En son limonlu kurabiye yaptığımı hatırlıyorum ve kitabım gelecek diye dört gözle kargomu beklediğimi. Limonlu kurabiye güzel oldu, Zerka'nın bir önceki yazıya yaptığı yorumu okuyunca aklıma girmişti, eh limon kokusu söz konusu olunca da beni kimse durduramaz, üşenmedim yaptım. Tarifi değiştirdim biraz, iyi mi oldu kötü mü bilemem, belki oynamamam gerekti üzerinde, sonuçta adamlar denemiş ki koymuşlar oraya, ama işte kendi bildiğimi okudum, küçük bir hayal kırıklığı yaşadım tabii. Limon kokusu yoğundu, orada sorun yok, öyle olsun diye limon miktarını arttırmıştım ama biraz fazla beklettim fırında sanırım hafif katı oldular. Çayla güzel gidiyor da ben çok sevdiğim susamlı kurabiye gibi olsun, ağızda erisin istemiştim, olmadı. Peki, bu kadar kurabiye demişken neden kurabiyelerin fotoğrafını koyup hemen kısacık tarifini vermiyorum? Tamam, her şey düzenli olmak zorunda değil a, öyküler biraz beklesin, şimdi tatlı zamanı.
Limonlu kurabiye tarifi şöyle; (ben Zerka'nın verdiği linkteki tarifi temel aldım elbette, ufak tefek değişiklikleri yazıyorum ki siz benim gibi yapmayın) iki tane limonu soydum, rende işinden nefret ederim, onun için rondodan geçirdim kabukları. İyice parçalansınlar diye uzun süre çalıştırdım rondoyu, yine de kurabiyenin içinde limon parçaları belliydi, ben severim o tadı ama pürüzsüz bir kıvam isteyenlerin aklında olsun bu ayrıntı. Parçalanmış limon kabuklarını ve iki çay bardağı şekeri biraz elimle karıştırdım, tarifte iyice ezin diyordu, vaktim yoktu, uymadım o direktife de, sonra hemen elediğim unu ve bir paket kabartma tozunu ekledim ama tarifte iki buçuk su bardağı un yazıyordu ve ben daha ilk bardağı eklerken bir terslik olduğunun farkındaydım, iyice katı olmasın diye iki bardak katıp yoğurmaya başladım. Gözüme o hâliyle de katı göründü ve işte burada tariften tam anlamıyla saptım ve kurabiye hamuruna azıcık süt kattım. Her neyse, şekil verip önceden ısıttığım fırına koydum kurabiyeleri, yalnız benim kurabiyeler fırının alarmı çaldığında sanki pişmemişlerdi. Bir on dakika daha beklettim fırında ve sonra mutfak bezine sarıp kurabiye faslını orada bitirdim. Şimdi düşünüyorum da, ben pişmemiş sansam da pişmişti kurabiyeler belki de, sadece biraz dinlenmeleri gerekiyordu. Artık bundan sonrası muamma, kurabiye matriksi, bilemem nedir, ne değildir. Doğrusunu bilip, söyleyen olursa sevinirim tabii.
Elimde çok uzun süredir bir kitap vardı, İstanbul'a giderken başlamış, sonra bırakmış, devam etmemiştim. C. okumamı istiyordu, onun hediyesiydi zaten; Ferit Edgü'nün Hakkâri'de Bir Mevsim'i. En sonunda araya giren kitapları hızla okuyup ya da sonraya bırakıp Edgü'nün -bana göre- nesir-şiir kitabını bitirdim. Güzeldi, yine de kitabın dilindeki büyük yabancılaşma karakterle arama mesafe koydu. Ben Edgü'yü "ânı" anlatan öykülerde daha çok seviyorum sanırım. Hayran olduğum "Ecco İl Mare, Maria!", gibi. Ama şimdi anlatmak istediğim kitap o değil. Nette bir parçasını okuyup, gecenin bir yarısı hemen sipariş verdiğim ve gözüm yollarda gelmesini beklediğim Flannery O'Connor öykülerinden bahsetmek istiyorum size. Herkesin dil birliği etmişcesine "güneyli gotik/güney gotiği" yazarı dediği Flannery O'Connor'ı okumak yüz yıldır aklımdaydı, bir türlü fırsat olmamış demek. Canımın sıkkın olduğu bir gece (ki son zamanlarda hangi gün, gece iyiyim acaba?) onun bir öyküsü takıldı aklıma, nette aradım taradım pek bir şey bulamadım. Bir tek öykünün baş kısmını kısacık bulabildim, sonrası yok. Geçen gün sonunda okuyabildim İyi İnsan Bulmak Zor'u ve diğerlerini de tabii.
İyi İnsan Bulmak Zor, öyküsü bir ailenin yolculuk hazırlığı ile açılıyor; Güney Amerikalı anne, baba, babaanne ve biri bebek, üç küçük çocuk. Florida'ya gitmek üzere yola çıkacaklar ama şen şakrak ve oldukça geveze babaanne gitmek istemiyor. Evde kalsa kalır, kimse kalma diye yalvarmaz, fakat küçük çocukların da dediği gibi o hiçbir eğlenceyi kaçırmayan bir kadın, ölse yine de evde oturmaz. Hmmm, ölse dedim değil mi, o zaman öykünün (aslında sonunu çoğunuzun bildiği) tadını kaçırmadan sadece bana hissettirdiklerini anlatayım size. Yolda kaza geçiren ve hapisten kaçmış "azılı" haydutlarla karşılaşan ailenin çaresizliği ve bu çaresizliğin tam ortasındaki yaşlı kadının sadece biraz daha yaşamak için, "iyi insan" misyonerliğine soyunması ürperticiydi. Haydutların başı ile konuşmaktan hiç vazgeçmemesi, adam kendince 'enteresan' bir katharsis yaşarken, babaannenin devamlı, ama devamlı, "sen aslında iyi birisin evladım, İsa sana yardım eder, dua etsen" demesi karşısında gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Haydut nasıl hapishaneye düştüğünü hatırlamıyordu, aslında ona göre önemi de yoktu bu ayrıntının, çünkü en başta İsa her şeyin dengesini bozmuştu. "Şu dünyada ölüleri diriltebilmiş tek kişi İsa'ydı, ve de bunu yapmaması lazımdı. Her şeyin dengesini bozdu", derken adam, korkuyla ve çaresizlikle "belki ölüleri diriltmemiştir" diye titrek sesiyle yalvaran kadını dinlemiyordu bile. Çünkü bana kalırsa yazarın da söylemek istediği gibi hiçbirimiz eğriyi doğruyu bilmiyoruz, iyiyi ve kötüyü de, kendi ahlâk tanımlarımızdan ötesi bulanık, başkasını dinlesek ne değişecek? Vurucu cümle öykünün sonunda geldi; "Aslında iyi bir kadın olabilirdi", diye özet geçer arkadaşlarına "Ayarsız" adını almış haydutların başı, "tabii ömrünün her ânı yanı başında onu zımbalayacak biri olaydı." Bu dünyada gerçekten eğlenceli bir şey yok diye bitirir öyküsünü yazar. Keşke şimdi zamanım olsa ve diğer öykülerini de kısacık da olsa yazsam size, dün gece, yok hayır sabaha karşı saat altıda okuduğum bir anneyle oğlu arasında kısacık bir otobüs yolculuğu sırasında geçen öyküsünü mesela, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır'ı. Yazıya o niyetle başlamıştım ya, olmayacak, planladığım gibi kullanamadım zamanı. Bir saat sonra işe gitmeliyim ve ben daha yemeğimi bile yemedim. (bir de sanırım hiç istemesem de öykünün sonunu açık ettim, kusura bakmayın)
------------------
Çok, çok dar zamanlar bu zamanlar, hem somut olarak bir sürü iş var yapmam gereken, hem de kafam bulanık. Buraya yazmak aklımda bile yoktu bugün, onun yerine belki iktisat, matematik filan çalışsam daha faydalı olurdu. Ama burası rahatlatıyor beni, büyük bir görev gibi, bu da benim misyonum olsun hadi;) Gülmek bile yük, neyse ben bir süre daha Flannery O,Connor öyküleriyle devam ederim, farklı, korkutucu bir tarzı var, seviyorum onun dilini. Biraz rahatladığımda (sanırım on gün sonra filan) başka öykülerden de bahsetmek istiyorum burada, çok fazla Sâdık Hidâyet okudum, bana yakın bulmadım fakat bazı öyküleri ilginç. Şurada Piktobet en beğendiğim öyküsünden alıntı yapmış, aynı zamana denk gelmesi de hoştu tabii.
Bir sürelik öykülere ve derslere döneyim ben, iş hep var elbette, olsun bakalım. Sonra burada buluşuruz.
Elimde çok uzun süredir bir kitap vardı, İstanbul'a giderken başlamış, sonra bırakmış, devam etmemiştim. C. okumamı istiyordu, onun hediyesiydi zaten; Ferit Edgü'nün Hakkâri'de Bir Mevsim'i. En sonunda araya giren kitapları hızla okuyup ya da sonraya bırakıp Edgü'nün -bana göre- nesir-şiir kitabını bitirdim. Güzeldi, yine de kitabın dilindeki büyük yabancılaşma karakterle arama mesafe koydu. Ben Edgü'yü "ânı" anlatan öykülerde daha çok seviyorum sanırım. Hayran olduğum "Ecco İl Mare, Maria!", gibi. Ama şimdi anlatmak istediğim kitap o değil. Nette bir parçasını okuyup, gecenin bir yarısı hemen sipariş verdiğim ve gözüm yollarda gelmesini beklediğim Flannery O'Connor öykülerinden bahsetmek istiyorum size. Herkesin dil birliği etmişcesine "güneyli gotik/güney gotiği" yazarı dediği Flannery O'Connor'ı okumak yüz yıldır aklımdaydı, bir türlü fırsat olmamış demek. Canımın sıkkın olduğu bir gece (ki son zamanlarda hangi gün, gece iyiyim acaba?) onun bir öyküsü takıldı aklıma, nette aradım taradım pek bir şey bulamadım. Bir tek öykünün baş kısmını kısacık bulabildim, sonrası yok. Geçen gün sonunda okuyabildim İyi İnsan Bulmak Zor'u ve diğerlerini de tabii.
İyi İnsan Bulmak Zor, öyküsü bir ailenin yolculuk hazırlığı ile açılıyor; Güney Amerikalı anne, baba, babaanne ve biri bebek, üç küçük çocuk. Florida'ya gitmek üzere yola çıkacaklar ama şen şakrak ve oldukça geveze babaanne gitmek istemiyor. Evde kalsa kalır, kimse kalma diye yalvarmaz, fakat küçük çocukların da dediği gibi o hiçbir eğlenceyi kaçırmayan bir kadın, ölse yine de evde oturmaz. Hmmm, ölse dedim değil mi, o zaman öykünün (aslında sonunu çoğunuzun bildiği) tadını kaçırmadan sadece bana hissettirdiklerini anlatayım size. Yolda kaza geçiren ve hapisten kaçmış "azılı" haydutlarla karşılaşan ailenin çaresizliği ve bu çaresizliğin tam ortasındaki yaşlı kadının sadece biraz daha yaşamak için, "iyi insan" misyonerliğine soyunması ürperticiydi. Haydutların başı ile konuşmaktan hiç vazgeçmemesi, adam kendince 'enteresan' bir katharsis yaşarken, babaannenin devamlı, ama devamlı, "sen aslında iyi birisin evladım, İsa sana yardım eder, dua etsen" demesi karşısında gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Haydut nasıl hapishaneye düştüğünü hatırlamıyordu, aslında ona göre önemi de yoktu bu ayrıntının, çünkü en başta İsa her şeyin dengesini bozmuştu. "Şu dünyada ölüleri diriltebilmiş tek kişi İsa'ydı, ve de bunu yapmaması lazımdı. Her şeyin dengesini bozdu", derken adam, korkuyla ve çaresizlikle "belki ölüleri diriltmemiştir" diye titrek sesiyle yalvaran kadını dinlemiyordu bile. Çünkü bana kalırsa yazarın da söylemek istediği gibi hiçbirimiz eğriyi doğruyu bilmiyoruz, iyiyi ve kötüyü de, kendi ahlâk tanımlarımızdan ötesi bulanık, başkasını dinlesek ne değişecek? Vurucu cümle öykünün sonunda geldi; "Aslında iyi bir kadın olabilirdi", diye özet geçer arkadaşlarına "Ayarsız" adını almış haydutların başı, "tabii ömrünün her ânı yanı başında onu zımbalayacak biri olaydı." Bu dünyada gerçekten eğlenceli bir şey yok diye bitirir öyküsünü yazar. Keşke şimdi zamanım olsa ve diğer öykülerini de kısacık da olsa yazsam size, dün gece, yok hayır sabaha karşı saat altıda okuduğum bir anneyle oğlu arasında kısacık bir otobüs yolculuğu sırasında geçen öyküsünü mesela, Her Çıkışın Bir İnişi Vardır'ı. Yazıya o niyetle başlamıştım ya, olmayacak, planladığım gibi kullanamadım zamanı. Bir saat sonra işe gitmeliyim ve ben daha yemeğimi bile yemedim. (bir de sanırım hiç istemesem de öykünün sonunu açık ettim, kusura bakmayın)
------------------
Çok, çok dar zamanlar bu zamanlar, hem somut olarak bir sürü iş var yapmam gereken, hem de kafam bulanık. Buraya yazmak aklımda bile yoktu bugün, onun yerine belki iktisat, matematik filan çalışsam daha faydalı olurdu. Ama burası rahatlatıyor beni, büyük bir görev gibi, bu da benim misyonum olsun hadi;) Gülmek bile yük, neyse ben bir süre daha Flannery O,Connor öyküleriyle devam ederim, farklı, korkutucu bir tarzı var, seviyorum onun dilini. Biraz rahatladığımda (sanırım on gün sonra filan) başka öykülerden de bahsetmek istiyorum burada, çok fazla Sâdık Hidâyet okudum, bana yakın bulmadım fakat bazı öyküleri ilginç. Şurada Piktobet en beğendiğim öyküsünden alıntı yapmış, aynı zamana denk gelmesi de hoştu tabii.
Bir sürelik öykülere ve derslere döneyim ben, iş hep var elbette, olsun bakalım. Sonra burada buluşuruz.
17 yorum:
tam da seni özlemiştim:) ve müzşkler tam da istediğim gibi.
ne güzel gece müzikleri bunlar
Ne güzel limonlu kurabiye, öykü, çay… Ben de yarın itibari ile bir sürelik güzel bir tatile giriyorum. Ama bu sefer şu yahut bu şehrin bir otelinde değil, evimde... İstanbul’a geldiğim andan itibaren gezmek arzusu ile tutuşsam da bu ender tatil anlarımı odamda, sokakta bulup eve aldığım kedim Puşkin, bol ve sıcak kahve biraz da un helvası ile geçirme isteğim ağır bastı. Un helvası nereden esti bilmiyorum ama. Şimdi limonlu kurabiyeyi görünce kahve ile iyi gideceğini düşündüm. Yarın ilk işim yapmak olacak.
Öykü güzele benziyor, uzun zamandır oturup eski klasiklere dönemedim ben. Bu tatilde onu yapacağım. Evet ne yazık ki filmlerde yaşadığım duyguyu şimdi kitaplarda da yaşamaya başladım. Yeni bir kitaba başlayıp riske girmektense bildiğim aşina olduğum tatları tekrar hissetmek adına mesela bir Karamazov Kardeşler’i bir kere daha okumayı, Ehrenburg’u, Yaşar Kemal’i vb. tekrar karıştırmayı tercih ediyorum.
Çok uzattım asıl söylemek istediğim şey başkaydı. “hiçbirimiz eğriyi doğruyu bilmiyoruz, iyiyi ve kötüyü de, kendi ahlâk tanımlarımızdan ötesi bulanık, başkasını dinlesek ne değişecek?” yazmışsın. Aslında biliyoruz. Doğru ve eğri mutlak bir gerçeklik perdesinin arkasına asılmış gizemli, berraklıktan uzak şeyler değil ki! İnsan yaratımı olan her şeyde olduğu gibi insan-doğa ve insan-insan ilişkilerinin bir ürünü, bu ilişkilerin zamanın bir anına denk düşen şeylerin karşılığı. Mesele şu; hangisi? Orta çağda pek çok vicdanlı ve iyi insan giyotinlerin önünde idam izlemeye gittiler ve bu doğaldı. İzleyen içinse vicdansız demek haksızlık. Günümüzde kimse giyotin görmeye dayanamaz bu barbarlık ama Suriye’de mesela çocuk kesen katilleri destekleyenleri desteklemek, o ise bildiğimiz anlamı ile sağduyu ve uygarlık oluyor. İyi ve kötü kavramlarının uzamları insan-insan ilişkilerinde. Hayatı yeniden üretme kaygısının öznelliği ile nesnelliğin çakışmasında.
Daha da net, insan-insan ilişkilerinin aldığı konumu yargılamadan bu ilişkilerin sonuçlarını belirsizleştirmek bizi nereye götürür. Bilinemezciliğe, varoluşçuluğa, post ön eki almış bir tayf dolusu şeye? Maymun sürüsüne bir yırtıcı saldırdığında bazı maymunlar deli gibi kaçar, kaçanı yargılayamayız, bazıları ise ellerine bir cisim alıp yırtıcı ile dövüşür, diğerlerinin hayatını kurtarır ve ölürler. Kaçan mı kötü, dövüşen mi iyi. İnsanın insan tarafından sömürüsü kötü. Bu sömürünün yarattığı tüm ilişkiler de öyle… Bunu bir kere koyalım. O zaman iyi ve kötü ortaya çıkar ve geriye tek bir soru kalır. Kim eline sopayı alacak ve neden?
Limonlu kek ve kahve yarını bekleyemeyeceğim, sevgiyle…
şimdi tarifte baktım ama margarin ya da tereyağ göremedim justine. kurabiyeyi kurabiye yapan margarin ya da tereyağ değil midir ? lütfen bu konuda beni engin bilgilerinle aydınlat. Her türlü yemeği pişirebilen biri olarak kurabiye ve kek konusunda çok tecrübesizim (o görev eşime ait)...
limona biraz tarçın da eklenirse sanırım acayip fresh birşey ortaya çıkar diye tahmin ediyorum...
O,Connor öykülerini merak ettim, bulursam her çıkışın bir inişi vardır önceliğim olur diye düşünüyorum...
Müzikleri beğeneceğini biliyordum;) Il Postino filminin müziklerini koydum bu yazıya, aslında aklımda öykülere de çok uyan Nick Cave'in Murder Ballads albümündeki şarkılar vardı ama bu kadar sertlik limonlu kurabiyeye yakışmaz dedim ve daha yumuşak bir müzikte karar kıldım.
Sevgiler Guguk Kuşu, güzel bir hafta sonu diliyorum sana.
Puşkin ne güzel bir isim! Bayıldım, çok sevdim. Ben k ve ş harflerinin armonisine hayranım zaten, eh bir de yazar sağlam olunca yeme de yanında yat oluyor, kedin çok şanslı;)
Eskiler, klasikler konusunda haklısın. Hiç şaşırtmıyor (zamanında olumlu anlamda şaşırtmaları başka) ve hayal kırıklığına uğratmıyorlar. Ben Karamazov Kardeşler'i neredeyse ezbere bilirim ama kırklı yaşlarımda tekrar okumak isterim mesela, sonra ellilerde, sonra altmışlar... ;p Cinler'i de net hatırlıyorum, fakat Karamazov kadar sayfa sayfa değil, ki çok sevdiğim bir romandır Dostoyevski'nin Cinler'i, onu da tekrar okumak isterdim.
Yalnız yeni yazarlar dışında, yeni olmayan ama henüz benim tanışamadığım yazarlar var, önceden okuyup, sevdiklerime çok takılırsam onları okuyamadan ölürüm diye endişeleniyorum. Benim böyle bir derdim vardır, gülme, çok güzel bir kitap okuduğumda; "aman tanrım! bu yazarı nasıl atlamışım, yüz yıldır kitaplığımda dururken üstelik", der, ya okumamış olsaydım diye tasalanır dururum;) Her neyse, ne güzel tatildesin şimdi, kitaplarına ve filmlere gömüleceksin. Çok sevindim senin adına Vuslat, un helvası da yap, limonlu kurabiye de, hatta yaptıklarını anlat ve selam ver arada, özlerim, merak ederim, biliyorsun.
Eğri-doğru, iyi-kötü ve ahlâk konusuna hiç girmeyelim, seninle çok tartışmışlığımız -ya da sohbet etmişliğimiz demeliyim-, var bu konularda, biliyorsun. Birbirimizi anlıyoruz ya, yeter bu, ötesine lüzum yok.
Çok sevgiler, iyi dinlenmeler.
p.s.: Hiç üşenmedim, aradım buldum eskileri, aynı konular etrafında dönüp duruyoruz ve bana kalırsa fena değil bu.
Ya işte öyle Saintciğim, millet sağlıklı olsun diye bizim gibi tereyağı, margarine gömülmüyor;p Şaka bir yana, ben susamlı kurabiyemi tereyağıyla ya da margarinle yapardım ama bu tarifte senin de dikkatini çektiği üzre ikisi de yok, sadece bir bardak sıvıyağ katılıyor ki, onu bile z.yağı diye söyleyip güzellik katmamışlar. Tarçın elmaya çok yakışır da limona yakışır mı bilemedim, ama aklımda olsun bu, deneriz bir dahaki sefere.
O'Connor harika bir yazar Saint, aklının bir köşesinde mutlaka bulunsun onun öyküleri, seversin bana kalırsa.
Sevgiler çok.
O tartışma tamamen silinmiş aklımdan. Şimdi linkten bakınca gördüm. Konuyu zaten şu yada bu şekilde uzunca tartışmışız. Evet bence de gerek yok. Un helvasını yaptım. Güzel oldu. Normalde iyi yemek kötü tatlıcıyımdır. Zaten tatlı da sevmem. Canım çekti işte. Bu arada limonlu kurabiyeyi akşama bıraktım. Ulysses'ye başladım yine. Bir de Lincoln filmini izledim. Fena değildi. Özellikle Lincoln'ün arada anlattığı küçük hikayeler çok hoş oturmuştu. Velhasıl tatil zamanı. Sonra Fransa'ya geçiyorum bir kaç günlüğüne bol kahve ve şarap almak gerekecek. İşin kötüsü tatilin bu yolculuk öncesi olması. Yolculuktan sonra olsa çok daha iyi olacaktı. Hiç olmazsa oradan aldıklarımla evim daha bir eğlenceli olabilirdi. Her neyse
Sevgiyle
Yaklaşık bir, bir buçuk hafta sonra film izlemeye bıraktığım hızda, yani tam gaz devam edeceğim ben de;p
Tatil anılarını ve Fransa gezinin ayrıntılarını merakla bekleyeceğim, Puşkin'e çok selam, sarılıyorum ikinize de.
Hey Justine,
Limondan sonrasını okumadım. Hem aklımda limondan başka yer kalmadı hem böylesi bir yazıyı karanfilli çayımı alıp şöyle sindire sindire okumak için... hemen geliyorum. (:
Sevgiyle.
;) Gel hadi, bekliyorum. Sonra terminoloji, farmakoloji filan çalışmam lazım, bense kahve içip en güzel yaptığım şeyi yapıyorum yine; procrastination! ;p
Ve tabii kitabı yine senden ve sevgili C. sayesinde duyduğum için okunacaklar listeme ekliyor yorum yapamıyorum.
Kurabiyeye geleyim, elbette ben senin yaptığın bir de içine limon koyduğun bir kurabiyenin kötü olma ihtimalini düşünemiyorum bile. Yine de fotoğraflardaki rengi muhteşem. Hiç kurabiye yapmayı denemedim, şimdi "neden denemedim ki, maceraya bak dostum" diyorum.
İyi olmana gelince, ne hoş, ne garip. Ben de anlamsız bir keyif içindeyim. Anlamsız değil de, sebepsiz diyelim. Herşey lezzetini buluyor yavaş yavaş. Yazıların yine eskisi gibi toz boyayla boyanmış gibi ama oldukça canlı. Çok özlemişim.
Hadi işlerimizin başına. (:
Öpüyorum.
Canım benim;) Aslında iyi değilim diyordum o yazıda içten içe ama olsun, sen iyi dediysen iyi olayım, nedir yani, seni mi kıracağım?
Ferit Edgü'nün kitabı Hakkâri'de Bir Mevsim, C.'nin tavsiyesiydi Atzeciğim, okursan eminim çok mutlu olur, diğer öyküler ise Flannery O'Connor'dan. Henüz C. de okumadı bu bahsettiğim öyküleri, ve ben şiddetle onun da okumasını istiyorum, her sevdiğim şeyi tüm sevdiklerimin okumasını istediğim gibi.
Limonlu kek herkesten önce senin denemen gereken bir lezzet, limon işleri senden sorulur çünkü;) Benim yaptığımın tadı, kokusu ve görüntüsü güzeldi ama kıvamı daha yumuşak olmalıydı bence, neyse bir dahaki denemede daha fazla dikkat edeceğim ayrıntılara.
Dediğin gibi artık işimizin başına geçelim, saat 6 olmuş ben hâlâ gevezelik yapıyorum, vurun beni lütfen! Tüm sayfaları kapatıyorum şimdi, hemen! Çok sarıldım ve kaçtım.
neyi seveceğimi bildiğine göre evet... biz artık iyi bir ikiliyiz.
sevgilerimle.
Hadi bakalım, hayırlısı;p
ben biraz geç kaldım bu güzel öykülü, sütlü, limonlu tarife ama yine de gelmişken bir afiyet olsun diyeyim. benim kurabiyeler epey eğri büğrü olmuştu, sitedekiler çok düzgün görünüyor nasıl verdiler o şekli çözemedim.
gerçi sen kitap okurken yanında yiyelim diye yazmamışsın tarifi ama bir arada görünce aklıma geldi o’connor öykülerini okurken yanında limonlu kurabiye değil de zencefilli veya acı biberli kurabiye daha uygun olur:) hatta hiçbir şey yememek daha iyi belki, ne yesen midene oturacaktır.
çok sevgiler justincim, kolaylıklar işinde.
Sen tatildesin Zerkacığım, her konuda hoş görülebilirsin;)
Sanırım o sitedeki kurabiyeler kesme kalıbıyla yapılmışlar. Renkleri de çok güzel görünüyor, boyanmış gibi. Kıskandım azıcık.
O’Connor öyküleri için yazdıklarını okuyunca güldüm, çok haklısın;) Mideye oturması yüzde yüz doğru bir tespit ama ben yine de zencefilli kurabiye yapacağım yakında. Bunu da aklıma sen düşürdün ve öykü okuyacağım kurabiyelerimin pişmesini beklerken;) Sınavlarım bitti, kitaplı, filmli, sıcak çay ve kurabiyeli günler beni bekliyor, yaşasın;p
Sevgiler çok.
Yorum Gönder