kettle'ı çalıştırdım, kendime gelmem için küçük numaralar bunlar. Çay demlenecek, demlenirken çıkan o ses boynumun ve başımın ağrısına iyi gelecek, fikir bu, eh tutarsa. Telefonla konuşurken bir kanat sesi duydum (amaçsızca dolaşıyordum suyun ısınmasını beklerken), çok çok şaşırdım gördüğüme; küçücük bir serçe girmiş salona ve kendisini bir duvara, bir kütüphaneye savurup duruyor. Ne yapacağımı şaşırdım tabii, korkuyor, korkusuyla beni de şaşırtıyordu. Kendisine zarar verecek diye delirdim, niye girdin buraya şaşkın, çıksana, hadi diye zavallı kuşla konuşurken başımın ağrısı da geçti, kuş da nasıl çıktıysa çıktı evden. Zaten sadece nasıl çıktığı değil, nasıl girdiği de muamma, öyle yüksek ki ev, o kadar yükseğe uçacak kanat bile yoktu onda. Küçükken başıma böyle bir olay gelmişti, beş yaşlarında filandım, ananemin evindeydim ve benim yattığım odaya girmişti küçük bir serçe. O zaman da çok heyecanlanmıştım. Kuşun annesi camı tıklayarak kurtarmaya çalışıyordu onu ya da varlığını haber ediyordu yavrusuna. Neyse, ben ağlayıp üzülürken ananem çıkarmıştı kuşu. Hiç unutmadığım görüntülerden biridir bu da. Şimdi aklıma Beckett'ın Godot'yu Beklerken oyunundan bir konuşma geliyor; vladimir (didi) estragon'a (gogo) neyin var diye sorunca, bedbahtım! diye bağırarak cevap verir gogo. arkadaşı temrin hâline gelmiş sohbetlerinin sarhoşluğunda, "atma!", der, ne zamandan beri? Unuttuğunu söyler gogo. İşte beynime yapışan cevap bu lafın üzerine didi'den gelir; "ne olağanüstü oyunlar oynar hafıza!" eee? diye bitirir konuşmasını. "ne yapmalı? ne yapmalı?", hep mutsuzdurlar. Bilinçaltına hapsedilen bir şey onları böyle yapar. Ne yapmalı? Ne yapmalı?
Geçen gün harika bir belgesel izledim. Muhteşemdi. Journey to the Edge of the Universe, belgeselin adı. İstanbul'daki son gecemde C. ile sabaha kadar bu konulardan konuşmuştuk. Sonra belki konuşma başka meselelere kaymıştır ama ana derdimiz evren idi. Konuştukça ufaldığımı hissetmiştim, küçücük olduğumu. Toplu iğne gibiyiz değil mi demiştim karanlıkta, kendi sesimden çekinerek, daha küçük diye gülüp sımsıkı sarılmıştı bana. C.'nin koynuna sığınsam da yolunu kaybedip benim evime giren, kendini oradan oraya savuran serçe gibiydim. Hepimiz öyleydik, tüm insanlık. Ne tuhaf bir kelime insanlık ve asıl kimliğimiz "insanlık" mı gerçekten? (geçen gün ihsan oktay anar'ın eski bir söyleşisine denk gelmiştim. orada böyle diyordu yazar, sevmiştim.) Saat sabahın beşi olmasa ve ertesi gün ben uçağa yetişmek o da işe gitmek derdinde olmasaydı, kalkıp hemen o saatte izleyecektik belgeseli. O benimle tekrar izlemek istiyordu, ben çok merak ediyordum. Geçen gün, sonunda izledim, zaten kafam rüzgârlıdır, o saatten sonra daha kötü oldu. Beynimde güneş sistemleri, yıldızlar, nebula, süpernova dans ediyor artık;) Bununla da yetinmedim, hiç plansız, hiç ama hiç düşünmeden uzun süredir izlemeyi ertelediğim Trier'in Melancholia'sını izledim dün gece. Ne saadet! Tesadüfe bakın ki o da hemen hemen belgeselle aynı konudan bahsediyordu. Elbette biri kurgu ve derdi başkaydı, ama işte gezegen üstüme üstüme geliyordu yine.
(ben online izlemedim, ama youtube'da böyle bir seçenek de var. karar vermek size kalmış. izlemek isteyenler fotoğrafa tıklayabilir. yalnız uyarayım, burada seslendirme türkçe. ve şimdi biraz baktım da, bence çok ruhsuz olmuş bu versiyon.)
Geçen gün harika bir belgesel izledim. Muhteşemdi. Journey to the Edge of the Universe, belgeselin adı. İstanbul'daki son gecemde C. ile sabaha kadar bu konulardan konuşmuştuk. Sonra belki konuşma başka meselelere kaymıştır ama ana derdimiz evren idi. Konuştukça ufaldığımı hissetmiştim, küçücük olduğumu. Toplu iğne gibiyiz değil mi demiştim karanlıkta, kendi sesimden çekinerek, daha küçük diye gülüp sımsıkı sarılmıştı bana. C.'nin koynuna sığınsam da yolunu kaybedip benim evime giren, kendini oradan oraya savuran serçe gibiydim. Hepimiz öyleydik, tüm insanlık. Ne tuhaf bir kelime insanlık ve asıl kimliğimiz "insanlık" mı gerçekten? (geçen gün ihsan oktay anar'ın eski bir söyleşisine denk gelmiştim. orada böyle diyordu yazar, sevmiştim.) Saat sabahın beşi olmasa ve ertesi gün ben uçağa yetişmek o da işe gitmek derdinde olmasaydı, kalkıp hemen o saatte izleyecektik belgeseli. O benimle tekrar izlemek istiyordu, ben çok merak ediyordum. Geçen gün, sonunda izledim, zaten kafam rüzgârlıdır, o saatten sonra daha kötü oldu. Beynimde güneş sistemleri, yıldızlar, nebula, süpernova dans ediyor artık;) Bununla da yetinmedim, hiç plansız, hiç ama hiç düşünmeden uzun süredir izlemeyi ertelediğim Trier'in Melancholia'sını izledim dün gece. Ne saadet! Tesadüfe bakın ki o da hemen hemen belgeselle aynı konudan bahsediyordu. Elbette biri kurgu ve derdi başkaydı, ama işte gezegen üstüme üstüme geliyordu yine.
(filmin afişi bu değil tabii, ama ben bunu tesadüfen buldum ve çok sevdim, üstelik filme daha çok yakıştırdım. şuradan.)
Burada filmleri uzun uzun anlatıp, özet geçmeyi sevmiyorum, bilen bilir. Sadece ben Melankoli'yi sevdim, bunu söylemeliyim. Filmi izlemediğim için etrafın lafına çok kulak asmamaya, duymamaya çalışıyordum, fakat genellikle (benim çevremde ya da) eleştiriler kötü olduğu üzerineydi, bu aklımda kalmış. Trier'in filmleri hep böyledir burada sorun yok, zaten sevdim kelimesi de yanlış bana kalırsa, onun filmlerini sevmek zordur, en fazla şaşırtır, konuşturur vs. vs. Şimdiye kadar hiçbir Trier filmi benim filmim olmadı (hoş Melankoli de değil ya, neyse), yönetmenin fikrine katılmadım, ama hep konuşturdu, önemliydi izlediğim filmler. Bu film çok tuhaf bir zamanıma denk geldi, kısaca; zaman, ortam, mekân çok müsaitti, iyi oldu. Filmde en çok, Justine'in ablasına "dünya kötü, dünya için üzülmemeliyiz" demesini unutmadım. Yönetmen her filminde bunu yapıyor, kötülük felsefesini sınıyor insanlar üzerinde, Dogville'de sevmemiştim bu felsefeyi, İvan varsa Alyoşa da var demiştim ama burada olmuş. "Kimse özlemeyecek ki", lafı kalbimi acıttı, bir de Claire'in küçük çocuğunun korkusu. Çok çok savunmasız çocuklar, her şeye inanmaya hazırlar. Öyle korkunç bir durumda ben de Justine gibi, sihirli mağara yapar içine sığınırız desem Lily'ye ve iki üç çalıdan ne idüğü belirsiz bir korunak yapsam, inanır bana. Gözlerini kapar ve kalbinin tüm saflığıyla inanır. İşte bu anlattığım sahne; filmin sonundaki arkaik "sihirli" mağaranın içinde gezegenin çarpmasını beklemeleri öyle dokunaklıydı ki, sırf bunun için bile çok önemli bu film. Karmakarışık aletleri boş verip ilkel metal yuvarlağın içinden taşan görüntüye kalmaları inanılmazdı, ben çok etkilendim.
Yine de filmin ilk yarısında sevmediğim, komik bulduğum şeyler fazlaydı; oyunculara söyletilen replikler, Justine'in anlamsız bunalımı, babanın inatla ve bir yerden sonra komik bir şekilde umursamaz davranması ve annenin tuhaflığı (böyle manyak davranacaksa, gitmeseydi bir zahmet düğüne) saçmaydı, Trier ilgisiz aile durumunu abartmış, ve bana kalırsa karikatürize olmuş ilk bölüm. Ne zaman ki gezegenle yakınlaştık, temasımız arttı, o zaman film güzelleşti benim için. Neyse, sonuçta ben filmi sevdim ve belgeselle üst üste izlemem hoş oldu. (c.'ye kalırsa kötü olmuş benim için, delireceğimi düşünüyor adam;)) Şimdi sırada Another Earth filmi var, o da uzun zamandır bekliyor izlememi, sırasını beklemiş demek ki.
Böyleyken böyle; filmler, gezegenler, dünya, kötü insanlık ve sokak düğünleri derken bu yazıyı da bitirmenin vakti geldi. Sokak düğünleri nereden çıktı demeyin, o hep vardı (başlangıçta kaos olması gibi, evet) dün akşam yedide başladılar, gece susup, güç toplayarak öğlen bir sıralarında (uyandığım gibi!) tekrar başladılar. Uzun hava, uzun hava, yakarış, bağırtı. Oysa bilmiyorlar, nasıl ki "Auschwitz'den sonra şiir yazılmaz", ise Thetis ile Peleus'un düğününden sonra düğün de yapılmaz. Thetis gözyaşı dökerek evlendi, birilerini rahatsız edip etmediğini düşünmeyen gerizekalılar için bu her şey gibi bir ayrıntı tabii. Bilmiyorlar demeyin sakın, bildikleri şeyleri önemsiyor mu sanki bu muhteşem "insanlık"? Kalpleriyle konuşuyorlar mı sizce?
Kalkayım ben, yemek yemeyi unuttum, işe gitmeyi unutmayayım.
----------------------------
p.s.: -Yukarıya eklediğim ilk şarkı Purcell'in Atinalı Timon'undan, koronun söylediği "who can resist such mighty mighty charms" bölümü. Ben bu aryaya bayılırım. Kim karşı koyabilir böyle bir çekiciliğe, şarkıyı dinleyin bana hak vereceksiniz.
-Tatil fotolarını düzenleyip duruyorum, aslında tatille ilgili bir yazı yazmak istiyordum. Neye niyet neye kısmet oldu yine. Bir dahaki sefere, umarım.
24 yorum:
JUSTİNE, NE TESADÜF BEN DE DÜN SEYRETTİM MELANKOLİYİ. NE ZAMANDIR ERTELİYORDUM, SONRA SENİN DE SEYRETTİĞİNİ ÖĞRENİYORUM. BÖYLE ŞEYLER ÜST ÜSTE GELİR ZATEN. SONRA FİLMLE İLGİLİ BİR SÖYLEŞİDE İZLEDİM TV DE. AMA NETTEN. İNANÇLA AÇIKLAMIŞ, BUNU DA SEVDİM, KOYU BİR İNANAN OLARAK. BEN DE BLOGUMDA BİRŞEYLER YAZACAĞIM BAKALIM KISMETSE :)
kafamı toplayınca sana okuduğumda aklımda beliren şu cümleden fazlasını söyleyeceğim justine:
kalbini koru, o, o kadar eşsiz ki.
Yaz tabii Buket, yazdıkça, konuştukça arınıyoruz, ne bileyim, tuhaf bir kandırmaca belki de. Artık kim icat ettiyse katharsis'i...
Bir de çoook çok eskilerden bir şeyler hatırlıyorum; Murathan Mungan'ın, bir tek tanrı var inandığım, o da "tesadüflerin tanrısı" lafını. Umarım uydurmuyorumdur.
Sevgiler.
Beni ağlattın, Zedka. Nöbete geldim ve yorumunu okudum. İçimde anlatamayacağım kadar çok sıkıntı...
Nöbet arkadaşlarım bahçede sigara içiyorlar, yalnızım. Yalnızken ağlamak bile kolay.
Canım benim, sarıldım.
sanırım 6 yaşındaydım, anneme kötü sözler söylemiştim, o gece rüyamda bildiğimiz kıçında kuyruk, elinde çatal, kafasında boynuz tasfirli şeytan beni çok korkutmuştu...rüya ve yaşananları görme deyince aklıma bu geldi justine...neyse öyle işte...
Karabasan diyorlar sanırım bu tür kâbuslara, Saint. Küçükken hatırladığım bir karabasanım vardı (bak, nasıl da benimsemişim kâbusumu;)), ateşli bir hastalık geçiriyordum ve kocaman bir böceğin üstüme çıktığını görmüştüm. Ne hareket edebiliyorum, ne de bağırabiliyorum, eh Kafka da okumamışız tabii, sadece sayıklayarak geçiştirmiştim o korkunç geceyi;) Sonra iki ya da üç kere daha gördüm bu karabasanlardan. Hiçbirini unutmadım. Çünkü diğer kâbuslar gibi değildi onlar, bedenimi ve hatta ruhumu esir alan garip bilinçaltı oyunlarıydı sanki. En son İstanbul'da kötü bir kâbusla uyandım. Çığlık atmaya çalışmış, becerememiştim. Hmmm, baya kötüydü, hatırlamak bile hoş olmadı.
Evet, bana kalırsa da 'neyse', geçelim bunları Saintciğim;) Sohbet etmemiştik uzun süredir, güzel şeylerden konuşalım biz. Şeker mi şeker, harika kızın nasıl? Lütfen benim yerime güzel yanaklarından öp kızının.
Çok sevgi ve selamlar.
Ah sevgili Justine, neyseki seninki kötü bir rüyaymış. Ben kaç gündür Allahım bu rüya olsa ve uyandığımda yüzümü yıkayıp ohhh rüyaymış desem diyerekten açıyorum gözlerimi başlayan güne:( Sevgili köpeciğimi (ki o benim 4. yavrum) gömdüm:( uzun uzun anlatmak sadece yangınımı depreştirip insanlara olan nefretimi körüklediği için anlatmayacağım. ama şunu biliyorum ki artık en ileri teknoloji mağralarımıza sığınsak bile "diğerleri" mahremiyetimizi suistimal edebiliyor, öylece dalıyorlar korkuyla sığındığımız mağracıklarımıza. İnandığımız erdemlerle yaşamamıza izin vermiyorlar ve kronik iritasyonları ile bizleri de kendileştriyorlar, kendileştirmeye çabalıyorlar. evet tek arzuları bu justine, kendileri mutsuzlar bizleri de bu balçık çukurunda görmek istiyorlar.
yapacak birşey kaldı mı bilmiyorum:(
ama hayat devam ediyor ve ben erdemlerime daha sıkı yapışarak, nefes almaya çalışacağım senin güzel müziklerinle, yüreğimde küçük, beyaz yavrucuğumun hayali ile.
justinciğim,
sıkıntılar bir nebze hafiflemiştir umuduyla yazıyorum, haller hallere tahvil olur, seninki de gönül ferahlıklarına olsun inşallah...
ben filmi izlemedim ama taraf'ta filmle ilgili bir yazı gördüm, sen de yazınca iyice merak ettim filmi. nicedir film izlemiyorum, böylece bir dönüş yaparım belki.
sokak düğünlerine olan öfkeni çok iyi anlıyorum, sokak düğünü değilse de türlü türlü gürültüye maruz kalıyoruz geceleri, yüksek müzik, bütün gece gürültüyle konuşup gülen insanlar. başkalarını bu kadar umursamadan yaşamak nasıl bir şey merak ediyorum, gerçekten. bu gürültü meselesinde alman ekolü benimsensin istiyorum, akşam sekizden sonra çıt çıkmıyormuş apartmanlarda, öyle diyolla :)
melancholia ile ilgili yazı dücane cündioğlu'nun, okumak istersen linki:
http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2012/09/melancholia.html
kucaklıyorum seni.
Rüyaların yaratıcılığı beni etkilemekten bir an olsun imtina etmez. Bilincimizin korku, kaygı, umut, mutluluk gibi günlük edinimlerimizi tam bir sanatçı edasıyla oldukça estetik bir yaratıcılığın maharetiyle yoğurarak bize yedirmesi… Ben çok seviyorum rüyaları, kabusları da öyle…
Melankoli filmini beğenmeyen insanlar grubundayım ben de. İşin doğrusu Spinoza’nın özgürlük tanımını defalarca ve defalarca onaylıyorum. “özgürlük sınırlarının bilincine varmaktır.” Ben evrene baktığımda kendimi küçülmüş hissedemiyorum. Kaldı ki ona baktığımda hissettiğim küçülme bir biçimi ile başka şeylere baktığımda da aynı oranda büyümem anlamına da gelmez mi? Bu karşılaştırmalar maddenin ruhuna aykırı geliyor nedense. Maddenin deviniminde henüz işlevli olan unsurlar olduğumuzu düşünüyorum. Bilinçle ödüllendirilmişiz, yahut ceza… Ama son kertede bir işlevimiz henüz geçerli çünkü varız. O halde hiç de küçük sayılmayız değil mi? En az diğer şeyler kadar evrene uygun olduğumuz sonucuna ulaşabiliriz.
Varlığı bir amaca bağlayarak biraz fazla ileri gittiğimi de düşünebilirsin. Kozmik bir tesadüfün ürünü olduğumuzu, evrenin toplam deviniminde ancak bir an ile ölçülebilecek bir zaman aralığında var olduğumuzu ve o diğer an aralığında aynı tesadüfle (gezegen, göktaşı, güneş patlaması, olmadı kendi üretimlerimiz; nükleer vb.) de yok olabileceğimizi de düşünebilirsin. Bu da doğru bir yaklaşımdır. Ama yine sınırları hiçe sayan bir karşılaştırma olgusu ile karşı karşıya kalırız. Beş yüz yıl yaşayan kaplumbağa mı, kırk sekiz saat yaşayan kelebek mi, 60 yıl yaşayan insan mı? Böyle bir karşılaştırma yok. Biri için diğeri bir anlam ifade edemez. Beş yüz yıl yaşayan kaplumbağalar insandan önce de bu dünyadaydı. Kelebekler de öyle, ama insan 60 yıllık ömrü ile çok daha fazla etki etti. –olumlu ya da olumsuz-
Çok uzattım kaçıyorum. Bana kalırsa evreni, bizim de dahil olduğumuz devinimi merak etmek, anlamaya çalışmak çok güzel. Her gün kullandığımız makinelerin en temel anlam da dahi nasıl çalıştığını anlamaktan kaçınan insanın kabullenmenin sınırlılığının ve doğallığında kölelik eğiliminin bireysel bir eleştirisi de aynı zamanda. Ama o evreni sınırları ve sınırlılıkları ile, kendi hareketinde anlamlandırmak, kendi ölçeğimizde kıyaslamamak daha iyi de olabilir kanımca…
Hem böylece ortada melankoli de kalmayabilir…
Sevgiyle…
Justine, sen yüreğinde minik deniz kabukların ve kozalaklarınla.
Küçüktüm, sanırım altı yedi yaşlarındaydım. evimiz bir apartmanın zemin katıydı ve banyonun penceresi kapkaranlık ve dar bir apartman boşluğuna bakıyordu. kuşlar hep çatıdan girip sonra çıkış yolunu bulamıyordu. evde ilk ben uyanırdım, çocuklar erken kalkar, banyoya gidemezdim, korkardım hep. orada o kuşların kanat sesleri ... ötüşleri. birileri inliyor gibi gelirdi.
babam bir tava ya da başka bir şeyle o kuşları kurtarır sonra da salardı. kendimi çok kötü hissederdim o kuşları babamın elinde görünce. babam onları hiç bırakmasın derdim. babam o kadar, o kadar ... babaydı ki.
sonra buraya taşındık, bir apartmanın en üst dairesi. bir gün terasta kitap okurken bir güvercin girdi. kendini raflara, dolap kapaklarına vura vura incindi. yoruldu. korktum. babamı çağırdım. ve ağlayarak odama koştum.
güvercinlerden korkan arkadaşlarım oldu, sokakta yürürken güvercinin olduğu kaldırımda yürüyemeyen.
kuşlara hiç inanmadım, hiç bir kuş gibi özgür olmak istemedim. ne zaman biri kuştan, bülbülden, serçeden, kargadan .. ne bileyim, kanadı ve gagası olan bir şeyden bahsetse o inlemeleri hatırlarım ve babamı. biri diğerinden daha kırıcıdır.
neden bunları anlattım, bilmiyorum. anlattım işte, niyesi var mı? bitmiş bir gün olsun bugün. bitmiş. içindeki çanlara dokun. bir masal öğrenmiş çocuğu düşün.
bunca kötü olamaz değil mi?
çokça sarılıyorum, içtenlikle.
dün, yazını okumadan önce -ben de bir şeyler yazıyordum-yazarken uzun süre çaldı durdu, çok çok beğendim müzikleri.
filmleri izlemediğimden pek bir şey diyemeyeceğim ama melankoli’yi merak ediyordum. bir de içimden geldi, şunu söyleyeyim, gezegen falan değil de “Çiçekleri sulasan, kurumuş yaprakları kessen/Sözgelimi tırnaklarını yemesen/ Akşamları erken yatsan iyi olur.” ;)
çok sevgilerimle justinecim, iyi bak kendine.
Justinecim, gece öyle güzel geldi bu müzikler! Zerka gibi ben de çok çok sevdim. Döne döne dinliyorum.
Melankoli'yi ben de bir uçak yolculuğunda izlemiştim ama yolculuk kısa geldi, yarım kaldı film:) Zaten uçak yolculuğunda izlenecek bir film değildi ama çok merak ettiğimden izlemekten kendimi alamadım. İzlediğim kadatıyla sevdim filmi, gerisini de kafamda tamamladım:) Yok aslında merak da ediyorum ama izleyemedim daha.
Dünyanın sonunun gelmesi ile ilgili geçenlerde bir arkadaşım hep birlikte bir sona yaklaşmayı hayal ettiğini söyledi. Bana hep ürkütücü bir şey gibi görünür ama o bunun güzel bir şey olabileceğini söyledi. Hep birlikte kaybolmak!
Babam hep mesajlarının sonunda "esenlikler" derdi. Bana hep güzel gelmiştir bu dilek. Ben de sana yüreğini ferah tut diyorum. Yarın sonbaharın güzel ışığını görelim hepimiz. Hep birlikte kaybolmaktan daha güzel geldi bu şimdi:)
Sevgili Guguk Kuşu, çok üzüldüm. Evet, haklısın bu konudan daha fazla bahsedip, zaten incelmiş olan yüreğini tekrar yormayalım. Sadece şunu demeliyim; sırf bu sonucun yüzdesi fazla diye hiç ama hiçbir zaman bir hayvanın bakımını üstlenmek istemedim. Böyle bir acı çok fazla ve zaten hayvanların kendi habitatlarında yaşaması gerektiğini savunuyorum. Tüm hayvanların, aksi bana uymuyor.
Söylediğin söz bana Haneke'nin filmlerini hatırlattı, ne kadar korunaklı şatolar yaratırsak yaratalım biz birbirimizin cehennemiyiz, bu doğru. Elbette bunun tam tersi; birbirimizin cenneti olduğumuz gerçeği de var. Zaten öyle olmasa hayata katlanmak çok zor olurdu. Bu da diğer bir doğru;) Ben, küçük mutluluklar, hayatımı güzelleştiren şeylerle yaşamaya çalışıyorum. Ve inan "diğerleri"nin nefesinden kurtulmak için tek çarem bu. Haklısın, her yere kokuları sızıyor, işte bu yüzden, büyüdüğümü sansam da hâlâ üzülüyorum, çok üzülüyorum.
Çok sevgiler.
Canım Neocuğum, sıkıntılar hiç bitmiyor. Biri bitse, diğeri sırada bekliyor sanki. Ama olsun, gülmenin, nefes almanın bir yolunu hep bulurum ben, her zaman söylerim; iyimser, şapşik bir tipim;p Çocukken bile kendine oyun icat eden hayalci bir kızdım, "oyunlarla yaşamak" mutlu olmanın en kolay yoludur, bilirsin.
Alman ekolünün hastasıyız öyleyse, hem ben alman hesabını da severim;) Dediğin gibi, millet olarak pek bir umursamaz, rahatız, hiç sevmiyorum bu birbirimizi terörize etme hâllerini. Biliyor musun, bu sabah saat dokuz gibi başladılar düğünlerine, ben nöbetten gelmiş, duş almıştım. Uykuya dalarken hafiften bir ses duydum fakat, yok canım, olmaz öyle şey dedim. Oluyormuş, üç gün üç gece yapıyorlar eğlencelerini o insanlar. Ve kimse bana, sakın, paraları yok, salon tutamazlar filan demesin, bu tek kelime ile barbarlık, vicdansızlık, daha ötesi yok.
Her yere mektup gönderdik, dilekçe yazdık. Tekrar yazacağım, bu iş bir şekilde çözülmeli, şehirde yaşamanın ne olduğunu anlamalılar. Güzelim ağaçları mangal keyfi için yakıyorlar, yerler çöp dolu, mahalleler gürültülü, bıktım ben bu vandallıktan. Milliyet, cins, tür, şu bu ayırmıyorum, kimseyi umursamadan bencilce yaşayan herkesten nefret ediyorum. Bu günü de, eskiyi de (antik kentlerdeki sigara izmaritlerini, tarihi kalıntılardaki yazıları gördükçe hâlâ, ama hâlâ ağzım açık kalıyor.) mahvediyor "insanlık" denilen muhteşem şey. Midemin yanmasından, başımın ağrısından kurtulmak istiyorum artık. Çok zor, bunun da farkındayım. Tek bildiğim kurtulmak istediğim.
---------
Aman tanrım, yine coşmuşum!
;) Kusura bakma lütfen, daldım gittim.
Yorumunu gördüğüm gibi okudum Dücane'nin yazısını, bazı yerleri özellikle çok sevdim. Çocuğun masumiyeti ve inancı temsil etmesi, gözlerini tevekkülle kapatan tek kişinin o olması konusunda aynı fikirde olmak da hoşuma gitti ayrıca, teşekkürler link için Neocuğum;)
Hadi, sen de izle Melankoli'yi, çok merak ediyorum sen ne düşüneceksin?
Çok sarıldım Neocuğum, sevgiler.
Güçlenip, küllerinden tekrar doğmuşsun Vuslatcığım;p
Seviyorum ben seni, şaka yapıyorum kusura bakma sakın.
En başta, var olmak küçük sayılmamanın ön koşulu değil bana kalırsa. Evet, bir maddemiz var, boşlukta yer kaplıyoruz, ve aman tanrım zehir gibi de düşünüyoruz ama o kadar. En, kendini "anlamaya adayanımız", en "varlığa anlam katmaya çalışanımız" hipotezle konuşuyor sonuçta. Bu da benim için -çoğu zaman- kara delik tarafından yutulacağımız anlamına geliyor. Karşılaştırma konusunda haklısın, hiçbir canlıyı karşılaştırmam birbiriyle. Fakat sen, hem böyle bir karşılaştırmanın anlam ifade etmeyeceğini söylemişsin hem de insanın kısacık ömrüyle zavallı kaplumbağa ile sevimli kelebekcikten daha fazla etki ettiğini belirtmişsin hayata;) Bana kalırsa insan akıllı ve özel bir tür, ama başka türlerin varlığını (kendisinden en bi la la la daha akıllı, güzel, zeki vs. vs. olabilir bu türler) fark edemeyen, var olup olmadıkları konusunda bile pek bir bilgisi olmayan şaşkın ve alık da bir tür aynı zamanda. Bu şaşkınlık içime dokunuyor Vuslatcığım, işte o zaman küçülüyor, küçülüyor, küçülüyorum.
Anlamaya çalışmak muhteşem bir çaba, merak duygusu olmayan insan en sevmediğim, en uzak durduğum şey şu dünyada. Hep merak edelim, hep araştırıp öğrenelim, ama bu küçücük olduğumuz gerçeğini değiştirmez bana kalırsa;p
Melankoli, hadi benim sevdiğim hâliyle hüzün olmadan olur mu hiç, ne yaptın sen Vuslatcığım?;)
Sen yine de hep gül, gülelim, böylesi daha akıllıca tabii;p
Çok sevgiler.
p.s.: Bilim insanlarına inanılmaz saygı duyuyorum, hayranım onlara, bunu daha önce söylemiş miydim? Bu vesileyle bunu da belirteyim ve rahatlayayım. Çoğu mesleğe saygı duymam ve önemsemem de, altını çizeyim dedim. Ah, bir de mimarlar, tam anlamıyla George Costanza oldum ben!;p
Kuşlara inan Zedkacığım, onlar tehlikeyi ve sevgiyi her şeyden, herkesten daha sağlam sezerler, diğer tüm inandıklarını bırak, buna inan lütfen.
Kırıcı olanın ne olduğunu ikimiz de biliyoruz, kalbimizi ondan koruyalım.
İyi ki anlattın bana, niyesini düşünme. Anlatmanı seviyorum, buraya gelmeni, kalbini tüm içtenliğinle bana açmanı çok çok seviyorum.
İçimdeki değil ama balkondaki rüzgâr çanlarımın sesini duydum, evet, sonunda bitti bugün. Hep beraber sevinebiliriz şimdi;))
Çok sarılıyorum sana.
Zerka, daha önce söylemiştim ama şimdi burada tekrarlamalıyım; şiir falına bayıldım, harikasın sen!;)
Müzikleri beğenmen ne güzel, kendim yapmış kadar seviniyorum böyle olunca. En sevdiğim müzikleri koyuyorum buraya ve sizin beğenmeniz, sanki müziği dinlerken ne düşündüğümü, neleri kurduğumu biliyorsunuz anlamına da geliyor. Böyle deli deli hâller işte;p
Benden de sevgiler, iyi geceler Zerkacığım.
İşte müziği beğenen biri daha!;p Şahane oldu bu;))
Uçak yolculuğu ve Melankoli ha, bravo, çok cesur birisin sen Alkımcığım, şapka çıkarıyorum sana;p Lütfen izle devamını da, ama tekrar baştan al ve kesmeden izle. Böyle daha çok zevk alacaksın, eminim.
Hep birlikte kaybolmak iyiymiş, yalnız, benim sokak düğünü takımı da olacak mı, öyleyse ben almayayım canım, bırakın beni müsait bir yerde;)
Sonbaharın güzel ışığı üzerimizde olsun, babanın dileğine katılıyorum Alkımcığım hepimiz için esenlikler, ferahlıklar diliyorum ben de.
Çok öpüyor, sarılıyorum sana, iyi geceler.
MoMo yu okumuşmuydun, michael endenin kitabı
evet haklısın, incecik gibi görünen dallara tutunuyoruz, kasırgalarda. bu müziklerde benim bugünlerdeki dalım oldu
diğer iki şarkı kimden?
Momo'yu hatırlaman ve hatırlatman ne hoş oldu Guguk Kuşu, çok sevindim!;)
Okudum ve herkesin okumasını isterim, hatta twitter'a sıkıcı bir nöbet sabahı şöyle yazmıştım; çocuklarınıza "michael ende" kitapları okutun
...bir iki dakika sonra, birkaç insanla yüz yüze gelince, şunu ve şunu da eklemiştim tabii;) Beş dakikada değişir işler, bilirsin.
She Walks in Beauty, Lord Byron'ın ünlü şiiri. Ben şarkıya dönmüş halini ilk önce Vanity Fair filminde duymuştum. Sissel söylüyordu ve filmi izleyeli yıllar olduğu hâlde unutmadım bu şarkıyı. Çok güzel. Diğer şarkı, Lullaby For Cain, yine bir filmden. Ama bu sefer çok çok sevdiğim bir filmden; The Talented Mr. Ripley'den. Sinead O'Connor harika sesiyle, muhteşem yorumlamış ve şarkının sözleri de çok güzel. Ben Habil ve Kabil'in hikâyesinden etkilenirim, şarkıyı duyunca vuruldum tabii.
Böyle işte, bu şarkılar biraz yavaşlattı değil mi bizi, sana yazarken ben de tekrar tekrar dinledim. Öyleyse hemen hızlanalım hadi; aşağıdaki şarkı sana hediyem olsun. Sevgiler;)
Why This Kolaveri Di
artık biliyorum, yok yok hatta eminim sevmek için bedene ihtiyaç yok:) çok teşekkür ederim böyle kırılgan ve tükenmiş hissettiğim günlerde yüreğime bir kuş gibi kondun. hemen hediyemi dinleyeceğim.
;) Şimdi eve geldim, hızlı soğutucuya biramı attım, The Killing'in yeni bölümlerini izleyeceğim. Birazcık mutlu oldum sonunda, güzel bir hafiflik duygusu var üzerimde, böyle kalsın lütfen;p
İyi geceler Guguk Kuşu, sana ve kızlarına ve hatta eşine çok sevgiler.
Yorum Gönder