Kış geliyor, haliyle kış hazırlıkları başladı.
Şaka yahu, ben kim, bir şeye, bir yere hazırlanmak kim, çok zor bu cephede öyle işler. Ama bir dakika, kendime o kadar da haksızlık etmeyeyim, geçen zamanda pek önemli bir misafir ağırladım; telaş, heyecan içinde koşturdum, plan program yaptım. Buna hazırlanmak diyorsak buradan azıcık puan kapabilirim. Yukarıya fotosunu koyduğum turşu hikâyesini de anlatınca bütünlemeye kalmadan geçerim sanırım.
Sayılı gün, su gibi aktı bitti. Zaman, elimizde ne var ne yoksa üfleyip savuruyor, her gün daha çok şaşırıyorum geçen zamana, arkasından alık tipler gibi sayıklayıp duruyorum, ama daha dün, ama geçen gün... evet ben katıksız bir şapşiğim, itiraf ediyorum. (ve aramızda kalsın, ben en çok bu zaman denen şeyden korkuyorum.)
Üflenip kaybolan zamanda neler yaptım peki? (Proust'a selam olsun, izindeyiz!) Geçici görev diye bir bela vardı başımda, o teraneyi atlattım. Torbalı pek de ilgi çekici bir yer değilmiş yakından şahit oldum. İlk nöbetim bol kazalı, bol hastalı geçti. Hastaların alkol promilleri de yüksek olunca benim sinirler iyice bozuldu. Berbat bir nöbetti, o gün hem çok yoruldum hem de Gerede'deki ilk gençlik yıllarıma, oradaki trafik kazalı nöbetlerime döndüm. Kötüydü. Başka bir nöbette ise deli gibi yorulmuş halimle C. ile tartıştığımı hatırlıyorum. Kendi kendimi öldürüyorum, bu kesin. Hiç bir şey yokken birden cehennemi buluyorum, farkındayım ama elimden bir şey gelmez, kendimden vazgeçemem, bunca yıl taşıdığım saçma, anlamsız, tuhaf bir şey bu "kendim" dediğim şey, vazgeçip, değiştirmek kolay değil, bu da kesin. O günlerden aklımda kalan tek güzel ayrıntı, eve dönerken arabayı iyice yavaşlatıp şehirde çok yaşayamadığım sabahın güzelliğini seyretmekti. Romantizm filan yapmam, korkmayın, sadece gördüğüm olağanüstü güzelliği söylemeliyim. Ağaçları hiç o kadar net görmemiştim, yüzleri yeni yıkanmış gibi serin ve renkliydi hepsi. Yol boştu, birkaç uzun yol kamyonu ve yolcu minibüsü o kadar, fırsattan istifade doya doya seyrettim ben de, nefisti.
Sonra, C. bayram tatilinde benim yanıma gelmeye karar verdi. Bunca yıllık beraberliğimizde hep ben ona gittim, ya da birlikte bir yerlere gittik, bu zamana kadar benim evime, benim yaşadığım yere hiç gelmemişti. Dramatize etmiş gibi olmasın, özellikle tercih ettiğimiz bir şey değildi bu; onun izni az ve sadece hafta sonları izinli, benim iki nöbet aram bile onun izninden fazla, haliyle benim oraya gitmem daha mantıklı oluyordu. Her neyse, bu uzun tatil bize yaradı, sevgilim de benim habitatımı sonunda görmüş oldu. Sabah kahvaltılarında çaylı, bol kahkahalı, komik sohbetler ettik, yatakta uzun uzun konuştuk, benim hep tek başına oturduğum, -hayır! bildiğiniz yayıldığım- koltuğa birlikte uzanıp film izledik, İzmir'i el ele, kol kola gezdik, vs. vs. Ama gelin görün ki ben bunlar hiç yaşanmamış gibi hissediyorum şimdi, sanki uzun bir rüya gördüm ve bitti. Tuhaf.
Ona çok kırılmıştım gelmeden önce, ne kadar istesem de yaşadığım şeyle, o sinir bozucu aptallıkla halleşemiyordum. Buraya geldiğinde konuşuruz diye düşünmüştüm, olmadı. Konuşmak ne kadar zor. Anlamak, güvenmek, affetmek, unutmak çok zor. Peki alışmak neden bu kadar kolay? Hadi bakalım, bir tane tuhaf da buraya gelsin; hayat tuhaf hanımlar beyler, hem de öyle böyle değil, pek tuhaf.
Sayılı gün, su gibi aktı bitti. Zaman, elimizde ne var ne yoksa üfleyip savuruyor, her gün daha çok şaşırıyorum geçen zamana, arkasından alık tipler gibi sayıklayıp duruyorum, ama daha dün, ama geçen gün... evet ben katıksız bir şapşiğim, itiraf ediyorum. (ve aramızda kalsın, ben en çok bu zaman denen şeyden korkuyorum.)
Üflenip kaybolan zamanda neler yaptım peki? (Proust'a selam olsun, izindeyiz!) Geçici görev diye bir bela vardı başımda, o teraneyi atlattım. Torbalı pek de ilgi çekici bir yer değilmiş yakından şahit oldum. İlk nöbetim bol kazalı, bol hastalı geçti. Hastaların alkol promilleri de yüksek olunca benim sinirler iyice bozuldu. Berbat bir nöbetti, o gün hem çok yoruldum hem de Gerede'deki ilk gençlik yıllarıma, oradaki trafik kazalı nöbetlerime döndüm. Kötüydü. Başka bir nöbette ise deli gibi yorulmuş halimle C. ile tartıştığımı hatırlıyorum. Kendi kendimi öldürüyorum, bu kesin. Hiç bir şey yokken birden cehennemi buluyorum, farkındayım ama elimden bir şey gelmez, kendimden vazgeçemem, bunca yıl taşıdığım saçma, anlamsız, tuhaf bir şey bu "kendim" dediğim şey, vazgeçip, değiştirmek kolay değil, bu da kesin. O günlerden aklımda kalan tek güzel ayrıntı, eve dönerken arabayı iyice yavaşlatıp şehirde çok yaşayamadığım sabahın güzelliğini seyretmekti. Romantizm filan yapmam, korkmayın, sadece gördüğüm olağanüstü güzelliği söylemeliyim. Ağaçları hiç o kadar net görmemiştim, yüzleri yeni yıkanmış gibi serin ve renkliydi hepsi. Yol boştu, birkaç uzun yol kamyonu ve yolcu minibüsü o kadar, fırsattan istifade doya doya seyrettim ben de, nefisti.
(ilk fotoda C. uçaktayken onun için yapıp fotoğrafladığım muffinler var, gelince aç olur, atıştırmalık hafif bir şeyler olsun diye düşünmüştüm. heyecandan ikimiz de doğru düzgün bir şey yiyemedik tabii, kaldı güzelim çörekler öyle. o gece nasıl araç kullandığımı da bilmiyorum ya, allahtan yollar boştu.;) diğer fotolar arkeoloji müzesi'nden, bomboştu biz gittiğimizde, en son lisansta gitmiştim bu müzeye, yıllar sonra tekrar gitmek tuhaftı. c. olmasa yaşadığım üzüntü ve sıkıntıya dayanmak daha zor olurdu, eminim.)
Sonra, C. bayram tatilinde benim yanıma gelmeye karar verdi. Bunca yıllık beraberliğimizde hep ben ona gittim, ya da birlikte bir yerlere gittik, bu zamana kadar benim evime, benim yaşadığım yere hiç gelmemişti. Dramatize etmiş gibi olmasın, özellikle tercih ettiğimiz bir şey değildi bu; onun izni az ve sadece hafta sonları izinli, benim iki nöbet aram bile onun izninden fazla, haliyle benim oraya gitmem daha mantıklı oluyordu. Her neyse, bu uzun tatil bize yaradı, sevgilim de benim habitatımı sonunda görmüş oldu. Sabah kahvaltılarında çaylı, bol kahkahalı, komik sohbetler ettik, yatakta uzun uzun konuştuk, benim hep tek başına oturduğum, -hayır! bildiğiniz yayıldığım- koltuğa birlikte uzanıp film izledik, İzmir'i el ele, kol kola gezdik, vs. vs. Ama gelin görün ki ben bunlar hiç yaşanmamış gibi hissediyorum şimdi, sanki uzun bir rüya gördüm ve bitti. Tuhaf.
Ona çok kırılmıştım gelmeden önce, ne kadar istesem de yaşadığım şeyle, o sinir bozucu aptallıkla halleşemiyordum. Buraya geldiğinde konuşuruz diye düşünmüştüm, olmadı. Konuşmak ne kadar zor. Anlamak, güvenmek, affetmek, unutmak çok zor. Peki alışmak neden bu kadar kolay? Hadi bakalım, bir tane tuhaf da buraya gelsin; hayat tuhaf hanımlar beyler, hem de öyle böyle değil, pek tuhaf.
(tchibo'nun güleryüzlü çalışanının tavsiyesiyle aldığım -bayramda mühim misafirim var, çoook güzel bir kahve istiyorum demiştim;p- wiener melange'ı nefis çıktı, çok beğendim. evi de mis gibi kahve kokutuyor, bir taşla iki kuş. ilk defa çiğ börek yaptım, harika oldu ve biz o ağırlıkla gece seansına gravity filmini izlemeye gittik! son fotoda ise, şu blogta görüp aklımın bir köşesindeki "kesin yapılacaklar!" listesine yazdığım muhteşem omlet var. mutlaka ama mutlaka deneyin bu omleti, sadece çedar peyniri olarak benim kullandığım la vache qui rit markasının cheddar'ını kullanmayın. blogta yazan markayı filan deneyin ne bileyim, yeter ki benim düştüğüm hataya düşüp, sevgilinin kalbini kazanacağım derken kafasını kırmayın yeter.;) peyniri paketinden çıkarırken deliriyordum ama sonuç şahane oldu, bayıldık, bayıldık.)
Tüm tatiller, güzel günler hızla geçermiş, bu da geçti. Aklımda sadece birkaç güzel fotoğraf ve anı kaldı. Özellikle birini hiç unutmam; fuardaki arkeoloji müzesini (bu diğer müze, varyanttaki değil) gezdikten sonra şehrin gürültüsünden uzak, o muhteşem sessizlikte C. ile bankta oturduğumuz zaman büyülüydü; akşam oluyordu, uzaktaki lunaparkın ışıkları hiç anlayamadığım zamanı daha da gerçek dışı yapmıştı. İçimden güldüğümü hatırlıyorum; bu benim yaşadığım şehir olamaz, demiştim, bu şimdi buraya kondurulmuş bir sahne, etraftakiler de şehre uğramış kumpanyanın oyuncuları olmalı. Lunaparka belki de onun için gitmedim, uzaktan sahneyi daha kusursuz yapıyordu, bir şeyler uzakta kalsın öyle, ben kafamda kurayım. Böyle güzel.
(fuardaki manzara ilk fotoda. şikayet etmeden, sıkılmadan o bankta uzun bir süre oturduk, üstelik ikimiz de hastaydık! hastalık meselesini sonra anlatayım, sabah oldu yine. yalnız hikâyenin en trajikomik kısmı hastalık bölümünde saklı, bir ara anlatayım ki bizden ders alın.;) ikinci foto varyanttaki arkeoloji müzesinin bekleme salonundan -belki de lobisi, bilemedim şimdi-. ben de c.'yi çektim ama sormadan koymayayım dedim. insanın kendi fotoğrafları üzerindeki tasarrufu daha kolay, koy gitsin nedir yani?;p)
Aaa, turşuları anlatmayı unuttum! Bravo bana, akşam çayı demlemeyi unutmuştum şimdi de bu. Ya yaşlanıyorum, ya da acilen b12'ye ihtiyacım var, durumlar fena. Of, saat 5 olmuş, turşu bahsini hızla özetleyeyim. Geçenlerde bir konuşmada turşu lafı geçince canım çok çekti ben de "yapayım ne var ki, atla deve mi?", dedim. İlk deneyimim bu, nasıl olacağını hakkında hiçbir fikrim yok. Nette bulduğum tüm tarifleri kolaj yaptım kafamda ve turşumu kurdum. Yalnız benim turşu ananemin ekolünden oldu, köy biberi ve büyük salatalıklarla. Akşam vakti çıktım manava gittim, haliyle ne kornişon bulabildim ne de başka bir sebze, işte o zaman ananemin güzelim turşularını hatırladım. Umarım benim derme çatma turşum da güzel olur, gelişmeleri saniye saniye aktarırım size, bakalım.. Hmmm, ama hayır, dün sadece turşu yapmaya karar vermemiştim, twitterda birden karşıma düşen Leylak Dalı'nın olağanüstü reçelini de (acı domates reçeli) denemeyi düşünüyordum. Ama ne domatesler artık yaz domatesi ne de benim vaktim vardı. Aklımda kaldı, kesin yapacağım fakat ne zaman olur bilemem. Yazı beklerim belki.
Bir iki gündür elimde Márquez'in Albaya Mektup Yok, isimli uzun öyküsü var, tam bu ayın, ekimin kitabı bu öykü. Hüzünlü, tuhaf. Onu da sonra konuşalım. Burada vedalaşalım, ben hızla yatağa geçeyim artık. Dedim ya size, sabahın güzelliğini böyle böyle kaçırıyorum işte. Yaz bitti, kış geldi ve hatta ömür geçiyor, hep aynı şey. Ben akıllanmam.
16 yorum:
Tenhaları, başka yerleri belki de en çok rahatlamak için istiyoruz ama öyle olmayınca çok büyük bir kırıklık oluyor mu Justine? Hem "başka" kelimesine o kadar anlam bağlamak hem de bunun olmayışıyla? Aman yine başladım ha.
Oh be sonunda Torbalı muhabbetini de çözmüş olduk, geçmiş olsun diyorum canım. Kazalar, mazalar, nöbetler, gergin sinirler.. Uzak olsalar ya senden? Buna iki avuç amin diyorum! Çok merak ediyordum hastanelerin geceleri nasıl olduğunu, insanlar çekildiğinde. Bakalım, önümüzdeki günler belki bu noktada bir şeyler yapabilir. Hoş konular değil, özellikle arkasında getirdikleriyle daha da can sıkıcı oluyor, o yüzden bahsetmiyorum canım, gereksiz.
C. gelmiş, ne hoş ve gitmiş, bir kez daha gelmek için. Bir kez daha bundan bahsetmiştim sanki, problemleri konuşmak mı konuşmamak mı daha iyi? Yoksa kişiden kişiye, sorundan soruna değişiyor mu bu? Yoo, yoo, hayır, geçiyorum bunu da. Size nazar değmesin ama; naif, kendi renklerini doğuran bazı manzaralar vardır, onlara bakar gibi bakıyorum size. İki avuç da bunun için!
Anıları, yaşanan o harikulade zamanı istediğin biçimde hatırlayamamak veya uzaklığı çok garip. Aynı yerler, günün aynı saatleri çok acımasız olabiliyor. Bazen B.'yi hatırlamak için onun hep durduğu yana döndüğüm, ellerimle yüzünün siluetini olması gereken yere çizmeye çalıştığım oluyordu. Küçük bir yolculuğumuz olmuştu, bağıra bağıra Bon Jovi söylemiştik; haha, hiç romantik değil ama idare ederdi. Bazen "unutuyor muyum?" korkusuna kapılıyorum, hayatın bize yapabilecekleri aklımızın ucundan bile geçmiyor ama ben de bu elli yaşındaki kadın muhabbetlerini bırakmalıyım Justine! Kulağımı çekmelisin ;)
Marquez'in Kırmızı Pazartesi'sini okumuştum, ürkütücü, sarsıcı, kesinlikle bugün bile kalbimi sıkıştıran ama çekici bir öyküydü. Bu arada sen de kollarını sıvayıp mutfağa girmişsin bakıyorum, harika! Üşengeçlik olmasa neler yapacağız Justine, olmuyor ama. Acı domates reçeli de ilginçmiş hakikaten, ben domatesle de arası olmayan biriyim, bilmem ki :)
Çokça sevgi, çokça muhabbet.
Canım, benim becerikli kardeşim... Çok güzel bir yazı olmuş. Ne güzel anlatmışsın. Okurken İzmir'i kokladım adeta. Kendimi o bankta, arkeoloji müzesinde o insansızlıkta, sessizlikte gördüm. Burda bir kaç gün dışarı çıktık. Hatta dün 29 ekim kutlamalarını da görelim diye Ortaköy'e kadar gittik. Fakat o ne kalabalık, öyle böyle değil. Yürüyemiyoruz bile. Tabi yanımızda kısa sürelerle emzirdiğim bir bebek ve 6 yaşında bir çocukla azıcık daha zor oldu. Ben değil ama Dave çok stres yaptı. Eee elin sakin, huzurlu Yeni Zelandalısı sıkıldı, bunaldı ve bana laf saydırdı:))
Seni çok kucaklıyorum, çok özledim...
serap
Zedkacığım merhaba, beni yalnız bırakmıyorsun, sağol;)
Bugünlerde hiç keyfim yok, konuşmak iletişim kurmaktan ziyade, zorunluluk. Buluşmam gereken arkadaşları, kişileri öyle çok erteledim ki buluştuğumda ne konuşacağımı nelerden bahsedeceğimizi bile bilmiyorum. Şimdi senin dediğin şeyi düşündüm; aynı yerler günün aynı saatleri bambaşka bir zamanda acımasız olabiliyor, lafını. Artık biliyorum; bu özlemekle ya da geçmişle ilgili değil, bu zamanla ilgili, zamanın bizim kontrolümüzün tamamen dışında olduğunu bir daha, bir kez daha anlamakla ilgili. Dün gece nöbette, hastanenin bahçesindeki bankta oturdum, sessiz, sakin bir köşe, oradaki ağaç yine güzel, harika, muhteşemdi ama huzur vermedi bana. O ağaca baktığım daha önceki zamanı düşündüm, hayatımda ciddi bir değişiklik yok, sağlığım, keyfim yerinde ama işte dün gece ağacı başka türlü gördüm. Sevmedim.
Kendimi yemeklere filan vermemin nedeni unutmak istemem, her şeyi herkesi. Yemek yaparken ya da ev işleriyle ilgilenirken düşünmek daha zor. Düşününce de yemek yanıyor zaten.;)
Anlattığın hatıra bana kalırsa oldukça romantik Zedkacığım, çok sevdim ben;) Hem Polişka da bayılır Bon Jovi'ye, hoşuma gitti o özel anı bana anlatman.;)
Sarılıyorum sana canım, çok sevgiler.
Aaa, ablam gelmiş!;p
Canım benim, ben de seni, Deyvo'yu ve Liliş'i çok özledim, aaa bir de Dylan'ı tabii! Ailenin yeni üyesini unutmak büyük ayıp, onu çok çok çok öpüyorum.;) Bir terslik olmazsa yakında görüşeceğiz. Dylan büyüdü mü, nasıl görünüyor çok merak ediyorum. Sizleri seviyorum, çok sevgiler, selamlar.
Justine, hoşgeldin ama kış hemen gelmesin, dur azıcık:) Çalışmaktan yazın nasıl geçtiğini anlayamadım, sonbahar biraz daha kalsa. Sanırım senin de yoğun geçti günlerin. Torbalı filan demişsin, çok uzun bir yolculuk olmuyordur senin için umarım Ama geçici herhalde, değil mi?
Turşular, börekler ne güzel görünüyor! Böyle bir eve misafir olmayı kim istemez!!! İnsan hakikaten saf neşeyi yiyieceklerde aramaya başlıyor. Ben de bu yıl, yazlığın bahçesindeki narları toplayıp nar ekşisi yaptım ilk kez. (Kapari turşusu kurduk bir de annemle.)Nar ayıklamak dışında gayet kolay bir işmiş. İnsan böyle daha önce denemediği bir şey yapınca bir de gururlanıyor ki sorma:)
Yazılarını ve seninle sohbeti çok özledim. Yaz o kadar yoğun geçti ki hiç bir şeyi ağız tadıyla yapamadım, okumayı da bıraktım. Okuyamayınca insan kuruyup kalıyor. Bu koşturmaca gitgide daha acıklı bir hal alıyor ama yılmış değilim:) Lou Abimizi de unutmamışsın. Bunun için de ayrıca teşekkürler. Sevgiler Justinecim!
Alkım, canım.
Bugün kötü bir gün benim için, son günler hep öyle ya, bugün daha da kötü. Senin yorumunu dün gece görmüştüm bugün tekrar okudum, unutmak için -işin aslı kendimi iyi etmek için- senin neşeli sesine sığındım. Bir teşekkür borçluyum sana.;)
Eskiden (öyle böyle değil, çok eski zamanlardan bahsediyorum, ananemin yanında kaldığım küçük ben kadar eski zamanlardan), köyde yaşamayı özleyenlere şaşardım. O derin sessizliğin, ağacın,kuşun, otun böceğin, her neyse işte doğanın sağır edici sessizliğinin bir insanı nasıl iyi edeceğini anlamazdım. Sessizlikteki huzuru belki bilirdim ama kafandaki düşüncelerle öyle bir yalnızlıkta nasıl başa çıkacağını düşünemezdim. Bugünlerde ise aklımda sadece bu düşünce var; kendi sesimden başka kimsenin sesini duymayacağım, bomboş bir yer hayal ediyorum. Öyle, köylü misafirperverliği, doğal davranışlar, insancıl gülümsemeler filan kurmuyorum kafamda. İstediğim, tek bir insan gölgesinin bile düşmediği bir yer, bir mağara. Huzursuzum, biliyorum orada da kendimi deli edip iç sesimi duymayacağım kalabalıklara karışmak isteyeceğim. Saf neşeyi bilmeseydim, aramaya da çalışmazdım, ama o kahkahayı biliyorum.
Ben de seni özlemişim; sesini, içtenliğini, bana her zaman iyi gelen anlayışını çok özlemişim. İyi ki tanımışım seni.
Çok sevgiler.
p.s.: Büyük ihtimal saçmaladım, bir sürü gevezelik ettim yukarıda, olsun tekrar okuyup kontrol etmeyeceğim. Sen benim kusuruma bakma, başımda fena bir ağırlık, grip yorgunluğu var, hastalığıma ver. Sayıklar gibi yazıyorum, farkındayım ama hemen cevap vermek istedim sana, bekleyince kalıyor öyle. Eskisi kadar sık da bakamıyorum buraya, bilirsin.
Lou Reed de öldü değil mi, severdim ben onu, hem de çok farklı bir nedenle severdim. Bunu da konuşalım seninle bir ara. Şimdi Mentalist izleyeyim ben, sonra da güzel bir film. Oyalanacak şeyler olmasa ne yapardık sahi?;)
Justine, o kadar iyi anlıyorum ki dediklerini. İnsan bazen çok yoruluyor insanlar arasında, artık o ne yorgunluğuysa bilemiyorum. Sosyal bir yorgunluk diyelim:) Ne tesadüf ki ben de dün "inime döneyim" diyordum kendi kendime, "inimi özledim":)O yüzden dediklerin çok denk düştü hissettiklerime.
Geçmiş olsun çok, erken bir grip olmuş bu. Kelebekler buralardan:)
"İnimi özledim", sevdim bunu.;)
Geçiyor Alkımcığım, ama hep bir ateş ve kırgınlık var üzerimde, geçerken de zorluyor senin anlayacağın.
Sarıldım.
okuyunca bir kez daha kendi kendime dedim ki...justine'in yazmasını mı yoksa okumasını mı özlemişim bilemedim dedim :)
Hey Saint, nerelerdesin sen!
Güya azizmiş de, beni yalnız bırakmazmış da, miş mış, çok laf, hep numara.;D
Şaka yapıyorum, peki hangisini daha çok özlemişsin merak ettim?;p
haklısın Justine...Artık eskisi gibi aziz üretmiyorlar hep bir defo var :)
düşündüm de okuması dersem bencilce olur...yazmasını deyim...
justincim yazından geriye insanda sabah olurken, çok yorgun olduğum halde herkes uykudayken uyanmışım da, çok güzel bir manzaraya uzun uzun bakıyormuşum hissi kaldı, neden bilmem biraz senin yazdıklarınla biraz da benim ruh halimle ilgili belki. evet kış geliyor, hazırlıklara başlamak lazım, eskiden bu kış hazırlıkları kimbilir ne hareketli geçiyormuş, evde geçirilecek uzun bir kışa hazırlanmak, çok heyecanlı:) o kadar laf yaptığıma bakma ama, ben de hiçbir hazırlık yapmadım, bak bugün bile güya temizlik yapacaktım, poğaça falan yapayım diyordum oturuyorum hala.
bu kış, mansfield’ı yeniden okuyasım var, hani şu senin önerdiğin kalın cildi var elimde, oku oku bitmez iyi ki almışım:)
omlet bana biraz zor göründü:) ama turşu kurmayı düşünüyordum ben de, çok iş var daha, harekete geçeyim artık:) pek içmem ama kahve bile çekti canım:)
yorumlara bakıyordum da şimdi, geçmiş olsun umarım daha iyisindir şimdi, ben de yeni yeni iyileşiyorum, sağlık olsun sağlık olsun da gerisi kolay:)
yazılarını, sohbetini özlemişim ben de, iyi geldi okumak, çok sevgiler.
TheSaint,
defolu aziz;p
p.s.:Bloğunun yorum olayını hallettin mi sen asıl ondan haber ver?
Zerkacığım, çok, çok sevindim seni gördüğüme, hoşgeldin.
Yorumunu okuyunca öyle mutlu oldum ki, nasıl anlatırım o hâlimi bilmiyorum. Sonra güzel, uzun bir cevap yazmak istedim sana, uygun zaman bekledim, olmadı. Araya çok sıkıcı, saçma şeyler girdi, yazamadım. Geçen, meşhur maç günü dışarı çıkayım dedim, hastalandım geldim. İşe bile gidemedim ertesi sabah, o günden beri de evde uyuşuk uyuşuk dolanıyorum.
Bir de, buradaki sohbetler ayaküstü yapılan konuşmalar gibi olmasın istiyorum, boş vakit bulduğumda nette başka yerlere bakıyor, oyalanıyorum belki, ama bloğa o haksızlığı yapamıyorum. (çok acıklı konuştum, tamam, özetle; bloğum ve onun sayesinde tanıdığım herkes diğer her şeyden daha önemli, itiraf zamanı!;p)
Omlet zor göründü gözüme demişsin, bana inan, gerçekten çok kolay, iki dakikalık iş ve çoook çok lezzetli. Sadece, yazıda da belirttiğim şeye dikkat etmelisin çedar peynirin ambalajından kolay ayrılanlardan olsun, beni delirtmişti peyniri poşetinden sıyırmak. Pınar'ın çedarı (sanırım hamburger peyniri diye piyasaya sürmüşler) iyi gibi. Ben onu denemeyi düşünüyorum bir dahaki sefer, işe yararsa sana yazarım, öyle yaparsın.
Biliyor musun Zerka, benim turşu olmuş hem de harika olmuş, neredeyse bitti bile. Çok iş olabilir, olsun, turşular, yemekler, kış hazırlıkları, ama sen hamarat ve beceriklisin hepsini halledersin. Üstelik hiç ahlanıp vahlanmadan, yüzünde harika bir gülümsemeyle yaparsın her şeyi. Senin yazılarını okurken çok huzurlu, gülümseyen bir yüz hayal ediyorum ben, belki bir gün yüz yüze görüşürsek bunun sağlamasını da yapmış olacağım.;)
Şunu söylemeliyim; sana ve yazılarına çok inanıyorum, umarım birbirimizi kaybetmeyiz bu kargaşada Zerkacığım. Sevgiler.
justincim bu güzel yorumuna bir şeyler yazmak geçiyor içimden ne zamandır, geç de olsa yapacağım bunu:) harika bir gülümsemeyle okudum çünkü yazdıklarını ve o gülümsemeden sana da bulaştırmak istiyorum:) bir şeyi yaptıktan sonra, kurabiye, turşu ya da omlet mesela, sevdiklerine anlatıp onların da yapmasını sağlamak, sonra herkesin kattığı ufak ayrıntıları dinlemek, o ayrıntılarla mükemmel bir tarife ulaşmak, o yapılan şeyleri yemekten bile daha keyifli geliyor bana.
aynı dediğin gibi bu kargaşada birbirimizi kaybetmemeyi diliyorum ben de, bir de diyorum ki, bloglarımızı sulamayı unutmayalım, yapraklarını kurutmayalım:)
iyi ol, iyi bak kendine. çok sevgiler.
Bulaştı valla, gülüyorum şimdi.;p
Sabahtan beri koltukta oturuyorum, rutin ağrım var ve hava beter. Sabaha karşı yattım zaten, ben yatarken ezan okunuyordu, sonra da yağmur başladı. Eh, uyu uyuyabilirsen. Ne kasvetli bir gün bugün, en iyisi mutfağa girmek.;p
Kendime söz verdim, bloğa daha çok yazacağım. Bunu burada senin huzurunda tekrar söyleyeyim de yapmazsam "yalancı!" diyen biri olsun karşımda.;)
Çok sarılıyorum sana Zerkacığım, sevgiler.
Yorum Gönder