Cumartesi, Eylül 22, 2012

ben, sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan ben, nasılım?*

(İstanbul Arkeoloji'den)

 
(bu yaz geçen... deniz kızı eftalya)

Her şeyin üstüste geldiği zamanları bilirsiniz. Benim klasik lafımdır; bazen öyle olur. Bazen öyle olur, toparlayamazsınız, ne kafanızdakileri ne de etrafınızdaki "şeyleri". Hızlı düşünmek işe yaramaz, yavaşlığınıza ayak uyduramazlar, gülmeler, ağlamalar hep beyninizin çekmecelerinden çıkarılıp yerleşirler yüzünüze. Ya da ben öyle yaparım. Konuşmayayım şimdi sizin yerinize de, ben bu şekilde sıkıntılarımı ertelemeye çalışırım. Elimi, yüzümün önünde bir sinek varmış gibi sallarım, kovaladığım düşünmek istemediğim sıkıntılar olur. "Hadi, git şimdi", işte, bir el hareketiyle dağılan sorular sayesinde kendime nasıl olduğumu sormam. En korktuğum soru budur. Sahi, ben nasılım?

Böyle bir yazı yazmak amacıyla oturmadım buraya, uzun süredir istediğim, yazın kısa bir özetini çıkartmaktı. Tatil fotoları çok keyifli (evet, güzel anlar kayıt altına alınır), onlarla neşeli, bana iyi gelecek bir yazı yazmak istiyordum. Olmayınca olmuyor. Bugün çok uykum var, sabah erken kalktım ve sıkıcı bir iş için dışarıdaydım. Onun için sanırım, gözlerim kapanıyor, ama ben inat ediyorum. Geç yatılacak. Basit bir kliniğe gittim öğlen, oradaki çalışanlara gülümsemek, doktorla öylesine konuşmak bile o kadar zor geldi ki, keşke bayılma huyum olsaydı dedim, ne güzel iş, bayıl toplasınlar. Yabancı dizilerde kusma alışkanlığı vardır, bilirsiniz, hani birisi aldatılır ve hemen arkasından lavaboya ya da tuvalete koşar karakter. Karın seni aldatıyor, hoop koş hemen lavaboya, kus geçsin. Kocan şunu yapmış, bayıl gerisini onlar düşünsün. Hah işte, öyle bir lüksüm hiç olmadı benim. (evet, bunu yazarken ben de güldüm;)) Tamam, kısa süreli bir kurtuluş, fakat olsun, hep bilinç hâlinde olmak fazlasıyla  sıkıcı. Biraz mola istiyorum.

Bu akşam Ben Ruhi Bey Nasılım'ı okudum tekrar ve tekrar. Kim bilir kaç kere okumuşumdur bu şiiri. Her okuyuşta etkili, kusturup bayıltmasa da kalbini acıtıyor. Bende olan bu en azından. Kalbim sıkıştı, içim daraldı, daraldı ve soluğu burada aldım. Ruhi Bey, kısacık bir zaman isteyen bir adam, kısacık bir zaman parçası. O zaman parçası geçtiğinde eline, belki elindeki buruşuk iç çamaşırını atacak, saklamaktan vazgeçecek. Sıkıntıyı saklayınca değerlenmiyor. Hep kaybeden Ruhi Bey, günlerin rengini değiştiriyor; kahverengi çarşamba sarı, cumartesi oluyor. Sezgilere pek açık Ruhi Bey, seziyor. Adamlargülüyorlarsaiyi, gülmüyorlarsageneiyi, bunu seziyor  Ruhi Bey. Sezgilere pek açık, sadece nasıl olduğunu bilmiyor. (bakın anılarım yine yokladı beni, sezgi ve bilgi aynı şey değildir diyorlar. sezgi epistemolojik değildir, filan diyorlar. peki, desinler bakalım.) Bir treni görmemenin daha iyi olacağını düşünüyor, ve dünyada tren olan her şeyi. Böyle üşümüyor musunuz Ruhi Bey, Önümüz kış Ruhi Bey? 

Vaktim yok görüşmeye kimseyle!, diye sinirleniyor Ruhi Bey, gülümsüyorum. Kimseyle görüşmeye vaktim yok benim de. Kimseyle. Yıllardır, görüşelim tabii diye kapatıyorum telefonları, sanki tüm zamanlar kaybolmuş, bir yere gitmişler ve ben dönmelerini bekliyorum. Eski tanıdıkları görmek zor, yeniler en azından elindeki buruşmuş iç çamaşırını görmüyor. Eskiler de görmüyor -kimse kimsenin umrunda değil-, ama onların yüzünde sen geçmişi görüyorsun. Kötü bu, en iyisi kimseyle buluşmamak. Evet, en iyisi bu. Zaten, günlerim ailem (o kadar azlar ki, sayması bile komik) ve C. ile konuşmakla geçiyor. Aferin bana, Ruhi Bey hâlâ bir aferin alamadı tabii, bir sıfır öndeyim;) O acıyı ve sevinmeyi bile unutmuş, ben sevinmeyi biliyorum. Yüzüme keyifli bir gülümseyiş konduran her şeyi seviyorum.

Geçenlerde, tamamen tesadüf eseri şu cümleyi gördüm;  "...kimseler görmedi ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim...". Elektra twitter'da paylaşmış, çok çok sağolsun. Şükrü Erbaş'ın düzyazı şiirinden; ve güz geldi ömür hanım. Şiirde en çok bu cümleye takıldım, sonra, "... içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim..." cümlesine. Aklıma hemen Zebercet geldi. Nedenini, niçinini bırakalım şimdi, aklıma Zebercet'in bu dünyadan geçişi geldi. Onun geçişini unutmayalım, bu dünyadan Ruhi Bey gibi "nasıl" olduğu sorulmadan, kalplerindeki ezici ağırlıkla geçişlerini unutmayalım. Belki de tek vasiyetim bu olmalı kendime ve hepinize.  "Ben nasılım" sorusu kadar büyük bir ceza yoktur, lütfen onları unutmayalım.

 --------------------
*Bahsi geçen şiirden. 

29 yorum:

TheSaint dedi ki...

"Eski tanıdıkları görmek zor, yeniler en azından elindeki buruşmuş iç çamaşırını görmüyor. Eskiler de görmüyor -kimse kimsenin umrunda değil-, ama onların yüzünde sen geçmişi görüyorsun."
bu cümleyi sevdim...aforizma olmak için biraz uzun ama...anonim mi sana mı ait justine ?

justine dedi ki...

Evet Saint, öyle. Kısa bir açıklama yapayım dur, bu konuda takıntılıyım gerçekten, gülme sakın;)
Ben alıntı yaparken çok dikkat ederim, çok önemserim bu işi. Hani şimdi, bu özellik tez yazmaktan filan kaynaklanıyor diyeceğim saçma olacak, etraf intihal tezlerden geçilmezken bir de. İnternet tuhaf bir yer, herkes herkesin yazısını kullanabiliyor, şiirler, düz yazılar uçuşuyor havada. İsim yazılmayan, yazarı belirtilmeyen alıntılar beni çok üzüyor. Çoluk çocuk işi diyeceğim, yok hayır, koca koca adamlar en bilinen dizeleri bile anonim hâle getiriyorlar. Tuhaf bu. Benim buradaki yazıları geçiyorum, sindiririm bunu, ama en sevdiğim yazarların metinlerini en komik yerlerde isimsiz görüyorum. Yuh artık, bana kalırsa hırsızlığın en çirkin hâli budur.
Neyse işte, ben yazı yazarken alıntıları illaki belirtirim. Ya p.s. olarak ya da hemen yazının içinde. Hiç olmadı böyle uzun bir yazıda kesik kesik aklımdan geçiyorsa şiirin ya da kullanacağım metnin dizeleri, o zaman italik ve koyu yazıyorum.
---------

Cümleyi sevmene sevindim;p Ve kısa bir şey daha; seninle buluşma, yüz yüze konuşma ihtimali bahsettiğim gibi düşündürmedi beni, umarım ufuktaki o sohbet keyifli olacak, buradaki çoğu şey güzel çünkü.

Sevgiler.

TheSaint dedi ki...

yazdıklarımı okuyunca etrafta dönen mevlana - şems yazıları aklıma geldi...ya mevlana herkesin her haksızlığa düştüğü zamanlarda işine gelecek birşeyler söylemiş ya da herkes mesneviyi okudu...
daha önce aklımıza gelseymiş mevlana - şems kitabı yazar köşeyi dönebilirmişiz...ya da mevlana ve şems twitter ve facebookta yazan yazılar için telif alsalar onlar köşeyi dönerdi...

intihal ve tez deyince gözlerim doldu, mezuniyet tezimi o zamanlar internet yeni yeni ortaya çıkarken 146 dan bağlanıp (liseler bilmez :) copy paste olarak yapmıştım...herşeyin çabuk tükendiği bu zamanlarda intihal yapmak çok doğal...hırsızlığın kabul edilmiş hali bir nevi...

p.s : üzerime alınmadım :)

justine dedi ki...

;))
Biz yazsaydık bahsettiğin o "popüler" konular hakkında, onlar değil de başka şeyler ilgi çekiyor olurdu kesin, bizim yazdığımızla ilgilenmezlerdi Saintciğim. Hani bilirsin, bahtsız bedevi durumu;p

Kopyayla ilgili her şeyden nefret ediyorum. Söz meclisten dışarı, intihal hâllerinin ya da düpedüz basit bir kopyanın bu kadar espri konusu yapıldığı başka bir ülke olduğunu da sanmıyorum ben. Hababam sınıfını düşünsene, kopya neredeyse hak gibi sunulur bu ülkede, gülünür, geçilir.
---
Iyyy, çok sıkıcı oldum di mi? Sustum tamam;)

Çok sevgi ve selamlar.

guguk kuşu dedi ki...

Ben de tam 2 haftadır tam bir aptal olduğumu anlamış durumda aptal aptal gezinirken bu yazı üstüne denk geldi:) yıllardır aslında bilip de bilmemezlikten geldiğim aptallığımla karşılaşmak hem hüzünlendirdi beni, dibe vurdum hem de iyi geldi. aptal olduğumu anladığımdan beri sanırım daha verimliyim. evet tam da dediğin gibi bayılma özürlüyüm ben de oysaki bazı anlar var bayılmak için neler vermezdim, kusma fikri de fena değil ama o da yok ben de..şu sıra en buruşuk en kirli çamaşırım elimde geziniyorum ortalıkta..BEN APTALIM!

Adsız dedi ki...

Hayat şaşırtmak cambazı. dün bu kadar güçlü olmaktan nefret ettim, bugün onu senin yüreğinde duydum. dün yolda bir şeyler düşündüm, avcumda yeleler mesela, bugün onu yaşadım. dün gece bir rüya görmüştüm, bugün onu birinin ağzından dinledim. bugün iki kadın, ayrı yerlerden avuçlarında çamaşırlarla geldi, su sıcak, çamaşırlar yıkanacak.

Justine, canım, gülüyorsan iyi. Gülmüyorsan yok öyle yağma. Yol bu, bir şeyler bir şekilde bitecek. Ellerinin tersinde kalmasın o sıkıntılar, uykun kaçsın diye ovalarken gözünü yüzüne bulaşmasınlar?

Dediğin gibi, bazen öyle olur, bazen sanki bütün renkler yutulmuş, her şeye bir yolculuk çarşafı serilmiş gibi olur. "Nereye gidiyoruz?" sesin yankılanır.

bir an olsun, dinç ve farkında olmamak değil mi? sonra başını kaldırdığında her şeyi olduğu gibi bulacağını düşün ve her şeyin olduğu gibi o bir yerlerde kaybolmuş anın da unutulmaya mahkum olduğunu. her şey unutuluyor. ne saçma. madem unutuluyor, ne gerek var bu kadarına? neyse, bunu felsefeciye söylediğimde kadın yerinden sıçradı :)

Ha sormaya gelince, sana sorarım nasıllığını ama ben de anlatamam kendimi. "barış söyler kendi bir ders alır mı?" nayır.

Çok insan var Justine, çok fazlalar, çok fazlayız. Bu kadar çok olmasak, bu kadar çok şey olmazdı, anlıyorsun beni değil mi? hoş neyin cüretkarlığını yapıyorum , ben de bir yanımla aksağım.

ama aritmetik iyi, gülüyorsan pekiyi Justine. - tam burada okur, gülerken yakalanmıştır.

http://www.youtube.com/watch?v=3PxSvLA5kJU&feature=related

Adsız dedi ki...

haa, bu arada header'ın nerede çekildiğini merak ediyorum. Güzel çıktığının ancak kendinden güzel olduğunun da altını çiziyorum. hehe, erkek olsaydım çok fena olurdum diye düşünüyorum ama bu konu gene de yoruma açık :P

sevgiler justine, çok çok öpüyorum.

Mehmet dedi ki...

"Ben alıntı yaparken çok dikkat ederim, çok önemserim bu işi."

Gerçekten alıntılarımızın kaynağını belirtmemiz bizim görevimiz. Bu bizim iyi bir yanımız değil, öyle olması gerekir. Belki zaman gelecek, dünya üzerinde, (nette) binlerce elmanın başına düştüğünü, ondan sonra da yer çekimini kendisinin keşfettiğine inanan insanlarla dolacak. Ama bugün en azından biz kaynağını bilebildiğimiz bir alıntıya, bizim bir parçamız olarak saygılıysak Edip Cansever'den, Özdemir Asaf'dan, Cemal Süreya'dan demeliyiz duygulanarak.

Bilemiyorum. Ben böyle düşünüyorum.

justine dedi ki...

Hmmm, ne oldu ki Guguk Kuşu, neden böyle sinirlendin acaba? Tahminde bulunmayı beceremem, başkalarına akıl vermeyi ise hiç ama hiç sevmem, biraz olsun bu sayfalarda dolandıysan anlamışsındır zaten;) Senin böyle bir şey istediğini de sanmıyorum, ama sanırım sorun hepimizin başına gelen hayal kırıklıklarıyla ilgili. Ciddi bir hayal kırıklığı yaşayınca suçu ve elbette aptallığı kendimizde arıyoruz. Aynı cümleyi ben de çok söylemişimdir;)
Her neyse, bana kalırsa üzme kendini, aptal filan olduğunu da düşünmüyorum, sadece canın yanmış çok belli.

Sevgiler.

justine dedi ki...

;))
Header İstanbul Arkeoloji Müzesi'nin bahçesinden Zedkacığım, orada çok fotoğraf çekmemeye çalıştım (yarım bıraktığım doktoram aklıma geliyordu buluntulara bakarken, anlarsın) ama bahçesinde birkaç karemiz var. Tatil fotolarıyla ilgili bir yazı yazarsam diğer fotoları da koymaya çalışacağım. Ve evet, ilk başta söylemem gereken şeyi söylemeliyim artık, teşekkürler teşekkürler;)

Kadın ya da erkek hiç fark etmez, seni sen olduğun için seviyorum ben, çok çok sevgi ve öpücükler Zedka;p

justine dedi ki...

Evet Mehmet, haklısınız. Söylediğim ve üzerine hassasiyetle eğildiğim konu iyi yanımız değil elbette, yapılması gereken şey, biliyorum. Elma örneğine güldüm, ayrıca abartı değil aynen dediğiniz gibi olacak, oluyor, farkındayım.

Yazdığınız her şeye kelimesi kelimesine katılıyorum, ben de öyle düşünüyorum.

Sevgiler.

p.s.: Bu son günlerde kulağınızı çınlattım, bahsettiğiniz ve hakkında harika bir yazı yazdığınız Morel'in Buluşu'nu okumak istiyorum.
Güzel kitap yazılarına bayılıyorum, elimde okunmayı bekleyen yüzlerce kitap varken beni daha da heyecanlandırıp -hiç yoktan(!)- kitap alışverişine yöneltiyorlar, ama olsun, kitap almak hayatımdaki -sayılı- keyifli şeyden biri. Öyleyse yazı için şimdiden teşekkürler;)

Burayı okuyanlara yazının linkini de vereyim tam olsun;

Morel’in Buluşu

Adsız dedi ki...

Ben de o kadar az insanla görüşüyorum ki, anormal miyim diye düşünüyorum bazen insanların haftasonu önce şununlaydım, sonra şunu gördüm, ardından buna gittim, en son şunlarla akşam yemeği yedim hikayelerini dinlerken. Biz ailecek biraz kendi içimize döndük kaldık gibi. Ne bileyim, vakit bulamıyorum ben azıcık bulduğum vakitte de evle, bizimkilerle ve ihmal ettiğim kendimle ilgilenmeyi tercih ediyorum. İleride birilerine gereksinim duyacağız muhtemel, o zaman bu yabaniliğimize kızacağız mutlaka. ama elden gelen bir şey yok. Sevgiler. Elektra ben :))

justine dedi ki...

Büyük bir enerji, inanılmaz bir yaşama gücü olmalı o hikâyeleri anlatanlarda Elektra. Ben onları dinlerken ya da okurken bile yoruluyorum.
-------------

Şimdi uzun uzuuuun bir şeyler yazdım ve ani bir kararla sildim. Sanırım yavaş yavaş sıyırmak bu oluyor;p

Özetle; koltuğa oturduğumdan beri (kim bilir kaç saat oldu) bir film izlemek istiyorum, seçim yapmak bile inanılmaz yordu beni, aklımda hep başka şeyler, karışık karışık işler. Bir de başkalarıyla buluşup o hızlı sohbetleri takip ettiğimi düşünemiyorum valla. Şimdilik yabaniliğe devam;)

Birilerine gereksinim duymak... Bilmem ki, yalnızlık çok zor elbette, ama ihtiyaç sonunda kendini çoğaltmak da yıpratıcı.
En güzeli senin yaptığın herhâlde; sevdiklerine ve ihmal ettiğini düşündüğün kendine dönmek, seni içten destekliyorum Elektracığım;)

Sarılıp öpüyorum, çok sevgiler.

TheSaint dedi ki...

birileri film mi dedi...bronx tale i bilmem kaçıncı kez izliyorum şimdi...

bir de... Bunca insan yalnızken neden bunca insan yalnız...kk

justine dedi ki...

Güzel filmdir o, çoook oldu izleyeli ama yine de bölük pörçük hatırlıyorum. Yönetmen Robert De Niro çocuğun babasını oynuyordu, Chazz Palminteri de mafya babasıydı sanırım. Çocuk buna hayran oluyordu, babasıyla takışıyorlardı, babası otobüs şoförüydü filan falan...

Hey gidi günler hey, diye bitirsem olurmuş sanki;p

İki film arasında kararsız kaldım, ya The Raven'ı ya da Love and Other Impossible Pursuits filmini izleyeceğim. Biri drama diğeri hafif gerilim soslu thriller;) The Raven için iyi değil diyorlar fakat Edgar Allan Poe sevgim ağır basıyor, onu izleyeceğim sanırım. Eh geri sayım başlasın o zaman, çay keyfim bitti, bira açıp geleyim ben.

Bu arada kk, kim ola ki?

justine dedi ki...

A hah, film repliğiymiş;) Kaybedenler Kulübü bana kötü bir geceyi hatırlatıyor Saint, adını hiç anmasam daha iyi. Film mi seyrediyorduk soğuk savaş içinde iki ülke miydik C. ile hâlâ bilmiyorum;)

İyi geceler olsun, ben kalkayım artık.

TheSaint dedi ki...

edgar allen poe...Stories of Mystery and Imagination kitabı 94 yılında gerçekten kabusumuz olmuştu ingilizce dersinde...sonradan sevdik birbirimizi...e.a.p tercihi bence iyi...

kk yı soruyorsan justine, kaybedenler kulübü...

justine dedi ki...

Film kötüydü ama Edgar Allan Poe'yu hâlâ çok seviyorum;)

Filmi seyrederken Poe'nun hikâyeleri ve şiirleri yanı başımdaydı, bir yandan filmi kaçırmamaya çalışırken kitaplara da göz atıyordum. Onun en sevdiğim şiiriyle geceyi bitirmek istiyorum, zaten aşağıdaki dizeler beynimde dönüp duruyor;

"...and the lamplight o'er him streaming throws his shadow on the floor;
and my soul from out that shadow that lies floating on the floor
shall be lifted---nevermore!"

Şiirin tamamını okumak isteyenler için bkz;
THE RAVEN

guguk kuşu dedi ki...

sen iyi bir falcısın:)

justine dedi ki...

Hah, bir onu olmamıştım, tam oldu şimdi;)

justine dedi ki...

Canım Zedkacığım, seni seviyorum ben, sımsıkı sarılıyorum sana.

Yorumun spam klasöründe kalmış, tamamen tesadüf eseri tıkladım öyle gördüm. Blogger'ın yeni arayüzüne alışamıyorum, sanırım bir süre böyle gidecek bu.
Beni anladığını biliyorum, evet haklısın sen yazınca ben gülümsüyorum, kalbim ferahlıyor güzel kelimelerinle.

Sana, "sen de çok dert etme be Zedkacığım, geçer gider bu ruh daralmaları", demeyi öyle çok isterdim ki, ama boktan, sıkıcı, anlamsız zamanların tam da ortasındayım. Seni teselli edemiyorum, kendime ise hiç faydam yok, böyle böyle geçmesini bekliyorum sadece;)

Canım benim, öpüyor, kucaklıyorum seni. Çok sevgiler.

TheSaint dedi ki...

ben kendimden biliyorum, geçip gidiyor, valla...

justine dedi ki...

Öyle. Nasıl geçtiği de önemli tabii;)

alkım doğan dedi ki...

Justine, öyle kardeş hisler içindeymişiz ki. İnsan böyle zamanlarda ne yapacağını da şaşırıyor, her şey birden tatsızlaşıyor.

Yıldızlarla arası iyi olan bir arkadaşım Venüs Mars'tan bahsetti. Yine bir acayip dizilmişler sanırım. Ondandır, dedi. Sıkı sıkı da uyardı "29-30 eylülde güçlü bir dolunay olacak, sakin geçirmeye çalış" diye. şimdi burç geyiğine sarmayı istemiyorum ama ben uysal bir şekilde bunu kabullenmeyi uygun gördüm:) "peki o zaman" dedim. sana da diyoum ki 30 eylül sonrasını bekle. böyle absürd işler justinecim:)irrasyonellik imdada yetişiyor kimi zaman.

yine harika bir şarkı seçmişsin. güzel geldi yine. güzel bir gece diliyorum sana. öpücükler.

justine dedi ki...

Ne tuhaf.
Yorumun sanki -tam da gelmesi gerektiği zamanda- geldi Alkımcığım, ya da ne bileyim kafamı karıştırdı, okudum, düşünüp durdum. Dolunayı biliyorum, yakında olacak. Yıllardır ajanda tutarım ve ilk baktığım, işaretlediğim yer, dolunay zamanlarıdır;) Üstelik yıldızların, gezegen ve uyduların, kısaca evrendeki her cismin hareketini önemsiyorum ben, dalga geçmeyi de komik bulurum. Burada bahsettiğim belgeselden sonra (Journey to the Edge of the Universe), Cosmos'u da (Carl Sagan'ın) seyretmeye başladım geçen gün. İnanılmaz keyif alıyorum kozmik belgesellerden. Bunları bilimsel bulup (tamam, zaten öyleler biliyorum, derdim başka benim;p) bu kanıtlanmış, gözlenmiş bilimsel hareketlerin biz canlıları etkilemediğini düşünmek anlamsız geliyor bana. Hem kimse etkilenmese bile ben etkilenirim, ne var yani;)

Burç geyiğini boş vererek, uyarın için çok teşekkür ediyorum Alkım. Biraz kafamı karıştırdın ama olsun, bakacağım bir planlarıma;)

Sarıldım, çok sevgiler.

alkım doğan dedi ki...

gezegenlerden etkilenmeyeceğimizi düşünmek aslında fazlasıyla kibirli, öyle değil mi:) yine de o kimbilir ne kadar şartlanmış ve kısıtlı bakışım beni engelliyor. ona zaman zaman çıkışlarım oluyor ama:)

söylediğin belgeseli bir kenara yazmıştım ama izleyemedim daha. cosmos'u bilmiyordum.
bir arkadaşım dolunaylarda muhakkak karşısına geçip uzun uzun bakar aya. şimdi ben de yapıyorum bunu. bu dolunayda hep beraber göğe bakalım o zaman:)

çok sevgiler.

justine dedi ki...

Kibirden nefret ederim. Kibirli olduğumu hissettiğim, öyle davrandığımı anladığım zaman, -hemen- kendimden de nefret ederim, sorun olmaz yani Alkım, benim cephem böyle, saçma sapan akar gider işte;p

Mistik olan şeylere tepeden bakan gözlerim var, biliyorum, yıllardır böyle bu. Anlamaya çalışırken bile burnum havalarda. Fakat kendimi eğitiyorum, senin çıkış dediğin şeyi çokça yapıyorum ben de. Eh, yavaş yavaş hizaya girecek bu zavallı ben sanırım, öyle umuyorum türkçesi;)

Ne saçmalıyorum yahu ben! Bak, konuşmayı özlemişim ciddi ciddi;) Evet, aya, yıldızlara bakalım hep beraber, göğe bakalım, fonda Joy Division çalsın. Tercihim "love will tear us apart", ama fark etmez tabii. Dilimizde de şu aşağıdaki dizeler olsun, sessiz sessiz, dua gibi mırıldanalım. Güzel olur sanki.

"Girdim Aşkın denizine bahrılayın yüzer oldum
Geştediben denizler Hızır'layın gezer oldum

Cemalini gördüm düşte çok aradım yazda kışta
Bulamadım dağda taşta denizleri süzer oldum

Sordum deniz malikine ırak değil salığına
Girdim gönül sınığına gönülleri düzer oldum

Viran gönlüm eyledim şar bunculayın şar nerde var
Haznesinden aldım gevher dükkan yüzün bozar oldum

Ben ol dükkan-dar kuluyum gevherler ile doluyum
Dost bağının bülbülüyüm budaktab gül üzer oldum

Ol budakta biter iman iman bitse gider güman
Dün gün isim budur heman nefsime bir tatar oldum

Canım bu tene gireli nazarım yoktur altına
Düştüm ayaklar altına topraklayın tozar oldum

Tenim toprak tozar yolca nefsim iltir beni önce
Gördüm nefsin burcu yüce kazma aldım kazar oldum

Kaza kaza indim yere gördüm nefsin yüzü kara
Hümeti yok resul'lere bentlerini bozar oldum

Bu nefs ile dünya fani bu dünyaya gelen hanı
Aldattın ey dünya beni işlerinden bezer oldum

Yunus sordu girdi yola kamu gurbetleri bile
Kendi ciğerim kanıyla vasf-ı halim yazar oldum"

Ah Nefis/Yunus Emre


Teşekkür ederim Alkım sana, çok sevgiler.

p.s.: Henüz sıyırmadım hayır, sadece bahsettiğim müziği yıllar sonra ilk kez, bu gece dinliyorum. (eskiden ne çok dinlerdim!) Bir de şiirlerden fal tuttum, Yunus Emre çıktı, bu şiiri. Bilmiyordum, iyi geldi. Tüm bunlara vesile olduğun için tekrar teşekkürler canım, sarıldım.

Unknown dedi ki...

ben, sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı
gibi saklayan ben, nasılım?*

bu nedir abi ya bu ne demek

justine dedi ki...

Zeynep, orada bir işaret var, fark ettin mi? Hah, işte o işaretin açıklaması da yazının altında var, diyor ki; o cümle bir şiirden alınmıştır. Edip Cansever'in "Ben Ruhi Bey Nasılım" şiirinden. Ama boş ver sen, okuma bana kalırsa, ne o şiiri ne de benim bloğumu.

Hiç havamda değilim, çekemiyorum bazen böyle aptallıkları, hadi eyvallah.