Perşembe, Ocak 03, 2013

neren acıyor?

 
aşk by justine on Grooveshark

Akşam olana kadar bekledim, oyalanmak benim karakterim, en iyi yaptığım şey, beklemek birazcık oyundur bunun için. Poliş ve sevgilisiyle buluştuk, dışarıda yemek yedik. Kahve içmeyi çok istiyordum olmadı, hava çok soğumuş, evde otururken fark edilmiyor. Onlardan ayrılıp hemen eve geldik, C. çok hasta, grip, nezle beraber seyrediyor, yine de; gece uykumuz gelmezse çıkar, kahve içecek yer buluruz, dedi. Güldüm, hemen çay koydum, burada son gecem bu gece. Kahve diyordum; C.'nin evinde benim şu dandik kahve makinelerimden yok, evde cezveyle yapılan kahveyi de sevmiyorum, hiç köpürmüyor, tadı da kötü oluyor üstelik. Oysa geçen gün dışarıda, küçücük, basit mi basit bir çay ocağında içtiğimiz kahve ne güzeldi. Çay ocağının sahibi bakır bir cezveyle kısık ateşte pişirmişti kahvelerimizi, siyasetle ilgili şikayetlerini sıralıyordu bir yandan da. Ama biz bu akşama dönelim; çay acıdı, C. parasetamol almıştı, iyice ağırlaştı, gülüşüp son gecemizde yaşadığımız şanssızlığımızdan bahsettik, bir gece daha olsaydı diye sayıkladık (kaç gecemiz var sahi? siz hiç düşündünüz mü, geceler biterken, bitmeyen planlarınızı?), yatağımızdan zorla kalktık, ben ders çalışmaktan vazgeçtim, uzun zamandır izlemek istediğimiz filmi açtık, Amour'u seyretmeye başladık. C. kucağıma başını koymuş yatarak izliyordu filmi, normalde film izlerken konuşmaz, çok sessizdir ama sanırım ilaçlar iyi kafa yapıyor, anlatacağı tüm komik olaylar tam da film izlerken aklına gelmiş gibi, keyifle, dalga geçerek onları anlatmaya başladı. Filmi durdurdum, çay koyarken ara verdik, en sonunda C. tıpkı bir bebek gibi kucağımda uykuya daldı;) Uyandırıp yatağa gitmesini söyledim, parasetamoller hiçbir şeye yaramasa bile uyku ilacından daha iyi uyku yapıyorlar bunu biliyorum, bir de burun akıntısını bir saat içinde geçiriyorlar, çok iyi. O dişlerini fırçalayıp yatağa giderken ben filmi geriye aldım, tekrar oturdum karşısına. Şimdi bitti. 
Neden böyle ayrıntılı anlatıyorum gecemi size? Filmin etkisinde kalmış, o senkronla yazıyor olabilir miyim? 
(ben yazarken şiddetli hapşırık sesleri geliyor odadan, biraz daha iyileşti diye seviniyordum, kötü oldu bu iş. bu haftasonu saatler sürecek aptal bir sınavım var, ben de hasta olur muyum acaba? büyük saçmalık. neyse.)

Haneke'nin filmleri önemlidir benim için, Funny Games'i ilk izlediğimde yumurta sahnesinde filmi durdurduğumu ve takılıp kaldığımı hatırlıyorum. Tek başınaydım, olayın şokunu üstümden atmak zaman almıştı, yaşadığım durumu sağlam bir zemine oturtamıyordum. Kasedin geri sarılıp çocuğun seyirciye, bize bakarak konuştuğu sahneden sonra, bana göre biraz sıradanlaşıp, normale dönmüştü film, ama o ana kadar ne yaşadığımı iyi bilirim. Yumurta sahnesinin müthişliği bir kenara yine de en sevdiğim (bu tür filmlerde sevmek kelimesi çok eğreti duruyor)  Haneke filmi Funny Games ya da diğerleri değildir, Caché filmi başka bir yerdedir benim için. Çok, çok özeldir o film, şok edici, şaşırtıcı, hatta daha da ileri gidersem, öldürücü. Caché, yüreğimde değil, boğazımda bir yaradır, nefes almamı zorlaştıran onlarca şeyin arasında tüm sessizliği ve unutulmazlığı ile durur. Belki bir zaman, burada konuşurum o filmle ilgili, doğru kelimeleri bulabilirsem, kendimi hissettiklerimi anlatacak kadar güçlü hissedebilirsem tabii.   

Amour, acı bir film. Sıradan bir deneyimin sıradışı tortusunu kalbime koyup sakince biten, beni kendimle yalnız bırakan bir hikâye. Yaşlı, müzisyen çiftin bir konser dinletisindeki görüntüleriyle başlıyor film, sonra sabah kahvaltılarını izliyoruz. Güzel bir sohbet, alışılmış, rutin, fakat keyifli. Sonrası; mesele, ya da yaşlılık, ya da o bile değil, hiçbirimizin bilmediği "andan ötesi". Sonrası, bir yerimizin, bir şekilde acıdığını iyi bilmemiz, ama acının yerini tam olarak keşfedemememiz, "neren acıyor, neren?" "Çok acıyor, sadece onu biliyorum." Sonrası, belki de sadece bu cümleler. Sonrasını filmi izleyen görecek zaten, sorun acının nerede olduğunu hiçbir zaman bilmeyecek, bilemeyecek olmamızda. Filmi izlemeye başlamadan önce C. ile şakalaşırken, geçen gece uykumdan korkuyla uyanmamdan bahsetmiştik. Farkında mısınız, korkunç olaylar bile, biz ölümlülerin elinde kendi zamanlarının dışında komik, sıradan anılara dönüşüyor. Tuhaf, fakat belki de rahatlatıcı bir durum bu. Bilmiyorum. Kötü bir rüya görmüştüm, uyanmaya çalışırken ne çığlık atabildim ne de sesim çıktı, ellerimle ona dokunmak istemiş ama bir türlü becerememiştim. Sonra o, rüyasında kaçtığı şeyi -köpek?- elleriyle itmeye çalışırken benim omzuma, boynuma dokunduğundan, sonra uyandığından söz etti. "O filozofun, eşini boğduğu gibi boğma sakın beni", demiş, gülmüştüm. Althusser'in Helene'i neden boğduğunu bilmiyorum, bana kalırsa ondan başka kimse de bilmiyor, bilemez bunu. Benim derdim, boğma anında. O büyük acıda. C. ile yazışırken, daha birbirimizi doğru dürüst tanımamışken, bu boğma hikâyesini birkaç kere konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bu akşam filmin başında konuşmamız ise tam anlamıyla tesadüf. 

Filmi seyrederseniz eğer (ki şiddetle izlemenizi tavsiye ederim), film boyunca Schubert'in Impromptu'ları (emprovizeleri) eşlik edecek size, Haneke çok fazla kullanmasa da müziği, siz kulağınızda o tınıları ilk sahneden beri duyacaksınız. Gözünüzün önünde Ophelia'nın çiçekler ortasındaki ölümü canlanacak. Güvercinin hareketlerinin gizemine kafa yoracak, özgürlüğün ne olduğunu soracaksınız kendinize. Yorgunluk yorgunluk, hepimiz ne kadar yorgunuz aslında, konuşmaya bile halimiz yok. Yaşlı adamın konuşurken, nefes alırken, aksayarak yürürken nasıl yorulduğunu hatırlıyorum şimdi, aşkı anlıyorum. Yıldızlar, çiçekler. Sonra her şeyi unutup sevdiğinize sarılacaksınız, eminim. Korkak, titreyen, seven, insan ellerini öpeceksiniz. Ben öyle yapacağım. An'dan ötesi yok çünkü.

---------------------------------
p.s.: Boğazım yanmaya başladı, başım ağırlaştı, hasta mı oluyorum acaba? Hastalıkların bulaşıcı olması vicdansızlık.

10 yorum:

aglea dedi ki...

justine'cim, geçmiş olsun, c'ye çok selamlar, acil şifa diliyorum. hastayken çay daha iyi gelir bana hep. küçükken annem çay içmemize pek taraftar değildi ve sadece hastayken sıcak bir çorbaya eşlik ederdi çay. bundandır, çay içersem iyileşem gibi gelir. ama epey sonra ben, bir arkadaşımla, "çay keyfi"ni keşfettim işte:) şimdilerde keyfimiz; kahve. öğlen ve gece kahveleri, illâ nescafe türünde, ben tek kupa, o çift. zira kahve beni fazlasıyla uyarıyor, uykumdan oluyorum.

ah ben neden koşmuştum buraya, sadede geleyim. amour'a... ne kadar farklı bir haneke filmi diye diye şaşkınlıkla kendimi kaptırmış seyrederken, bir anda, çok sert bir şekilde, aslında o'nun filminde olduğumu hatırlatan haneke yine çok çarptı beni. bambaşka bir halde çarptı bu defa...

yorumumun bu kısmını, sadece filmi seyreden anlayacak: sarılır gibiydi justine, şefkatle bastırdı yastığı, merhametle, sonsuz bir sevgiyle, aşkla. o güvercini, üstüne örtüyü atarak yakalayıp, özgür bıraktığı gibi...

guguk kuşu dedi ki...

belki psikolojik olarak etkilendin bu hastalık meselesinden, zaten bu bulaşıcılığın belki de patogenezi bu:) sen eyvah bana da geçecek diyerek zemini hazırlıyorsun o da gelip oturuyor:)
Müzikler ilaç gibi geldi bana da, iyi kafa yapıyor (parasetamolden daha iyi):)
sevgiler justine:)

Leylak Dalı dedi ki...

Filmi festival sırasındaki özel gösteriminde kaçırmıştım. İnsanlar o kadar övdüler ki vizyona girmesini bekler oldum ama ne yazık ki 3 sinemada oynuyordu o da Antalya'da değildi. Nette bulunca deli gibi sevindim ve yılın son filmi olarak izledim. Sonuç: Dağıldım. Kovalarca gözyaşı döktüm, uzun zamandır bir filmde bu kadar ağlamamıştım. O kadın annemin yerine geçti ve ben 7 yıl öncesine döndüm. Sonra o kadın ben oldum ve acaba bana da böyle özveriyle bakabilir mi kocam diye düşündüm, ürktüm açıkcası. Aslında hepimizin bildiği, pek çok kişinin yaşadığı hayatın sıradan bir gerçeği ama filmde bir sihir vardı sanki. O yıllar önce "Bir Kadın Bir Erkek" filminde hayranlıkla izlediğim, yakışıklı, sportmen, enerjik Jean Louis'in bu kadar yaşlanmış olmasına bile üzüldüm. Filmde bacağını çekerek karısına yardım çabalarına üzüldüm. Gerçekle kurgu birbirine karıştı. Kısacası film beni perişan etti. Gündelik hayatta yolda görsem dikkatimi çekmeyecek çift filme dönüşünce beni parçaladı. Bu da Haneke'nin marifeti olsa gerek. 5 gün oldu izleyeli hala etkisindeyim ve kimseye muhtaç olmadan ölmek için dua ediyorum. Uzun yaşam bir ödül değil bir ceza sanırım...
Yeni yılın kutlu olsun bu arada, umarım hasta olmamışsındır. Sevgiler yolluyorum...

justine dedi ki...

Agleacığım, teşekkürler. C.'ye söyledim selamını, onun da sana selamı var. Bugün biraz daha iyi, işe gitmedi, sabah evden biraz çalıştı, şimdi azıcık dinlenecek, uzanıyor.

Filmin bahsettiğin o kısmında, ben de sarıldığına inanıyorum Aglea, seni anlıyorum, aynı şeyi düşünüyoruz, ve bunun "şiddetle seviyorum" tarzı bir sevgi gösterisi olmadığını da çok, çok iyi biliyorum. Şiddetle sevmeleri anlamam ben, öyle bir aşkı anlamaktan özellikle uzak dururum. Sevenin en önemli özelliği şefkattir bana göre, kalbim buna inanıyor.

Sarılıyorum Agleacığım sana, çok sevgi ve selamlar.

justine dedi ki...

Evet Guguk Kuşu, haklısın hastalıklar en başta psikolojiktir, ama şu da var ki bazıları bulaşıcıdır da;) C.'nin hastalığı soğuk algınlığı ve haliyle bulaşıcı, bazen sağlıklı vücut kendisini koruyabiliyor, ve bağışıklık sistemi güçlüyse hasta olmama ihtimali oluyor, ama benim şu hâlime bakılırsa hastalığı tetikte bekliyorum.

Müzikleri beğendiğine sevindim, dün gece ve bu sabah, hep onları dinledik biz de.

Çok sevgiler.

justine dedi ki...

Sevgili Leylak Dalı, öyle güzel, öyle önemli bir noktaya işaret etmişsin ki, yorumunu okurken cevap yazmak için heyecanlandım. Dün sabaha karşı film hakkında karışık karışık bir şeyler yazmaya çalışırken asıl söylemek istediğim şeyi unuttuğumu da farkında olmadan gösterdin bana. Ben filmi seyrederken özellikle, bu kelimenin altını çizmeliyim, özellikle C. ile kendimi düşünmemeye çalıştım. Bu düşünce her aklıma geldiğinde beynimden kovmaya çalıştım. C. filmin başında uyudu sayılır ama yine de yaşlı çiftin kahvaltı muhabbetini ve kadının hastalığının ilk halini gördü. O hep erken ölme gerekliliğini savunur, hatta bazen beni güldürür bu takıntısıyla. Elli en iyisidir, der;) Şaka bir yana, en sevdiğinin bile ellerine kalmamak önemli. Bunu her şeyi göze alarak söylüyorum. İnsan tuhaf bir varlık, gurur, nefret, inat, sıkıntı, ve binlerce karanlık şeyden oluşmuş, bunların eline kalmamaktan bahsediyorum aslında. Yoksa biraz önce Aglea'ya söylediğim gibi, ölümün bile sevdiğinin elinde güzelleştiğine inanmak zor gelmez bana. Kadının yemeğini yemek istemediği sahneyi hatırlıyor musun, sabretmek ne kadar zordu değil mi? Peki, adamın anlattığı hikâyeyi? Çocukken yemeğini yemediği için kendisine verilen cezayı, annesine göndermek için hep yıldız resmi çizdiğini. İnsan çok karanlık, çok anlaşılmaz. Yine de filmdeki saf aşktı, bundan eminim.

Oyunculardan bahsetmen de harika olmuş, Jean-Louis Trintignant muhteşemdi, hayran kaldım, ki çok severim zaten oyunculuğunu. Emmanuelle Riva'yı ise "Hiroshima, mon amour"dan sonra adı birazcık kısaltılmış ve "Amour" kalmış bir filmde görmek gülümsetti beni. Bunun Haneke'nin de aklına geldiğine eminim, çok hoş ayrıntılar bunlar, hayattaki güzel, komik tesadüfler;)

Senin de yeni yılın, sağlık ve mutlulukla geçsin Leylakcığım (ne güzel bir mahlas leylak, şahane!), benden de sevgi ve selamlar.

p.s.: Hastalığım konusunda bir gelişme yok henüz, boğazım hafiften yanıyor ama ev hastalık kokuyor, biraz önce havalandırsak da kahvaltı yerine içtiğimiz sıcak çorba ve arkasından C.'nin ikram ettiği Tylol Hot sayesinde hastalık fonundan kurtulamıyoruz;) C. ilaçtan sonra dinlenmek için yatmıştı, sana yazayım ben de yanına uzanacağım. Bavul bile hazırlamadım daha, ama olsun, uçağım geç saatte, hem planlar nedir ki, "an" önemli dememiş miydik biz?;)

alkım doğan dedi ki...

Bir Kadın Bir Erkek filmini ben de hatırlıyorum, Jean Louis o genç haliyle bile hüzünlü biriydi bence.

Aşk'ı görmeyi çok istiyorum, bir yandan da çekiniyorum. Bugünlerde çok sık düşündüğüm, beni tökezleten şeyler bunlar. Yaşlılık bir tür yorgunluk gibi, bir yandan da insanın en karanlık, ilkel ve savunmasız haliyle yüzleştiği zaman sanki. O incelen bacakların, sarkan derinin insanı acıtan, çok çıplak bir yanı var. Alzheimer gibi bir şeyle birleşince insanı iyice çaresiz bırakan bir duruma dönüşüyor.

Çok severek (ve gözlerim dolarak) okudum yazını Justine. Çok dokunaklı geldi, bir gün bekledim bir şeyler yazmak için. Aşk'ı izleyen Justine ve C.den de bir film çıkarttı çıkarttı zihnim. Ve an'dan ötesi yok, çok doğru.

Umarım tez zamanda iyileşirsiniz ikiniz de. Benim sihirli iksirim -daha önce de yazmıştım- bol karabiberli, şehriyeli tavuk çorbası:)

Sevgiler Justinecim.

Adsız dedi ki...

Canım,
C'ye çok geçmiş olsun. Burda da iki hasta var maalesef. Sizin gittiğiniz sabahın ertesi boğazım ağrıyor diye uyanan tabi! Lily ve babası. Burun sesleri, hapşırıklar vs. gırla gidiyor. Kışı hiç sevmiyorum. Dilerim hasta olan herkes en kısa zamanda iyileşir. Sarıldım.
Serap

justine dedi ki...

Alkımcığım, canım, kusura bakma çok geç cevap yazıyorum yorumuna. Aptalca, sıkıcı işlerle uğraşıyordum. Perşembe gece eve geldim, Cuma günü boyunca, haftasonu yapılacak açıköğretim sınavlarına çalıştım. Emeklilik için açıköğretim'de sağlıkla ilgili bir yeri okumam iyi olurmuş, maaş ve derece için önemliymiş. Bunları böyle komik bir dille anlatıyorum çünkü bin yıllık memurum yine de bilmem devlet işlerini. Her neyse, aylar önce Toti Hanım'la bu mesele hakkında konuştuğumu hatırlıyorum, işte o zamanlar uzaklarda bir düşünce olan şey geldi oturdu karşıma. Üstelik sekiz dersin sınavıyla birden! Yanlış zamanda izne ayrılmışım sanırım, C. matematik öğretme işinde doğru tercihti ama öğrenecek adam lazım tabii;p Doğru düzgün çalışamadım ve sekiz dersin hepsine birden iki günde çalışmaya kalkınca -açıköğretim bile olsa- zor oldu. Bir de işin benim canımı sıkan, beni üzen tarafları var, arkeolojiyi doktora yaparken birden bırakıp böyle ilgilenmediğim, saçma ve sıkıcı derslere çalışmak ölüm gibiydi; iktisat, matematik, işletme, hukuk!

Çok uzattım yine;) Kısaca, bitti gitti işte, finallere kadar (ki bir ay sonraymış!) yine derslerin yüzüne bakmayacağım, rahatım;p

Bir Kadın Bir Erkek filmini hatırlıyorum, sevmiştim ben o filmi, çok şiirsel, hoş görüntüleri vardı. O filmde Anouk Aimée de vardı sanki, öyle aklımda kalmış, bilirsin Justine'in tek uyarlamasında Justine rolünü oynayan oyuncu. Bir türlü bulamadım o filmi de (justine'i), fotoğraflarından biliyorum sadece. İkisi; Jean-Louis Trintignant ve Anouk Aimée çok yakışıyorlardı görüntü olarak birbirlerine, masada bir sahne hatırlıyorum hayal meyal, kadının sırtına dokunuyordu parmaklarıyla (tamamen uyduruyor bile olabilirim, hafızamın bir oyunu olabilir. kusura bakma eğer öyleyse;)) çok zarif bir sahneydi. İşte ta o zamanlardan severim ben Trintignant'ı. Ben de hüzünlü göründüğünü düşünüyorum, ayrıca, başka bir sürü sağlam filmi de var onu sevmemiz için;)

Yaşlılık, üzerine konuşmanın zor olduğu şeylerden, hem kaçınılmaz hem de çok uzak. Ananem geliyor benim aklıma da; onu yıkarken seyrettiğim zayıf vücudu, damarlı, kemikli elleri, henüz tamamen beyaz olmamış çok şey görmüş, geçirmiş saçları. Güzelce tarar, örerdim onları, kestirmek istemezdi, ölümünü sakince bekliyordu, hazırlanarak.
----------

Nasıl bir film çıkarttın acaba bizden, umarım çok acıklı değildir Alkımcığım, kalbim daha fazla hüznü kaldırmaz çünkü;)

Ben iyileştim aslında, ama sınavda ateşler içindeydim ve hâlâ ilaç kullanıyorum tabii. Tavuk çorbası olsaydı keşke, şimdi canım çok istedi, evde olsaydım yapardım bugün. Sınavdan sonra Rüya'yı ve abimleri görmeye gittim, ancak gelebildim eve. Çok teşekkür ederim Alkım, geçmiş olsun dileklerin ve yorumun için. Sarılıyorum sana, çok sevgiler.

justine dedi ki...

Canım ablacığım, sağol. Size de çok geçmiş olsun. Yılbaşında iyiydiler, neden böyle oldu ki? Umarım hemen iyileşirler, bugün Liliş'in sesi gayet iyiydi aslında, hasta görünmeyi hiç sevmiyor benim bebeğim;)
Çok öptüm, sarıldım hepinize.