"Derken piyano başladı, bir valsin hüzünlü nağmeleri açık pencerelerden etrafa yayıldı, ve herkes bir sebepten mevsimin bahar olduğunu anımsadı, bir Mayıs akşamıydı, herkes güllerin, leylakların ve taze kavak yapraklarının kokusunu duyuyordu. Riyaboviç içtiği brandinin ve müziğin tesiriye, pencereye doğru baktı, genç adama göre, çiçeklerin, yaprakların kokuları bahçeden değil, hanımların yüzlerinden ve elbiselerinden geliyordu."*
Gözlerimi onunla açıyor, gün boyu onunla dolaşıp yine onunla yatıyorum. İyi mi kötü mü olduğuna bir türlü karar veremediğim, ama etkisi kesin olan eski bir şaka gibi aklıma geliyor bu öykü. Hem üzüyor hem mutluluk veriyor, evet, iyi mi kötü mü bilmiyorum, bahar gibi belki, öyle diyelim. Çehov'un Öpücük öyküsünden bahsediyorum, o kadar çok oldu ki okuyalı hâlâ beni peşinden sürüklemesi tuhaf, öyküdeki öpüş gibi kalbi tam on ikiden vuruyor başka açıklaması yok. Bahsettiğim öykü kısacık, mayıs ayında (elbette!) geçiyor ve topçu birliğinden bir askerin yaşadığı kısacık bir anı anlatıyor. Riyaboviç, hikâyenin kahramanı ama hikâye herhangi bir kahramana ihtiyaç duymayacak kadar naif, kırılgan. Tamam, eklemeliyim; elbette yalnız. Riyaboviç, öylesine gittiği davette tüm sıradanlığını, zavallılığını (bizim büyük çaresizliğimiz, hepimizin?), kimsesizliğini unutturan -yanlış- bir öpücükle tanışır ve olanlar olur. Artık mayıs daha mayıs, kuşlar daha şarkılı, uykular daha rüyalıdır. Aslında öpücük onun bile değildir, olsun, bir ışık, bir ürperti, sana tüm çirkinliğini unutturan tanrısal kutsama, ötesini boş verelim.
Öyle yapmadık mı, boş vermedik mi?
Tatil fotoğrafları var elimde, çok uzun süre önce seçip klasörlemişim. Buraya koyup daha önce yaptığım gibi uzun bir yazıyla anlatacaktım, keyifsizim. Hani çok şaşırtıcı, güzel bir şey olur da onu kalbinizde taşıyamazsınız ya, sonra onun sarhoşluğuyla anlatsam mı anlatmasam mı diye şaşkınca dolanırsınız etrafta, ve bir zaman gelir o anlar dağılır, gerçek daha gerçek, ayna daha nettir, onun gibi işte. Askerin yaşadığı gibi bir şey yaşamadım -yakın zamanda en azından!- hayat aynı ezberle akıyor, bir yorgunluk çayıyla mutlu olup, okuduğum kitabın bir cümlesiyle heyecanlanıyorum hâlâ, keyifsizliğim de anlatılacak somut bir şeyden değil, ama kalbin o; "tamam, artık biliyorum, yavaşlayacağım" sesini kulağımın dibinde duyuyorum.
Ses uzaklaşsın, tatili, geçen günleri, okuduğumu, izlediğimi anlatırım, konuşuruz.
-------------------
*Anton Çehov, Öpücük / Bütün Öyküler 4 (1887) Cem Yayınevi (çev. Mehmet Özgül)
p.s.: -Hah, şuna da bakın lütfen; kitabın kapaklarından biri, bayılmıştım ben gördüğümde. Öyküyü tek bir çizimle anlatıyor, olağanüstü, nefis. Müziği dinlemeyi de unutmayın, bu öykünün, öpücüğün bir müziği olsaydı bu olurdu, eminim.
-Header'ı değiştirip sayfayı da havalandırayım tamamdır. Ve kaçtım.
-Header'ı değiştirip sayfayı da havalandırayım tamamdır. Ve kaçtım.
19 yorum:
Seni okumak güzel. Daha sık yazmalısın. Kalbin tamam artık yavaşlayacağım demesi ne demek. O kısmı anlamadım. Sevgiler....
Şanslı Şahıs ......
Merhaba, sesini duymak güzel.Ama iki noktaya takılmadan edemiyorum; ilki sesinden yayılan kırılgan ton, ikincisi Çehov'un tüm öykülerini, en azından basılmış olanlarını, okumama rağmen bu öyküyü canlandıramayışım. Bu akşam bulup tekrar okumayacağım. İlk takıldığım kırılganlığı hissetmek ürkütüyor mu bilmiyorum...
Sevgiyle...
Merhaba adsız,
kimsin acaba, bana mail atanlardan biri mi, yoksa daha önce burada sohbet ettiğim birisi mi, bilemedim. Teşekkür ederim sözlerin için, bu incelikler sevindiriyor beni, hepsi hiç abartısız mutluluk sebebi. Ciddiyim.
Açıklama yapmış gibi olmak istemiyorum, hoş gerek de yok buna, anlamışsındır ama kişisel olarak düşündüğün için sorma gereği hissettin büyük ihtimal. Boş ver.
Boş verelim şimdi bunu, başka bir şeyden konuşalım biz. Fareli köyün kavalcısı masalını herkes bilir, oradaki kırgınlığı, umudun hiçe dönüşünü. Hayır, kasabalının çocuklarını kaybedişiyle yaşadığı acıdan bahsetmiyorum ben, bambaşka bir üzüntü benim sözünü ettiğim. Kavalcının peşinden gitmek isteyen, onun arkasına takılan çocuklara imrenen ama ne yazık ki geride kalan sağır ve topal iki çocuğun hüznü benim derdim. Öyle çok hayal kurdular, öyle çok ertelediler ki hayallerini herkes giden çocukların felaketinden bahsetse de, onlar buna inanmadı. Masal, sonunu sır gibi saklayıp, kavalcı ve çocuklara ne olduğunu kötü bir bilinmez gibi perdelese de (ah masallar, hepsi gerçek bir kabus!) ben de -o iki çocuk gibi- gidenlerin mutsuzluğuna hiç inanmadım. Sağır çocuğun ve topal arkadaşının yıllar, yıllar boyunca yaşadıkları hayal kırıklığını, acıyı bildim ama, bu masalı iyi ezberledim.
O acıyı bilen kalbini eğitmek zorundadır, gerisi masal.
Uzattım, yarın iş var. hoşça kal.
Vuslat, hoş geldin.;)
Senin sesini duyduğumda gayriihtiyari gülümsüyorum, sanırım eski dostlarla karşılaşma işareti bu gülümseme. Nasılsın, kesin bin yıl olmuştur görüşmeyeli.
Çehov'un bu öyküsü çok fena, öyle fena ki kadının öpüşü nasıl sarstıysa askeri, aynen öyle sarsıyor okuyanı da. Kadın hepimizi öptü kısaca Vuslatcığım, sen hatırlamadığını sanıyorsun ama eminim öpüşün sıcaklığı hâlâ kalbinde, unutmak istediğin için numara yapıyorsun kendine. Oku bana kalırsa, alt tarafı titrek bir ömür. Oku, sonra tekrar unut.
Unutmalar olmasa ne yapardık sahi biz?
Sevgiler.
Hazır eski dostlardan laf açılmışken ben de buradayım demiş olayım :) ses de uzaklaşır, zaman da akıp gider piano piano...
Senin burada olduğunu biliyorum Saint, sözün var, beni yalnız bırakmazsın sen.
Çok oldu değil mi, seninle de epeydir konuşmadık. Anlatılacaklar birikti, uzun bir sohbet olacak.
Sevgiler.
justine , uzun ara verdin yine. özlüyorum yazılarını. sıkıntılı ve yorucu gün bitiminde elimde çayım ya da kahvem sevdiğim blogları okumak en güzeli. ama sen yoksun :(
bugün benim ilk iş günüm, güzel bir tatil yaptım. bundan sonra sana daha çok ihtiyacım var bak!
;) Samos'a gitmişsin Buket, harika! Ben de onu okuyayım şimdi, gezi yazılarını okumaya bayılıyorum, hele de neler yenilmiş içilmiş anlatılıyorsa şahane.
Çok sevgiler.
aslında hep buradaydım. ama hemen sesimi çıkaramadım. ilk okuduğumda "...Öyle yapmadık mı, boş vermedik mi?" sözcüklerine takıldım kaldım, her açıdan. hem memleket, hem kişisel yaşamlarımız; ruhumuza işleyen ruh hali...
sonra tekrar okuduğumda "... güzel bir şey olur da onu kalbinizde taşıyamazsınız ya, sonra onun sarhoşluğuyla anlatsam mı anlatmasam mı diye şaşkınca dolanırsınız etrafta.." cümlesine takıldım. 'ah justine' dedim kendime kendime, 'tek vuruşta özetleyenlerdensin ve ben geri dönemiyorum bazen. o heyecanla anlattım anlattım; sonra sanki hiç olmamış gibi oluyor; yaşla mı ilgili bu diye düşünmekten kendimi alamıyorum...
"... tamam, artık biliyorum, yavaşlayacağım..." sözcüklerini her okuduğumda ise yeni kapak fotoğrafına baktım ve yanılıyorsun dedim. yavaşlamayacak ritmi değişecek sadece ;)
Nasıl bir ritim olacak acaba hayatımın akışı; bebop, blues, caz?;p Seninle konuşurken müzik illaki gelip buluyor bizi, fonda hep muhteşem bir melodi.;)
Header fotoları hep neşeli değil mi, eh insan hüzünlü anlarını kayıt altına almıyor tabii. Sayfaya neşe katıyor o fotolar, resimler, onun için özellikle koymaya çalışıyorum. Acaba şu hep erteledigim tatil albümünü üşenmeyip yapsam mı, biraz olsun renklenir sarikent.
Sarılıyorum Zelda, çok sevgi ve selamlar.
aslında yeni yazı diye sevinecektim ben, öyle hazırlamıştım kendimi, ne hüzünlü bir yazı dedim okuyup bitirince, çehov’un bu öyküsünü hatırlayamadım, belki okuyup unuttum belki de hiç okumadım ama mansfield’in neşeli görünümlü öykülerinin içinde saklanan, öykünün sonunda insanın içine oturan derin bir üzüntüyü hatırlattı bana yazdıkların, belki doğrudan o üzüntüden bahsetse yazar o kadar üzülmeyeceğiz de bahçede eğlence, partiler, kahkahalar derken fark etmeden hiç beklemediğimiz bir yalnızlığın içinde kendimizi buluvermemiz o öykülerde, kendimizi hiç hazırlamadan böyle bir yalnızlığa.
tatil sonrasından hep bunlar justincim, başka bir öyküde daha iyi olacağız, iyi ki yazdın, hoş geldin, çok sevgilerimle.
Şimdi nöbetteyim Zerka, öyle yorgunum ki kelimeler bile ağır geliyor, cümle kuramayacak, düşünemeyecek kadar yorgunum. Sabah bir olsa, gitsem buradan, yatağıma girsem, uyusam, ama saati kurmadan. Bu önemli; saate dokunmadan uyusam. Tatillerde bile saati kurarım ben, saçmalık.
Yine dağıldım değil mi? Şunu bil sadece; bugün burada, onca karışıklıkta, senin yazını okuyup rahatladım. Belki hissediyor, biliyorsundur, bloglara bakmadığım, buralara hiç uğramadığım zamanlarda bile senin yazılarını bana yazılmış mektup gibi okudum ben. Mail adresime gelen yeni yazı haberi sağolsun, kendi mailimden okudum ama illaki okudum. Nasıl yazdığını, yazıyı yazarken mutfakta mı, salonda mı, nerede oturup, hangi görüntüye daldığını, hangi manzaraya baktığını düşündüm. Seni bile merak ettim inan, neye benzediğini (bazen çok meraklı bazen de inanılmaz meraksızımdır, öyle işte), nasıl bir evde oturduğunu, balkonunu, bunun gibi bir sürü ıvır zıvırı. Konuştuğum insanları merak ederim demiştim ya bin yıl önce, ondan bahsediyorum anlarsın sen. Kafam dağınık toparlayayım.;)
Başka bir öyküde nasıl olacağımızı bilemem ama, biz dağınık, tedirgin ruhlar mutlaka karşılaşacağız orada da, mutlaka.
Yarın -bakarsam buralara ve iyice bir dinlenirsem- devam edelim. Sarıldım.
Öykü şurada var, okumak isteyenler için koyayım linki. (öykünün hepsi mi, yoksa alıntılar mı bilemedim. kontrol edemeyecek kadar yorgunum. bir bakarsınız.)
Of, linki koymaktan vazgeçtim, çok uzun bir link oldu beceremedim. Ben kopyalayıp yapıştırayım buraya, okuyan okusun, okumayan da bakıp geçsin, nedir yani.
------------
Son kararım;
kopyalayıp yapıştıramadım tabii, bu kadar uzun bir yazıyı kabul etmedi yorum sayfası. (allahım bu saatlerde ve bu yorgun kafayla ne leyla, ne beceriksiz bir tip oluyormuşum ben.;/ Şuraya tıklayın yeter, oh şükür.
Merhaba,
Birkaç yıldır seni ve Vuslat'ı okuyordum. Ama hiç yazmak kısmet olmamıştı. Uzun zamandan beri de arada bir giriyorum, yeni bir şey var mı diye?. Şaşırtıyorsun beni. en çok okuduğum blog senin bloğun. Hem okuyorsun, hem izliyorsun, hem dinliyorsun. Seni takip etmek zevkli ve gerçekten ufuk açıcı. Ama aynı zamanda sanki bir arkadaşla sohbet etmişim gibi, doyurucu...
Seviyorum seni okumayı, resimler, fotoğraflar, sahici olduğunu da ispatlıyor. Genelde daha şüpheci yaklaşıyorum insanlara. Sana karşı önyargım yok.
Ama ne var biliyor musun?. Her şeyi de anlayamıyorum ben. Mesela senin işin hastanede onu biliyorum, nöbet tutuyorsun tamam, Ama bir fotoğrafında işletme dersi çalışıyordun sanki... Yani doktor değilsin, herhalde? Fareli köyün kavalcısını bir de senin bakışınla düşüneceğim.....
Birini hiç sebep yokken, geçerli olabilecek ne maddi ne manevi bir neden yokken çok sevdiğin, hatta büyük ihtimalle de değmeyecek, yani onun olduğuyla, senin gördüğünün farklı olduğunu bildiğin ama yine de sevdiğin birinin, aslında değmediğini, bildiğin ve şaşırmadığın ama yine de üzüldüğün yerdeyim.... Bu yüzden, seni tanımayan ama sevgiyle takip eden bir ben var. Sahiden. İsim bulamadım, ama mutlaka da bi selam vereyim dediğim anda yazdım, Verecek isim bulamadım kendime, Şanslı dedim, aklıma köpek ismi gibi geldi o zaman insan olduğum belli olsun dedim Şahıs çıktı... Ne bileyim yalan yere Ali-ayşe demek istemedim....
Merhaba şanslı şahıs ;)
İşteyim şimdi, az sonra çıkacağım aksam uzun uzun cevap verecegim sana ama simdi hemen sunu yazmaliyim; gülümsettin beni, cok dogal yazmissin. Hatta okurken içimden konustum seninle, valla ben de bilmiyorum ne iş yaptığımı diye.;p röntgen teknisyeniyim ve o gördüğün işletme ıvır zıvırı emekliliğim için derecem düşsün diye okundu bitti. Hmmm, sonra sonra hah tamam, arkeoloji okudum, yüksek yaptım ve doktora hâlâ devam ediyor ama işte sağlıkla ilgili bir bölüm olmadığı için pek etki etmiyormuş emekliliğe. Böyleyken böyle başını agritmadan ben kacayim, mesaim de bitti hem, akşam da diğer -daha önemli-konulari konusuruz.
(Ya, karışık yazmışım, arkeoloji sağlıkla ilgili değil peki işletme nasıl ilgili diye sorarsan eğer açıklayayım; okuduğum bölüm sağlık kurumları işletmeciliği diye saçma mı saçma, sıkıcı mı sıkıcı bir bölümdü, ondan öyle oldu. Arkeoloji hâlâ canımın içi tabii.^^)
İlk okul yıllarında galiba Türkçe dersinde okuduğumuz bir metin hatırlıyorum. Yaşlı bir insan öldüğünde cenazesine gelen yakınları, aslında kendilerine ağlarmış. Sıra bize geldi diye üzülürlermiş. O zamanlar bu tür üzülmenin biraz yapay ve bencilce olduğunu düşünmüştüm, gerçi düşündürtmüştü diyeceğim bence yazı çok yanlıydı.
Geçen hafta çok yaşlı bir tanıdığımızın cenazesine gittim. Hani öldü ve kurtuldu denilecek bir hayat yaşıyordu, bu hayatta en çok sevdiği herkesi kaybetmişti, onu sevenlerin hepsi de artık bu dünyada değildi. Bu yüzden, cenazeye katılanlar, çok üzgün değildi. Eşinin cenazesinin üstüne defnedildi bu teyzemiz. Çok eski bir mezarlıktı, çok enteresan bir görüntüydü aslında, Hasan Ali Yücel’in eserlerindeki gibi diyeceğim. Gerçekçi olamayacak kadar, sıkıntı verici. İnsanlığın doğasına ters bir kere. Belki bir insan kötü olabilir, ama bütün bir köy, bütün bir kasaba, bütün bir şehir kötü olabilir mi? Öykünün adını hatırlayınca yazacağım buraya.
Her neyse, yaşlı bir kadın, mezarlığın en başındaydı, bütün erkeklerin arasından sıyrılmış ve mezarın başına gelmiş, ayaklarının üstüne basarak , mezarın derinliğine ve karanlığına baktı, kaldı…Arkası bana dönüktü, gözlerini göremedim. Mezarlığın içine bakarken, kim bilir ben ne zaman öleceğim, beni de böyle mi gömecekler diye düşünüyordu. Biliyorum, çünkü sonra konuştuk. O kadar masum, o kadar insani bir kaygı ki bu. Her nimetin bir külfeti vardır derler, uzun yaşamanın külfeti de bu. Düşünsenize, herkesin gözlerinde artık sıra sana geldi bakışı yakalıyorsun. Hepimizin ölümlü olması, her an ölebilir olmamız, başka bir şey. Hayatta, yapabileceğin en son şeyin ölmek olması başka bir şey. Bu aralar şefkat duygusuna takıldım.
Biz çok küçükken, bir yerlere çarptığımızda, düştüğümüzde, annelerimiz, çarptığımız nesneye vururlardı, al işte al sana. Sen benim güzel kızımın canını mı acıttın.. Bizde öyle yaptık, bizden küçüklere. Sonra kendi düşen ağlamaz dediler, sonra insanlar sorumluluk sahibi olsun dediler, galiba. Bebekler, çocuklar düşünce, canının çok yandığını bile düşünsek, görmemiş gibi davranmaya başladık, ilgilenmezsen ağlamaz dedik. Oysa, hatırlıyorum bebeklerin o yüzlerindeki, bana bir şey oldu, ne oldu, ama bir şey olsaydı, annem, yakınım bana sahip çıkardı, çıkmadığına göre acımaması lazım galiba, ama sanki canım da acıyor bakışı…. Ben sevmedim, bir çocuğun canının acımasını görmüyormuş gibi davranmayı. Ben şefkat duymak, şefkat duyulmak istiyorum. Sonra, her yanımızda katliamlar oluyor, görmüyor gibi davranabiliyoruz. Sanki…..
Sevgiyle Justine,
Dediğim gibi arkadaşım gibisin, demin yazmaya çalıştığım duygu ve bu duygu, bu aralar…. Böyle
Şanslı Şahıs
Ancak gelebildim, kusura bakma lütfen. Yazdıklarını tekrar okudum, bana söylenecek bir şey bırakmamışsın aslında, karşımda olsan ve seni dinlesem yine aynı tepkiyi verir, susardım. Sadece ilginç bir tesadüften bahsedeyim sana; bu akşam eskiden izlediğim bir sahneyi gördüm, eski bir diziden çok etkileyici bir sahne. O sahneyi bininci kez büyülenmiş gibi tekrar izlerken ölümün verilebilecek en büyük ceza olduğunu, yok hayır, o bile değil, ceza çok basit kalır o sahne için, her şey bittiğinde elimizde kalan tek gerçek olduğunu düşündüm. Şimdi bir de bunun üstüne senin yazdıkların geldi, ölüm gerçekten de yapabileceğimiz son -planlı- şey. Hem korkmak, çekinmek hem de olacağından yüzde yüz emin olmak. Çaresizlik böyle bir duygu sanırım.
Neyse, gece gece tam da yatağa gitmeden içimi daha da karartmayayım.
Şefkat konusunda senin gibi düşünüyorum, sıcacık bir sarılış her şeye değer. Metaforlara bayılmam ama bu söylediğimi yorumunun sonunda altını çizdiğin mesele için gönül rahatlığıyla kullanabilirim. Haklısın.
Sevgiler, iyi geceler.
p.s.: Bahsettiğim sahnenin linkini koymayı unutmuşum, ne çok dalgınım ben bu günlerde şaşıp kalıyorum kendime.
sahne şu; atia of the julii i call for justice
şu da yıllar önce mevzubahis sahne hakkında yazdığım kısacık bir şey;
juliili atia, adalet istiyorum.
Oooouw evettt, yazmışsınız. Uzun zamandır uğramıyordum.. :)
Yorum Gönder